31 Mart 2023 Cuma

Çocukluğumun Samsun Yaşamı'ndan Kesitler

 


GÖÇ


Memlekette kayalardan yuvarlanarak bir kazå geçirmiştim. Bu hadise, babamın oraları terk edip başka yerlere gitme fikrinin ateşleyicisi olmuş... Geçim darlığı da buna eklenince, 1950'lerin ilk yıllarının birinde bir Sonbahar günü Samsun'a göç ettik. Bu göçü de hatırlıyorum.


Bir sabah komşularla helalleşip ağlaya ağlaya çoluk çocuk Toluş Tamı'nı terk ettik. Bir kervan gibi yürüyerek Harşıt Deresi'nin kenarına indik. Harşıt Deresi üzerinde kurulmuş olan köprüden geçerek Bük'ten ve Tönnük Köyü'nün altından geçip yaya olarak Harşıt'a vardık. Yanımızda yatak, yorgan gibi eşyalarımızla inek ve öküzlerimiz vardı. Bunların Harşıt'a kadar taşınmasında komşularımızdan bize yardımcı olanların olduğunu zannediyorum.


SAMSUN


Samsun, o zaman deniz kenarına sıkışmış büyük bir balıkçı kasabasını andırıyordu. Bir tarafı Mert Irmağı'na kadar uzanıyordu. Irmaktan sonra Tekke Köyü'ne kadar her yer bomboştu. O sıralar, şimdiki Atakum 'un olduğu yerler hep tarlalardan oluşuyor, oradaki deniz sahillerine Motasyon deniyordu.


Samsun'un sähildeki diğer ucu Samsun merkezi ile Atakum'u ayıran Toraman tepesine varıyordu. Samsun rıhtımı sonradan yapıldığı için, mendirek falan yoktu. Deniz Koca Câmi'nin önüne kadar geliyordu. Câmi'nin bahçesinden aşağıya bakarak deniz dalgalarını seyrettiğimi hatırlıyorum.


Bugünkü fuar sahâsının olduğu yerler hep denizdi. Samsun Rıhtımı ve mendirek benim çocukluğum sırasında yapıldı. Bunun için gerekli taşlar, kayalar başka yerlerden trenle getirilip kullanılıyordu. Yanımızdan koca koca kaya yüklü trenin geçtiği kırlarda çobanlık yaparken, sık sık duyduğumuz trenin siren seslerini şu anda dahi aynı tâzeliği ile duyuyor gibiyim.


Samsun'un arkasındaki eğimli yerler, deniz kenârından itibaren yer yer 400-500 m'den başlıyordu. Bugünkü Çiftlik Caddesi'nin arkasında 250-300 m'den yukarılarda ev yoktu. Buralar, boş arâzi ya da tarla idi. Ben, bugünkü sigorta hastanesi ve Devlet Hastanesi ile Kolej (sonradan Anadolu Lisesi oldu) binası ve tesislerinin bulunduğu yerler dâhil, Yeşil Tepe. Karadeniz mahallelerinin ve işçi evlerinin bulunduğu yerlerde çobanlık yaptığımı, eğimi 60°- 70° eğimli olan kısımlarında değneklerimizin üstünde kaydığımızı gâyet iyi hatırlıyorum.


Sonraları, bu kaymaların daha ilerisi olarak tahtadan dört tekerlekli bir kişilik arabacıklar yapıp, direksiyon yerine ip kullanarak, şoförlük oynuyorduk. Bu arabacıklar, eğimli yerlerde keni kendine gittiği ve ayaklarımızı yerden kestiği için çok mutlu oluyorduk. Bugün otomobil ile düz ve temiz yollarda seyahat ederken, o zamanki zor ve meşakkatli uğraşmalarla ayaklarımızın yerden kesilmesinin verdiği sevinçleri hatırladığımda, şimdiki modern teknolojik otomobil ile duyduğum seyahat rahatlığını karşılaştırıyorum da ayaklarımızın yerden kesilerek yorulmadan sanki uçar gibi seyahat ettiğimiz, bu günleri bize lütfettiği için Allah'a (CC) hamt ediyorum.


Şimdi yine kaldığımız yere dönelim.


