16 Haziran 2006 Cuma

Şu Çılgın Türkler'de Samsun


Duymayanımız yoktur; Turgut ÖZAKMAN'ın Milli Mücadele Yıllarındaki olayları işlediği Bilgi Yayınevince basılan "Şu Çılgın Türkler"  adlı tarihi romanını. İçinden cımbızla çekip aldığım Samsun'la ilgili bölümleri paylaşmayı uygun gördüm.


I.DÜNYA SAVAŞI BAŞLIYOR.
Bir Sırplı, Avusturya Veliahtı Arşidük Ferdinand'ı, Saraybosna'da öldürmüştü.

28 Temmuz 1914 günü, Avusturya-Macaristan İmparatorluğumun Tuna filosu, Sırbistan'ın başkenti Belgrad'ı bombaladı.

Dünyayı bölüşmekte an­laşamayan büyük devletler, hesaplaşmak için böyle bir fırsat bekliyorlardı. Savaş bir salgın hastalık gibi dört bir yana yayıldı.

 Almanya ardarda Rusya, Fransa ve Belçika'ya savaş açtı. Bunu, 4 Ağustosta İngiltere'nin Almanya'ya karşı savaşa girmesi izledi.

Sonunda, savaşa katılacak ülkelerin sayısı otuzu bulacak, on milyon insan ölecek, on beş milyon insan sakat kalacak, dört imparatorluk yıkılacak, yeryüzünün siyasi haritası değişecektir.

Osmanlı İmparatorluğu Almanya ve Avusturya-Macaristan'ın yanın­da savaşa girer.

Bunun üzerine İngiltere Savaş Bakanı Lord Kitchener bir açıklama ya­par: 
"Türkiye'yi yok edinceye kadar savaşacağız!"

Türkiye önemliydi. Çünkü İngiltere'nin egemenliği altında, bir Türk zaferinin cesaretlendirmesinden korkulan 300 milyona yakın Müslüman bulunuyordu. Osmanlı İmparatorluğu'nu hızla dize getirerek, Müslümanla­rın bağımsızlık heveslerini bastırmak, İngiltere açısından şarttı.1

Emperyalistler arasında Osmanlı İmparatorluğu'nun paylaşılması, 6 gizli anlaşma ile karara bağlanır.
1917 yılında ABD, İngiltere ve yandaşlarının yanında yer alırken, Çarlığı deviren Bolşevikler, kendi iç kavgalarını sonuçlandırmak için sa­vaştan çekildiler.

Zavallı Anadolu, beş cepheye, durup dinlenmeden kan ve can pom­palıyordu. O kadar ki dört yıl süren savaşın sonuna doğru, yaşı kaç olursa olsun, kilosu 45'i geçen her genç cepheye sürülecektir.2

Bulgaristan Eylül sonunda, teslim bayrağını çeker. Almanya ile bağ­lantı kesilir. İttihat ve Terakki iktidarı yenilgiyi kabullenerek mütareke is­ter.

Osmanlı İmparatorluğu, 17. yüzyıldan beri hızla gerileyerek sonun­da bir yan sömürge olmuş, süslü bir operet imparatorluğuna dönmüştür. Savaştan iyice tükenmiş olarak çıkar. Süsü de dökülmüştür. Pantürkizm Hazar kıyılarında, Panislamizm Arabistan çöllerinde ölmüş, elde yalnız bitkin ve yoksul Anadolu kalmıştır.


MONDROS MÜTAREKESİ
30 Ekim 1918'de İngiliz deniz üssü Mondros'ta mütareke anlaşma­sı imzalanır.
İttihat ve Terakki'nin başlıca yöneticileri, başta Enver, Talat ve Cemal Paşalar olmak üzere yurtdışına kaçar.

Osmanlı Devletine ve Türklere karşı, ortaçağın haçlı anlayışıyla ye­niçağın ürünü emperyalizmi kaynaştıran acımasız bir politika uygulana­caktır. 3

İlk adımda Osmanlı orduları dağıtılır, silahlar toplanmaya başlar, donanma gözaltına alınıp ulaştırma ve haberleşme kurumlarına el konu­lur. 337.000 asker terhis edilir.

Gizli anlaşmalara uygun olarak, İtalyanlar Güneybatı Anadolu'yu, Fransızlar -Ermenilerle birlikte- Çukurova'yı, İn­gilizler Musul ve Güneydoğu Anadolu'yu işgal ederler.