İstasyon'dan başlayarak İlyas Köyü'ne kadar gelen bugünkü Aziziye Caddesi'nin iki tarafı tamâmen, her sene ekilip biçilen, tarlalardan ibaretti. Yolun İlyas Köyü'ne yakın olan sağ tarafındaki tarlalar ise, Bağdat Caddesi 'ne kadar gidiyordu. Bugünkü Aziziye Caddesi'nin yerinde sådece tarlaların ortasından geçen çamurlu bir kır yolu vardı. Yağmurlu havalarda bu kır yolunda okula gidip gelirken çamurda bata çıka yürümek çok zor oluyordu.


İlyas Köyü ile Tepecik Köyü arasındaki sırtlarda Askeriye bulunuyordu. Samsun'dan başlayan Bağdat Caddesi, Askeriye'nin içinden geçiyordu. Daha sonra Askeriye'nin yanıbaşına ilk havaalanı yapılmıştı. Azot Fabrikası'nda İşletme Kontrol Mühendisliği yaptığım 1974-1976 yılları arasında İstanbul'a gidiş gelişim sırasında bu hava alanına bir kere uğramışlığım olmuştu.


Aziziye Caddesi'nin bulunduğu tepenin tam karşısına gelen Toraman Tepesi bomboştu. Bir müddet sonra Toraman Tepesi'nin Karadeniz tarafındaki ucuna Amerikan Radarları yapıldı. Bağdat Caddesi'nin iki tarafında bulunan Kadıköy, sık olmayan evlerden oluşuyordu.


Bizim misafir olduğumuz ev, İlyas Köyü'nün sona erdiği, Gebi Caddesi ile Aziziye Caddesi'ne karşı düşen, keçi yollarının kesiştiği noktada bulunuyor, Ahmet Ağa'nın evi olarak tanınıyordu. Soyadı Kabadayı olan Ahmet Ağa'nın evinin karşısında ve hemen yanı başında bakkal dükkânı işleten Hüseyin Tarı'nın evi vardı.


Göç sırasında hepimiz, bizi Samsun'a götüren kamyonun üstündeki yüklerin arasında bulunuyorduk. Ayrıca, kamyonda Fındık, Elik adlı ineklerimiz; Osman ve Tosun adlı öküzlerimiz olmak üzere, 4 tâne de sığırımız vardı. Kamyonun üstü çadırla örtülmüştü ama seyahat esnasında çoğu kere rüzgâra maruz kalıyorduk. Nihayet bu vaziyet içinde bir sabah Sonhahar'ın cılız Güneş ışıkları ufukta görünürken Samsun'a ayak basmıştık.


Göç yüklü kamyonumuz, Samsun'un içinden geçip Bağdat Caddesi'nden çıkarak İlyas Köyü'nün üst tarafında Askeriye'nin başladığı tepeye vardı. Oradan Ahmet Ağa'nın evine yol olmadığı için, yüklerimizi yol kenârına indirdik. Eşyalarımız, Ahmet Ağa'nın evine kadar İlyas Köyü'nün içinden geçen keçi yolu kullanılarak öküz arabası ile taşınmıştı.


Ahmet Ağa bizi misafir etmiş, yaz gelene kadar evini bizimle paylaşmıştı. Sığırlarımız da onun evinin altında kendi sığırlarının bulunduğu ahıra yerleştirilmişti.


MİSAFİRLİĞİMİZ


Samsun'a göç ettiğimiz sırada büyük Ağabeyim Ali, askerdeydi. Diğer üç Ağabeyim, çeşitli şekillerde çalışarak, âilemizin geçimine yardımcı oluyorlardı. Ben ve kardeşim küçük olduğumuz için çalışmıyorduk.


O kışı Ahmet Ağa'nın evinde geçirdik... Akşamları bir odada sobanın bir tarafında Ahmet Ağa'nın ailesi, diğer tarafında bizim ailemiz olmak üzere, vakit geçiriyorduk. Onlar 7, biz de 7 kişiydik. Ahmet Amca'nın Hasan, Firdevs, Ayşe, Fatma, Mustafa adlı çocuklarını anneleri Selime Teyze'yi hatırlıyorum.


Hepimizin üzerinde başkasının evini paylaşmanın verdiği gariplik ve eziklik hissediliyordu. Bir gün ev sahibinin çocukları ile beraber kaldığımız odanın pencere camını, odayı havalandırmak için, açayım derken kırmıştım. Camın kırılması, başkasının yanında kalmaktan dolayı hayli gergin olan annemi çok kızdırmış, bu yüzden ondan hatırı sayılır şiddette bir dayak yemiştim. Bu dayak da yâdellerde garipliğin tuzu biberi olmuş, bunun üzerine kahırlanarak evi terk etmiştim.


Bir taraftan ağlıyor, bir taraftan da şuursuz şuursuz şehre doğru yol alıyordum. Yollar, tarlalardan geçen keçi yolları olduğu için, kış mevsimi dolayısıyla müthiş şekilde çamurluydu.


Samsun çamurunun öyle bir özelliği vardı ki, o tutkal gibi yapışıyor, yürüdükçe ayakkabıların yanlarından başlayıp üst yüzeylerini kaplayarak tå ayak bileklerine kadar yükseliyordu.


Evi terk ederek çamurlara bata çıka, halk arasında, affedersiniz, Poklu Dere' denen şehir girişine kadar gitmiş, orada bir hendeğin dibinde çamurdan kımıldayamaz hale gelmiştim. Gûya firar edecektim ama çamur ve çektiğim çile beni yumuşatmış olmalı ki, akşam üzeri tekrar perişan bir şekilde oradan geri döndüğümü hatırlıyorum.


İçme suyu ancak şehir içindeki çeşmelerden sağlanıyordu. Bir-iki günde bir eşekle bu çeşmelerden getirilen içme suyu artık kar yüzünden getirilemiyordu. Bu nedenle her gün kar suyu içiyor, yemeklerimizi kar suyundan yapıyorduk...


Oturduğumuz ev, şehir tarafına doğru yaklaşık 20º 25º eğimli olan arâzinin tepesinde bulunuyordu. Evden yaklaşık 100 m kadar aşağıda tarla ortasında yaklaşık 1 m derinliğinde donmuş bir gölet vardı. Buzunu kırarak suyu o göletten alıyorduk.


Hatırlıyorum da tarlanın tepesinde bulunan evin altında, bizim sığırlarımız da dâhil, 10 - 15 adet sığırın bulunduğu ahır vardı. Ahırın dışında da hayvanların dışkısından meydana gelen büyük bir gübre yığını bulunuyordu. O zamanlar, bu gübre yığınından inen pis suların göle indiği kimsenin aklından bile geçmiyordu. Buna rağmen, bugün o çâresiz günlerde o pis suları içmekle hasta olmadığımızı, şimdi Allah'ın (CC) bir lütfu olarak görüyorum.


O sene kış mevsimi çok şiddetli geçmiş, 1-2 m kar yağmıştı.


MİSAFİRLİĞİMİZ BİTİYOR


Aziziye Caddesi'nin Toraman Tepesi'ne bakan taraftaki tarlalar ev sahibimize ait idi. Ev sahibi Ahmet Ağa yaz geldiğinde, bize bugünkü Aziziye Caddesi kenarına düşen ve bugünkü Yeşil Câmi ye 100 - 150 m kadar mesafede bir yerde bir evlik yer verdi; tabiatıyla bedâva vermemişti. Daha doğrusu burası, tarlanın o kısmında, İlyas Köyü'nden Deniz kenârına inen keçi yolunun sol kenarında yaklaşık 500 m² kadar bir yerdi. Bu yerin bir köşesine güç belå ahşap bir ev yapmayı başardık. Evin üstünü köyden yanımızda getirdiğimiz hartamalarla kapattık.


Zamanla bizim evle şehir arasına gelecek şekilde başka evler de yapılmaya başladı. Bunlardan biri de Abdullah Odabaş'ın eviydi. Bu aileler, yaklaşık 250-300 m uzaklıktaki komşularımız olmuşlardı.