Çanakkale, Mu­danya, Samsun ve Merzifon'a İngiliz, Zonguldak ve Doğu Trakya'ya Fran­sız, Konya'ya İtalyan birlikleri yerleşir.

Ermenilerin yakıp yıktığı Kuzeydoğu Anadolu, yeniden Ermenilere açılacaktır. Doğu Karadeniz'de Pontus devletini kurmak için silahlanmış Rum çeteleri faaliyete geçerler.

İstanbul ortaklaşa işgal edilir.4

İtalya, İngiltere, Fransa başbakanlar’ı ve ABD başkanı Türkiye'nin işgal edilmesini ve parçalanmasını kararlaştırdılar. (Orlando, Lloyd George, Clemenceau ve Başkan Wilson)

 Ermeni kıyımı yaptıkları veya İngiliz esirlerine kötü davrandıkları ile­ri sürülerek, asker ve sivil birçok yönetici İngilizlerce tutuklanır ve Malta'ya sürülür.

Gerici Hürriyet ve İtilaf Partisi'nin yurtdışına sürülmüş ya da kaç­mış üst kadrosu, kin ve iktidar özlemiyle tutuşmuş bir halde, İstanbul'a geri döner.5

Türlü ayrılıkçı dernekler kurulur. Bazı aydınlar birdenbire Kürt, Çerkez ya da Arap olduklarını anımsarlar. Bazı ümitsiz aydınlar da, İn­giliz, Fransız veya Amerikan mandasını ya da himayesini arayan akımlar arasında bocalamaktadır.

ÇÖKÜŞ DÖNEMİ
Halk uzun yıllardan beri cephede ölümle, cephe gerisinde yoksul­lukla boğuşa boğuşa tükenmiş, içine kapanmıştır.12

Bu sırada fırsatçı Yunanlılara gün doğar. Bu küçük, tecrübesiz dev­letin hırslı yöneticilerinde, ölçüsüz bir genişleme tutkusu vardır. Genişle­mek için tarihi kurcalayıp dururlar. Yunan büyük ülküsü (megali idea), 'bütün Yunanlıları ve eski Helen topraklarını bir bayrak altında toplamak' diye özetlenebilir. Yunan büyük ülküsü en ateşli temsilcisini Giritli Elefteryos Venizelos'ta bulmuştur.

Ülkesini savaş dışında tutmaya çalışan Kral Konstantin'in tersine Başbakan Venizelos, İngilizlerin yanında yer almak için sabırsızlanmak­tadır.

Venizelos, gözlerini Batı Anadolu'ya çevirir. Etkili üslubu ve verdiği yanıltıcı bilgiler ile kendilerine göre yeni bir dünya kurmağa çalışan bilgi­siz politikacılarla atgözlüklü diplomatları etkiler. İngiltere'nin, Yakındoğu petrollerinin ve pazarlarının paylaşılması sırasında bir ajan-devlete, olası bir Türk kıpırdanmasını bastıracak jandarmaya ihtiyacı vardır. İngiltere Başbakanı Lloyd George, Yunanlıları gözüne kestirir, kanlı ve uzun bir sa­vaşa yol açacak olan düşüncesini açıklar:

"Osmanlı İmparatorluğu'nun mirasçısı, Yunanistan'dır."13

Daha önce İtalyanlara vaadedilmiş olan İzmir ve çevresi, Lloyd George'un önerisi, Başkan Wilson'un onayı ile avans olarak Yunanlılara ve­rilir.

14 Mayıs akşamı İzmir Metropoliti Hrisostomos, Efes kilisesinde Rumlara müjdeyi yetiştirir:

"Kardeşlerim! Mükâfat zamanı gelmiştir."

Panhelenist siyasetin galiplerce donatılmış silahlı birlikleri, 15 Ma­yıs 1919'da İngiliz donanmasının koruması altında, İzmir'e çıkarlar, kıyı­ma ve Batı Anadolu'yu işgale başlarlar. 14 Yunan ordusunun gelmesi Ege Rumlarını şımartmıştır. Bin yıllık barışı bozarlar. Ege'de acı ve kanlı bir dönem başlar.15

19 MAYIS 1919
îlk Yunan tümeninin İzmir'e çıkmasından dört gün sonra, ünü Ça­nakkale Savaşları sırasında parlamış olan Mustafa Kemal Paşa, 9. Ordu Müfettişi olarak 19 Mayıs 1919'da Samsun'a çıkar. Kendisine verilen gö­rev, bu bölgede asayişi sağlamaktır. Ama Padişahı, İstanbul hükümetini ve galip devletleri şaşırtan bir şey yapar: Bütün milleti, işgale tepki göster­meye çağırır.16

İngiliz baskısıyla ordu müfettişliğinden alınınca, askerlikten istifa eder. Gerçekçilikten uzaklaşmadan, hayale kapılmadan, büyük bir sabırla, bütün Anadolu'yu yurtseverlik ve bağımsızlık bayrağı altında toplamaya koyulur.