Ahşap evimizin iki odası vardı. Giriş kapısının karşısında 2-3 m²'lik bir yeri mutfak olarak kullanıyorduk. Äile olarak mutfağa bitişik olan genişçe odaya yerleştik... O sırada Ali Abim (Ağabeyim) askerdeydi. Ailemizin bütün fertleri bu odada kalıyorduk. O odada ben, yeğenlerim Zeki ile Nâzire'nin yanında yatıyordum. Çünkü o sırada ben sığır çobancılığından başka Zeki ile Nâzire'nin her birinin de âdetâ çobanıydım. Yengem gerektiğinde boş kaldığım anlarda onları sırtıma sarıyor, gezdiriyordum. Sokak kapısına yakın olan diğer odaya, memleketten getirdiğimiz, inek ve öküzlerimizi bağlamıştık. Sığırlarla aynı ana kapıdan girip çıkıyorduk...


ÇOBAN OLMUŞTUM


Bu şekilde muhtemelen birkaç yıl geçmişti.


Sığırları ben otlatıyordum. Yâni çobandım. Kendi inek ve öküzlerimizin yanında, Abdullah Odabaş adındaki Oflu komşumuzun ineklerini de otlatırdım.


Oflu komşularımızdan iki inek geliyordu. Birisinin adı Hohor, diğerininki Kıççan idi. Bu münasebetle çok çoban arkadaşı da edinmiştim. Zamanla, mahallede en kıdemli çoban ben olmuştum. Diğer çoban arkadaşları Fadime Kabadayı, Mehmet Tarı, Ali Tarı, Mustafa Kabadayı, Mustafa Çakır, Holali bunlar arasındaydı. Her gün bu arkadaşlardan bir ya da ikisi yanımdaydı. Bazı hallerde başka yaşlı ve kıdemli çobanlarla kırlarda bir araya gelir, tabiatıyla ben onların yanında yaşça küçük olduğum için hemen kıdemsizleşirdim.


Yemeklerimizi birlikte yerdik. Herkes çıkınında ne varsa ortaya koyardı. Genellikle benim boynuma takılı azık çantamdan mısır ekmeği ve soğandan başka bir çıkmazdı. Başka kıdemli çobanlar çoğunlukla bize göre daha zengin çeşide sahiptiler. Meselâ, onlarda çarşı ekmeğinin yanında peynir dahî bulunabiliyordu. Halbuki bizim için çarşı ekmeği olunca bu her şeye bedeldi, soğana, peynire hiç gerek yoktu.


Rıhtıma taş taşıyan taş yüklü tren, çobanlık yaptığımız kırların ortasından geçiyor, uzaktan göründüğünde düdüğü, kendine mahsus uzun ve/veya kısa süren ritmiyle hoşa giden ve çığıran bir ses, kırlarda yankılanırdı.


Kırlarda inekleri otlatıp doyurduktan sonra, ırmağa sulamaya götürür, bu arada çocukluk bu ya, ırmakta yüzerdik. Bir defasında civardaki evlerin birinde oturduğunu tahmin ettiğim bir genç, yüzerken yakalayarak bize müthiş sayılabilecek bir dayak atmıştı. Daha sonraları bu yüzme işine pek cesâret edememiştim.


OFLU KOMŞUMUZ


Abdullah Odabaş'ın, annesi, eşi Emine Hanım, kız kardeşi, iki oğlu bir kızı vardı. Çocukları benden küçük idiler. Oğullarının büyüğü Câfer ve diğeri Yusuf idi. Yusuf küçüktü, bacağında bir yara vardı, beyaz bir bezle sarılıydı. Abdullah Amca ona üç tekerlekli bir bisiklet almıştı. O evlerinin önünde yaklaşık 10-15 m²'lik bir beton üzerinde bisikletiyle oynar dururdu. Cafer okula gidiyordu.


Abdullah Amca'nın Resul ve Erol adlı iki kardeşi daha vardı. Resul Amca, motoksiklet tutkunuydu.


Emine Hanım'a Emine Abla derdik. Emine Abla ile Abdullah Amca daha önceleri ayrılmışlar, ayrı yaşıyorlardı. O sırada Emine Abla şehre yakın bir kulübede oturuyordu. O, bu kulübede otururken, babamın eskiden giydiği 'çavşur 'unu bozarak bana bir pantolon dikmişti. Kıyafetim biraz düzeldiği için sevinçliydim. Hayatımda ilk giydiğim pantolonum buydu.