Erzurum Kongresi'ni, daha kapsamlı Sivas Kongresi izleyecektir. Ku­rulmuş olan Redd-i İlhak ve Müdafaa-yı Hukuk dernekleri, 'Anadolu ve Rumeli Müdafaa-yı Hukuk Derneği' adıyla tüm yurdu kucaklayan tek bir dernek olarak örgütlenir. M. Kemal Temsil Heyeti (Yönetim Kurulu) Baş­kanlığına seçilir.

Heyet 27 Aralık 1919'da Ankara'ya gelir ve halkın büyük gösterile­riyle karşılanır.17

Times gazetesi Türk kıpırdanışını şöyle karşılar: "Bütün cihanın kuv­vetine karşı milli bir hareket yaratmak... Ne çocukça bir hayal!"18

Yazar Refik Halit Karay, Milli Mücadelenin başlamasını alayla kar­şılar:
"..Bir patırtı, bir gürültü. Beyannameler, telgraflar... Sanki bir şeyler oluyor, bir şeyler olacak... Ayol şuracıkta her işimiz, her kuvvetimiz meydan­da. Dört tarafımız açık. Dünya vaziyetimizi biliyor. Hülyanın, blöfün sırası mı? Hangi teşkilat, hangi kuvvet, hangi kahraman? Hülyanın bu derecesine, uydurmasyonun bu şekline ben de dayanamayacağım. Bari kavuklu gibi ben de sorayım:
-          Kuzum Mustafa, sen deli misin?"




MİSAK-I MİLLİ (Ulusal Yemin)
Elde avuçta hiçbir şey yokken, emperyalizme, galip devletlere, Yu­nan ordusuna, Ermenilere, Pontus çetelerine karşı silahlı mücadeleye gi­rişmeyi çılgınlık sayanlar çoktur. Silahsızlandırılmış Türk ordusunun bu tarihteki gücü, o da kâğıt üzerinde, 35-40 bin kişidir. Oysa Türkiye'de­ki silahlı işgalcilerin sayısı giderek 400.000 kişiyi bulacaktır. Yoksul, bitik Anadolu, 400.000 işgalciyi ve on binlerce silahlı-silahsız haini yenmeyi başaracaktır.

Milli Mücadele işte bu mucizenin, bu onurlu, güzel çılgınlığın adıdır.

Ankara'nın ısrarı üzerine İstanbul hükümeti, İngilizlerin izniyle, se­çim yapılmasını kabul eder. 12 Ocak 1920'de Osmanlı Meclisi, İstanbul'da toplanır. Esasları Erzurum ve Sivas Kongreleri ile Ankara'da oluşturu­lup belirlenmiş olan Milli Ant'ı (Misak-ı Milli'yi) kabul ve ilan eder. Milli Ant'ın özü şudur:

"Bölünmez, bağımsız, hür ve çağdaş bir Türkiye!"
Bu karar, işgalcileri olağanüstü rahatsız etmiştir. İşgalci güçler, An­kara'ya halka gözdağı vermek üzere, İstanbul'da yönetime resmen el ko­yarlar. Birçok milliyetçiyi tutuklarlar. Anadolu'ya yardım edenlerin idam edileceklerini gazeteler ve duvar ilanlarıyla duyururlar. Meclis'i sarıp Rauf Orbay ve Kara Vasıf'ı götürürler. Bazı milletvekillerini, askerleri ve yazar­ları da tutuklar, hepsini yaka paça Malta'ya sürerler.19

Mustafa Kemal Paşa işgale misilleme olarak, başta Albay Rawlinson olmak üzere, o sırada Anadolu'da bulunan bütün İngiliz subay ve erlerini tutuklatmış ve Meclis'i Ankara'da toplanmaya çağırmıştır.

Milli kuvvetler de harekete geçerek, İngiliz birliklerini Eskişehir'i boşaltmak zorunda bırakır, demiryollarına el koyarlar. İngiliz birlikleri, İstanbul ile Anadolu arasındaki tek geçidi, Geyve Boğazı'nı Türklere bıra­karak İzmit'e çekilirler.