Daha sonra, Emine Abla, Abdullah Odabaş Amca'nın evinin hemen arkasında bulunan bir küçük kulübeyi satın alarak çocuklarına daha yakın olmayı tercih etmişti. Ama henüz Abdullah Odabaş Amca ile Emine Abla barışmamışlardı. Hohor, Abdullah Amca'nın Kıççan ise Emine Abla'nın ineğiydi.


Daha sonra Emine Abla'nın kardeşi Ali Rıza Amca da Abdullah Amca'nın evinin yanına ev yaptırmış, komşu olmuşlardı. Ali Rıza Amca'nın Holali adlı bir oğlu vardı. Onunla arkadaş olmuştum. Holali, daha sonra hem çoban arkadaşım ve hem de sınıf arkadaşım olmuştu.


Babam sık sık Abdullah Amca'yı ziyaret ederdi. Bir araya geldiklerinde uzun uzun sohbete dalarlardı. Birgün babam hasta olmuş, Abdullah Amca'nın muhterem anneleri babamın başından soğuk su dökerek tedâvi etmeye çalışmıştı.


Abdullah Amca'nın eli açıktı. Bir bayram günü elini öpmüştüm. Bana parıl parıl bir 50 Krş vermişti. Sevinmiştim. Bu o zaman benim için büyük bir iltifat ve değer sayılıyordu.


Abdullah Amca daha sonra karşı köylerde bir hayvan çiftliği kurmuş, mahallemizden ayrılarak bu çiftliğine taşınmıştı. Câfer ile Yusuf'un ondan sonraki durumlarını bilmiyorum. Yıllar sonra bir gün Câfer ile Mecidiye'de Hikmet Yaka'nın mağazasında görüşmüştüm, o kadar…



O zamanlarda Okumak Sanki Başkalarının Hakkıydı


Bir gün gene kırlarda inekleri otlatıyordum. Yoldan atlı bir subay geçerken atını bana doğru sürerek yanıma geldi. O zaman subaylar hep atla gezerlerdi. At o devirde bugünün sanki mersedesiydi. Subay yanımda atını durdurdu, atın üstünden okula gidip gitmediğimi sordu. Ben de, her hålde gitmiyorum dedim ki, "Senin kadar benim kızım var, 3. sınıfa gidiyor." demişti. Gâliba oturduğum yerden ayağa da kalkmamıştım, çünkü bizim gündemimiz, okumak değil, geçimdi, günü kurtarmaktı, kendi hayatımızı idâme ettirebilmekti. Subaylar, devlet adamları ve zenginler başka dünyaların, bizler ise daha başka dünyaların insanlarıydık... Bu bir Kast Sistemi gibiydi, her bir taraf kendi gündemi içinde bulunuyordu. Bunlar arasında, şimdilerde gördüğümüz maddi çekişmelerin zerresi bile yoktu. Her kesim kendi hayatını sürdürüyordu.


Kesimler arasında mânevi yönden ise, büyük uçurumlar olduğunu, aklımızın başımıza iyice geldiği, daha sonraki yıllarda büyüklerimizden dinlediğimiz konuşma ve sohbetlerinden anladım. Anlatılanlara göre 1950 yılına kadar jandarmalar nerede bir Kur'an Kursu ya da bir Kur'an öğretimi görse, hocalarına ve bu işlerle uğraşanlara çeşitli işkenceler uygularlarmış...


Subayla yaptığım karşılıklı konuşmanın o sırada bende pek etki etmemiş olduğunu söyleyebilirim. Çünkü bu fakirlik ve geçim darlığı sanki bizim kaderimiz ve hayat tarzımızdı; ona uymak zorundaydık. Okumak o sırada bize yalnızca başkalarının ve zengin çocuklarının hakkıymış gibi geliyordu. Çevremizdeki bütün yoksul insanlar da benim gibi düşünüyor, herkes hakkına razı olduğu için, günümüzdeki hak aramalara benzer durumlar, kimsenin aklının kenârından bile geçmiyordu. Şimdiki anlayışa göre, meydana getirilmiş bir sınıf farklılığı olan bu durum, o zamanlar o kadar normal görünüyordu ki, bizim gibi aileler için başka türlü düşünmek aklımıza bile gelmiyordu. Bu anlayış içinde öyle anlarımız oluyordu ki ekmek ihtiyacımızın bir kısmını askerlerin çöpe attığı artıklardan karşılıyorduk. Böyle bir ailenin benim gibi bir çocuğunun okuma özlemi diye bir şey hiç birimizde görülen bir şey değildi. (DipNot: Bu yüzdendir ki her şeyin derece derece farkına vardığım ileriki yıllardaki hayalimde, hep geçim sıkıntısından uzak mutlu bir yaşam vardı. Bunun dışında bende hiçbir zaman "Tarihe geçmek, büyük makam sahibi olmak, çok para kazanmak" gibi, bir dert ve çaba olmadı. Meselâ, ayrıca akademik yükselme gibi bir plânım da hiçbir zaman olmamıştır. Vakti gelince sadece gereğini yaptım, olan olduğu kadar oldu. Ancak haksızlığı sezdiğim anda mücadeleden geri kalmadığım gibi, meşrü yollardan hakkımı almak için gereğini yapmaktan da hiç yılmadım. Orta Öğretimdeki çalışkanlığımı, başarımı hep hocalarımın teşviklerine borçluyum. Çalışkanlığımın ana amacı, benim gibi zavallı bir köylü çocuğuna verdikleri değerden olsa gerek, hocalarımı üzmemek ve güvenlerini boşa çıkarmamak için idi. O devirdeki öğretmenlerin kıymet ve değerlerini de buradan ortaya çıkarabilirsiniz.) Her halde, böyle düşünüyorduk ki, subayın sözü karşısında hiç üzülmemiştim. Çünkü herkes kendi kaderini yaşıyordu.


Öküzlerimizden Tosun, bir gece evin içinde bağlı bulunduğu yerde ölmüştü. Böylece Fındık, Elik ve Osman'dan meydana gelen üç sığırımız kalmıştı.


Babam bana erkek bir kuzu almıştı. Kuzu bana o kadar alışmıştı ki hiç arkamdan ayrılmıyordu. Beni göremeyince hemen "Me e! Me e!" diye aramaya başlardı. Büyüyüp bir koç olunca babam onu, yuvarlandığım zaman iyileşmem için adadığı, kurban yerine kesmiş, etini eksiksiz komşulara dağıtmış, bu şekilde adağını yerine getirmişti.


Annem inekleri sağar, yoğurt ve sütün çoğunu satardı. Sütleri daha çok şehrin girişinde bulunan evlere, sabahları torbalara konmuş şişelerle ben götürür, dağıtırdım.


O sıralar, evimizin karşısındaki arazinin bir kısmını kiralar, mısır ekerdik. Şimdiki Karadeniz Mahallesi'nin Aziziye Caddesi boyunca uzanan 300-400 m genişliğinde, Dereler Köyü ve Su Fabrikası'na giden yola kadar inen, bir arâzî şeridi, başkaları tarafından da kirâlanıp ekilip biçiliyordu. Bu tarlalarda arasıra çift sürdüğümü de hatırlıyorum.


Sonbaharda bu tarlalar hemen hemen boş olur, gece çoğunlukla lüks lambası kullanılarak bu arazilerde insanlar bıldırcın tutarlardı. Akşam karanlığından gece 12'lere kadar o araziler üzerinde hareket eden ışıklar, güzel bir görünüm arz ediyordu. Ben de birkaç kere büyüklerimin yanında bu şekilde bıldırcın tutma işine katıldığımı hatırlıyorum.


Bir öküz arabamız vardı, çalışmazken evimizin kapısında duruyordu. Ben ayağımı ona dayayarak perçemimi tarar, taralı ve ense traşlı olarak o güne göre oldukça şık gezerdim. O sırada yoldan geçen İlyas köyündeki tanıdıklar çok dikkat çeken şıklığımdan dolayı bana låf atmadan geçmezlerdi.