Milletvekilleri ve subaylar İstanbul'dan kaçarak Ankara yoluna dü­şerler. Aralarında Yunus Nadi, Dr. Adnan Adıvar, eşini yalnız bırakma­yan H. Edip Adıvar, Albay İsmet Bey de vardır. Birkaç gün sonra da İs­tanbul'dan kaçan Harbiye Nazırı Fevzi Çakmak Paşa da Ankara'ya katı­lacaktır.

23 Nisan 1920'de Türkiye Büyük Millet Meclisi, yeni seçilen millet­vekilleri ve Ankara'ya ulaşan son Osmanlı Meclisinin milletvekillerinin de katılmasıyla açılır ve Milli Ant'ta belirtilen amaçlan gerçekleştirmek azmiyle çalışmaya başlar.23

M. Kemal TBMM Başkanlığına seçilir.
(…)

İstanbul yönetimi Sevr Antlaşmasını da kabul ve imza eder.

Sevr Antlaşması tarihte örneği olmayan trajik bir antlaşmadır. Yal­nız kabul edenler için değil, böyle bir antlaşmayı hazırlayan Batılılar için de bir utanç belgesidir.

Bu antlaşma ile Osmanlı Devleti, İngiltere'nin isteği doğrultusunda, 'bir daha Batıya kafa tutamayacak kadar küçük ve güçsüz bir devlet' ha­line getirilmekte, Çatalya'ya kadar Doğu Trakya Yunanlılara verilmekte, Anadolu Türkler, Yunanlılar, Ermeniler, Kürtler ve Fransız mandası altın­daki Suriye arasında bölüştürülmekte, kapitülasyonlar daha ağırlaştırılıp genişletilmekte, devletin her etkinliği denetim altına alınmakta, Marma­ra denizi ile Boğazların idaresi ayrı bayrağı olan milletlerarası bir kuru­la bırakılmaktadır. Ayrıca, Üçlü Anlaşma'yla Anadolu, iyice sömürülmek üzere, İngiliz, Fransız ve İtalyan çıkar bölgelerine ayrılmaktadır. Başbakan Lloyd George Avam Kamarası'nda şöyle diyecektir:                               

"Türkiye sahneden siliniyor diye üzülecek değiliz." (The Times, 25.5.1920)

Sevr Antlaşması'nı ve tabii Üçlü Anlaşma'yı milliyetçilere silah zoruyla kabul ettirmek görevi, İngilizlerin aracılığıyla Yunan ordusuna öne­rilir, o da kabul eder. Yunan hükümeti, bu hizmetine karşılık, İzmir ve Doğu Trakya'dan başka, İstanbul'un da Yunanistan'a verileceği ümidine kapılır.

Fakat beklenilmeyen bir olay Yunanistan'ı karıştıracaktır. Kral Aleksandros ölür. Venizelos, Konstantin'in tahta geri dönmesini engellemek için seçimleri yenilemeye karar verir ve seçime "ya Konstantin, ya ben!" sloganıyla girer. İngilizler de tedirgin olurlar ama tavır almak için beklemeyi tercih ederler. Kralcı General Papulas, Ana­dolu'daki Yunan ordusunun komutanlığa atanır. İktidar, Anadolu'yu bo­şalttığı takdirde, Yunanistan'ın Fransa ve İtalya'dan sonra, İngiltere'nin de desteğini kaybedip yalnız kalacağını anlar; azdırdıkları Anadolu Rumları­nı yazgılarıyla baş başa bırakmayı da göze alamaz. Sonunda Venizelos'un yayılmacı politikasını ve İngilizlerin askeri olmayı kabul eder. Bu sebeple Anadolu olaylarını iyi bilen bazı Venizeloscu komutanlara dokunmaz.