YENİ EV YAPIYORUZ


Sığırlarımızla beraber başımızı soktuğumuz evde geçinip giderken, birkaç yıl içinde hemen yanı başımızda yeni bir beton ev yapmaya başladık. O evin yapılması esnasında kullanılan suyun büyük bir kısmını babamla ben taşımıştım.


Öküz arabasına yerleştirdiğimiz iki bidonu alır, uzaklara gider, yağmur sularıyla oluşmuş su göletlerini arardık. Bulduğumuz göletlerin suyunu aşağıda bulunan babam tenekeyi daldırarak alır, bana uzatırdı. Ben arabanın üstünde bidonun yanında bulunur, yakaladığım su dolu tenekeyi bidona boşaltırdım. Dolan bidonların ağzını bezle bağlayarak yolda giderken suyun dalgalanıp dökülmesini önlerdik. Gölet bulamazsak suyu aynı şekilde Mert ırmağından alır, getirirdik. Böyle bir su seferi yaklaşık 5-6 saat sürerdi.


Bu evin tuğlalarının büyük bir kısmını ve harcını da küçük kardeşim Senem, yaptığı bir düzenekle omuzlarıyla taşıyordu. Sâlim Ağabeyim ise evin ustası olmuştu.


O evde epey oturduk. Ahşap evi artık tamâmen ahır olarak kullanıyorduk. Sâlim Ağabeyim bu yeni evde otururken evlenmişti. Derken, ahır olarak kullandığımız ilk evin arkasına ikinci bir inşaat başlattık. Artık Salim Ağabeyim tam bir ustaydı. Ev yapmak bizim için kolaylaşmıştı.


Durduğumuz evi satıp bu eve yerleştik. Bir müddet sonra evin ikinci katını çıktık, altını kiraya vererek, biz üst kata taşındık. Bu katın yan sokağa paralel, Aziziye Caddesi'ne dik gelen balkonu vardı. Evin önüne toprağa söğüt dalları soktuk. Bunlar zamanla büyüyerek balkonun seviyesini dahî aşan büyük ağaç olmuşlardı.


MANDA ÇOBANLIĞI


İlk yıllarda "İlyas Köyü Camisi'ne hoca tutulmuş... Hoca çocukları okutacakmış... dediler. Beni câmiye gönderdiler ama bu durum bir hafta sürdü. Babam, köyde zengin birisinin mandalarını otlatmam için, beni câmiden aldı. Bu sefer de manda çobanlığına başlamıştım.


Mandalar bana çok alışmışlardı. Otlatmaya gidip gelirken, birinin boynuzlarına basarak sırtına çıkar, yolda mandanın sırtında gidip gelirdim. Câmi hocasının beni sık sık sorduğunu, hatta bazen kendi köyüne gidip gelirken, kırlarda bana rastladığını, hâlimi, hatırımı sorarak benimle yakından ilgilendiğini hatırlıyorum.


Hayvanları Çok Seviyordum


Benim Çakır adında siyah bir fino köpeğim vardı, bana çok bağlıydı, yanımdan hiç ayrılmazdı. Birgün Çakır başka bir köpekle dövüşmüş, onu kuduz kontrolü için hükümet baytarına götürmüş, ilâç vereceklerini tahmin etmiştim. Maalesef, tahminim tutmadı; gözümün önünde köpeğe zehirli ekmek vermesinler mi?


EYVAAAH!


Sevgili Çakır, yanımda kısa bir anda titremeye, can çekişmeye başlamıştı. Yattığı yerde can çekişirken, beni kurtar dercesine bana diktiği gözleri gittikçe sönüvermiş, köpeğim ölmüştü yâni köpeğimi öldürmüşlerdi. Bunu o zamanlar kendilerine sığındığımız görevliler yapmıştı.


Ne duyarsızlık, gaddarlık Yâ Rab'bi!


Kendi elimle ölümüne sebep olduğum Çakır'ın acısı, içimde hâlâ hiç eksilmiş değil…


09.10.2013

Prof. Dr. Mustafa TEMİZ

https://docplayer.biz.tr/7681578-Cocuklugumun-samsun-yasami-ndan-kesitler.html