SAVAŞ, ZORUNLU DEĞİLSE CİNAYETTİR.
M. Kemal Paşa sigarasını bastıra bastıra söndürdü:
"Bu dava benim kişisel davam değil. Geçen yıl, Meclis'in açılışın­dan önce, hatırlarsınız, siz yakın arkadaşlarımı toplamış, 'Milli Mücadele'yi engellemek isteyenler, benim maceracı olduğumu iddia edi­yorlar; bu kutsal davaya zarar vermemek için görevimi bir arkada­şa devretmek, bir kenara çekilerek unutulmak istiyorum' demiştim.56 Doğru mu Bekir Sami Beyefendi?"
"Evet efendim."
"Ama sizler itiraz ettiniz, isyan ettiniz, görevde kalmam için ıs­rar ettiniz. Doğru mu beyefendi?"
"Evet Paşam."
"Ben de bunun üzerine göreve devam ettim. Bin zorlukla Meclis'i toplamayı başardık. Meclis büyüklüğüne yakışır bir azimle dava­ya sahip çıktı ve uygar dünyadan çok basit bir şey istedi: Hür ve ba­ğımsız yaşamak. Doğru mu?"
"Doğru."
M. Kemal Paşa, "Ben askerim.." dedi, "..savaşın ne olduğunu he­pinizden iyi bilirim. Zorunlu değilse savaş cinayettir.57 Ben de elbet­te barıştan yanayım. Çünkü yüzlerce yıllık yaralarımızı ancak barış­ta sarabiliriz. Ama galip devletler, hür ve bağımsız yaşama hakkımızı kabul etmiyorlar. Kabul edeceklerini gösteren en ufak bir belirti de yok."
Ayağa kalktı, sesi iyice acılaşmıştı:
"Geliniz!"
Hızla pencereye yürüdü, perdeyi yırtar gibi açtı:
"Lütfen bakınız! Bu tren, az önce Eskişehir'den geldi, vatanına kan borcunu ödeyen gazileri getirdi.."
Bekir Sami Bey pencereden dışarı göz attı. Acemi askerler, kaba tahta sedyelerde yatan ağır yaralıları, hiç konuşmadan, yük vagonla­rından alıp Cebeci Hastanesi'ne götürmek için istasyon önünde bek­leyen araba ve kağnılara taşıyorlardı.

"..Biraz sonra da, şimdi yaralı arkadaşlarını taşıyan şu gencecik askerleri alıp cepheye götürecek. Bu insafsız ve vahşi savaşı, kendi va­tanında garip dolaşan bu mazlum millet mi başlattı beyefendi?"

Bekir Sami Bey, "Hayır efendim" diye mırıldandı.
"..Üzerine kinle, entrikayla, ateşle gelen dış düşmanlara ve içer­deki hainlere ve gafillere karşı, namusunu ve vatanını savunmaktan başka ne yapıyor? Biz bu zavallı milletin maddi ve manevi haklarını, sırf lütuflarını kazanmak için yabancılara nasıl bağışlayabiliriz? Asıl o zaman tarih ve millet önünde sorumlu olmaz mıyız? Kendimizi kur­tarmak için geleceklerini satarsak, bu insanlar, ilerde hepimizi lanet­le anmazlar mı?"

(…)
"İşgal denetimi çok sıkılaştı. Biz de denetimden geçebilmek için geçici kimliğimize uygun şekilde giyinmek ve davranmak için günler­ce önce hazırlığa başlıyoruz."

Yakup Kadri ile kız şaşırdılar:
"Yoksa siz de mi subaysınız?"
"Evet efendim. Talimat uyarınca İnebolu'ya kadar kimseye ger­çeği açıklamamamız gerekiyordu. Askeri doktorum."
Yakup Kadri "Çok iyi." dedi sevinçle, "..tek doktor da şu sıra Anadolu için büyük kazançtır."
Doktor güldü:
"Biz 40 doktor, 10 eczacıyız."75
Yakup Kadri'nin ağzı açık kaldı.

İnebolu sularına girmişlerdi. Neşeli bir uğultu yükselmişti. O yana döndüler. Temizlenip üniformalarını ve başlıklarını giymiş kırk kadar genç, martı sürüsü gibi bembeyaz, güverteye çıkmışlardı.
"Bunlar kim?"
"Heybeli Deniz Okulu'nun kaçak öğrencileri. Onlar da damla damla oluşan deniz kuvvetlerimize katılmak için Samsun'a gidiyor­lar. Biz İnebolu'da ineceğiz. İzninizle."

Madam Amiel bu sürprize bayılmıştı. Az sonra güvertelere, üni­formalarım giymiş subaylar, askeri doktor ve eczacılar da çıkınca, kendini tutamadı, el çırpmaya başladı. Bugüne kadar hiç böyle çarpıcı bir gösteri görmemişti. Yakup Kadri de heyecan içindeydi. Genç kıza, "Bir romanda yaşıyor gibiyim" diye fısıldadı.

Birkaç heyecanlı delikanlı şarkıya başlamıştı:
Karadeniz, Karadeniz
Gelen düşman değil, biziz..

Şarkıya katılanlar gittikçe arttı. Şişman kaptanın her zaman­ki işareti üzerine tayfalardan biri, dostluk jesti olarak, isten karar­mış, buruşuk bir Türk bayrağını direğe çekmeye koyuldu. Yükseldik­çe bayrağın buruşukları düzeliyor, rengi açılıyordu. Nesrinin gözleri doldu.

İnebolu'nun Yarbaşı'na doğru set set yükselen beyaz evleri, de­nize açılmaya hazırlanan büyük kayıklar, yalıda toplanan halk görü­nüyordu artık. Gemideki bütün Türklerin katıldığı şarkı Anadolu'nun en hareketli deniz kapısı İnebolu'ya yansımaktaydı:

Onun sana selamı var,
Diyor ki düşmanın ne canı var?
Kovsun onu sularından
Orada Türk sancağı var!
(…)

BAYRAM GELMİŞ NEYİME.
KAN DAMLAR YÜREĞİME
9 HAZİRAN 1921 Perşembe sabahı,
YUNAN ve İngiliz savaş gemilerini izlemek amacıyla Karadeniz kıyısı boyunca gözetleme noktalan kurulmuştu. Biri ötekini gören te­pelerde bulunan noktalar, elde telefon ağı kuracak malzeme olmadı­ğından, renkli bayraklarla haberleşiyorlardı.107 Böylece, limanı olan şehirler ve limandaki gemiler önceden uyarılıyordu. Yunan savaş ge­mileri daha önce Samsun, Sinop ve Ereğli'yi bombalamışlardı.107*1

İnebolu'nun 100 km. doğusundaki gözcü, sabah erkenden bir zırhlı ile bir torpidobotun batıya doğru seyrettiğini fark etmişti. İşaret bayrağını sallayarak bir sonraki gözcüye durumu bildirdi. Nok­tadan noktaya işaretleşilerek haber Abana ve İnebolu'ya iletildi. İne­bolu noktasındaki nöbetçi gözcü haberi alır almaz, tepeden aşağıya, şehre koşmaya başladı.

YAHYA PAŞA CAMİİNDE bayram namazının sonuna gelin­mişti. Gözcünün haykırışı duyuldu:
"Düşman gemileri geliyoooooooooo!"

Son selamı verip ayaklandılar. Müftü, "Ey cemaat.." dedi, "..tehli­ke savuşunca bayramlaşırız. Şimdi yalıya koşalım!"
Cemaat yalıya aktı.
Kayyım İnebolu sokaklarına daldı:
"Ey ahaliiii, düşman gemisi bastırmadan yalı boşaltılacaaak! Allahını, vatanını seven imeceyeeeeü!"

Bayram unutuldu.

 (…)
ERKENCİ MİLLETVEKİLLERİ sabah simidi yiyip çay içmek ve dertleşmek için Merkez Kıraathanesi'ne gelirlerdi. Bugün de cam önündeki masada birkaç milletvekili vardı. Çaylarını içmeyi unut­muş, üzüntü içinde, önlerinden geçip Taşhan'a doğru ilerleyen uzun göç kafilesini izliyorlardı. Meclis görüşmelerinin dışarı sızması üze­rine, özellikle Ankara'ya sonradan yerleşmiş aileler Çankırı, Kırşehir, Kayseri gibi illere gitmeye başlamışlardı. Bu kimbilir kaçıncı kafiley­di. Yaylılar kadın ve çocuk, yük arabaları eşya doluydu. Erkekler ses­sizce arabaların yanında yürüyorlardı.

Samsun Milletvekili Emin Gevecioğlu, "Bu gidişle geldiğimiz yollardan yine Asya'ya döneceğiz galiba" dedi. Bir zaman sustular.

Afyon Milletvekili Mehmet Şükrü Koç homurdandı: "Bu yenilginin hesabını sorumlularından sormayacak mıyız?" 

Aydın'ın Kuva-yı Milliyeci Milletvekili Esat İleri kızdı: "Yahu vatan ayağımızın altından kayıyor, şimdi kavga etmenin sırası mı? Böyle anlarda kavgaya ara verilir. Arkadaşlar yarın cepheye gidecekler. Dönüşlerini bekleyelim. Ordu ne durumda, niye yenilmiş, bir öğrenelim. Sonra ne yapacağımıza karar veririz."
(…)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder