30 Aralık 2006 Cumartesi

Samsun Yılanları


Doğu’da ve Kardeniz’de Samsun civarında bulunan bazı yılan türlerinin yok olduğu tespit edilmiş. Uzmanlara göre 5 yıl sonra Türkiye’de kara yılanı ve su yılanı dışında belki de yılan kalmayacak.


Yılan Gibi Sokulup Çalıyorlar
Yılanlar üzerine söylenen efsanelere tarihte çokça rastlanır. Sürekli kötülüğün ve soğukluğun sembolü olarak tasvir edilen yılan, Türk toplumunda da birçok atasözünün özünü oluşturur.

“Yılanın başı küçükken ezilmeli”, “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın”, “Su içerken yılan bile dokunmaz” gibi atasözleriyle gündelik hayatımızda yılan önemini koruyadursun, diğer taraftan “yılan gibi sokulup” yılanlarımızı çalanlar bu hayvanları doğal hayatımızdan silmek üzere. Türkiye’de değişik bölgelerden toplanıp yurtdışına çeşitli yollarla götürülen yılanlar binlerce dolara alıcı buluyor. Üstelik bu duruma dur diyen de yok, çünkü Türkiye’de yılanları koruyacak bir yasa yok. Yılanların avlanması ve öldürülmesi her zaman serbest. Böylece tarihi eser, uyuşturucu gibi kaçakçılık literatürümüze bir yenisi daha eklendi; yılan kaçakçılığı.

Her bölgeden toplanıyor
Türkiye’nin bütün bölgelerini dolaşıp değişik yılan türlerini toplayan yılan tacirleri topladıkları yılanları önce taşeron alıcılara satıyorlar. Taşeron kişi ise bunu yurtdışına kadar çıkarıp Türkiye’den aldığının iki ya da üç misli fiyata satıyor. Her bölgenin kendisine has yılanlarını toplayan kaçakçılar özellikle bozkır olan Doğu ve Güneydoğu Anadolu ile Akdeniz’in bozkır dağlarındaki yılanları tercih ediyorlar. Marmara, Karadeniz, İç Anadolu ve Ege’den toplanan yılanlar bazı türleri dışında pek fazla önem taşımıyor. Bazen bir su yılanı bile bölgesi farklı olduğu için kıymetli olabiliyor. Boynuzlu yılan, Hazar yılanı, mahmuzlu yılan, Toros yılanı, Kudüs yılanı, Kafkas yılanı, İran yılanı, kedigöz yılanı, Şanlıurfa yılanı her zaman kıymetli yılanlar arasında yer alıyor. Her bölgeyi dolaşan taşeronlar ya yılan kaçakçılarından ya da köylülerden topladıkları yılanları bölgesel olarak kodlayıp yurtdışına taşıyor. Yani yurtdışına çıkarılan yılan nereli olduğu, boyu, yaşı ve rengi ölçü alınarak bir kodlamaya tabi tutuluyor. Kodlama sadece alış–verişte kolaylığın sağlanması için yapılıyor.

Şiparişe göre, canlı ya da cansız
Özellikle deniz yolu ile Avrupa ülkelerine sokulan yılanlar şipariş üzerine canlı veya cansız bir halde yurdışına çıkarılıyor. Eğer sipariş sadece derisi için ise yılan öldürülüp kokmaması için özel olarak hazırlanmış çantalar içinde taşınıyor. Eğer yılan canlı istenmişse yine özel hazırlanmış çantalarda yurtdışına çıkarılıyor. Başta Almanya, Fransa, İtalya olmak üzere birçok Avrupa ülkesine ve Amerika’ya çıkarılan yılanlarımızın dersinden, zehirinden faydalanıldığı gibi doğal hayata bırakılmak üzere de satın alınıyor. Böylece kısa bir süre sonra coğrafyamızda soyu tükenen yılanlarımızı Avrupa’nın veya Amerika’nın herhangi bir yerinde görürsek hiç şaşırmamalıyız. İsminin açıklanmasını istemeyen ve yaklaşık 4 yıldır yılan kaçakçılığı yapan M.A isimli yılan taciri şunları söylüyor: “Türkiye’den yılanları canlı, cansız yurtdışına çıkarmak çok kolay. Biz sipariş üzerine satıyoruz. Bizden alan yabancıların sonradan kimlere sattıklarını bilmiyoruz. Ama yılanların derisinden, zehirinden yararlanmak ve doğal hayata bırakılmak üzere bizden alındığı söyleniyor. Bazen şu yılandan 15–20 tane istiyoruz diye özel siparişler oluyor. Ama her yılanı alıyorlar. En azından derisi için. Ben bu işi yapmak istemiyorum, turizmci idim, iflas ettim. Yaklaşık 4 yıldır bu işi yapıyorum.”

5 bin dolara yılan
Yılan kaçakçılarının Türkiye coğrafyasından toplayıp taşeronlara verdiği yılanların fiyatı 500 ila 5 bin dolar arasında değişiyor. Çok bulunan ve yakalanması kolay olan bir kara yılanı ve su yılanı 500 dolara alıcı bulurken, Toros yılanı, Kudüs yılanı gibi kıymetli ve ve nadir bulunan yılanlar 2 bin dolara çok rahat satılıyor. Boynuzlu bir yılanın 5 bin dolara alıcı bulması normal karşılanıyor. Bu fiyatlar yılanı yurtdışına çıkaran taşeronların yabancı alıcılardan aldıkları fiyatlar. Taşeronlar ise malı bu fiyatların yarısına yerli kaçakçılardan veya köylülerden alıyor. 2 bin dolara yabancılara satılan bir Toros yılanını taşeron 600 ya da 1000 dolara satın alıyor. Satışlarda yılanın boyu ve rengi de önemli. 1 metreden kısa olan yılanlar alıcılar tarafından pek ilgi görmüyor. Ama eğer bu küçük yılan nadir bulunan türlerdense o zaman durum değişiyor.

Yıllardır topladıkları yılanları taşeronlara satan A. Kula şunları söylüyor: “Biz zaten onları tanıyoruz. İyi bir yılan yakaladığımızda hemen onlara götürüyoruz. Artık kimse basit yılanlarla uğraşmıyor. Çünkü bir iyi yılan yakaladığın zaman o seneki harçlığın çıkıyor. Bizim köyde hemen hemen herkes yılan avcısıdır. Biz 1000 dolar ile 300 dolar arasında satıyoruz. Tabii iş sanıldığı kadar kolay değil, çok tehlikesi var. Yılan sokup da ölen arkadaşlarım var.”

Soyları tükeniyor
Türkiye’den yurdışına kaçırılıp satılan yılanlar hiç de önemsenmeyecek nitelikte değil. Doğal denge açısından son derece önemli olan bazı yılan türlerinin soyu tükenmeyle karşı karşıya. Doğu’da, Kardeniz’de Samsun civarında bulunan bazı yılan türlerinin yok olduğu tespit edilmiş. Uzmanlara göre 5 yıl sonra Türkiye’de kara yılanı ve su yılanı dışında belki de yılan kalmayacak. Yine yetkililer bazı yılan türlerine yıllardır rastlamadıklarının altını çiziyorlar. Yılanlarımızın yurtdışına kaçırılmasında doğal dengenin büyük ölçüde zarar gördüğünü söyleyen Orman Bakanlığı Doğu Akdeniz Bölge Müdürlüğü Milli Parklar ve Av Yaban Hayatı Şube Müdürü Orman Yük. Müh. Ayhan Küyük, bazı yılan türlerinin şimdiden yok olduğunu vurguluyor. Küyük; “Türkiye’de çok ciddi bir yılan kaçakçılığı var. Yılanlarımız değişik yollarla yurtdışına kaçırılıyor. Artık bu bir sektör olmuş. Böyle devam ederse çok kısa bir süre sonra Türkiye’de çok sayıdaki yılan türü yok olacak. Bunu bir an önce önlemek lazım. Samsun civarında artık yılan görmek çok zor. Bu ciddi bir tehlike. Bizden çalınanlar Avrupa veya Amerika’da doğal hayata bırakılıyor. Biz sahip çıkmıyoruz, elin adamı bizden kaçırıp kendisi doğal alana bırakıyor” şeklinde konuşuyor.

64 yıldır aynı kanun
Peki yılanlarımız yurdışına kaçırılırken biz ne yapıyoruz. Yılanları koruyan bir kanun var mı? Bunu biraz araştırmaya koyulduk, ama düşündüğümüz bilgilerle karşılaşmadık. Çünkü, Türkiye’de hâlâ 1937’den kalma Kara Avcılığı Kanunu yürülükte. Bu kanuna göre her daim avlanacak olan daha doğrusu öldürülmesi gereken canlılar listesinde yılanlar başı çekiyor. Yani suçlular kaçakçılık yaparken bile onları etkisiz hale getirecek yasalar, hükümler yok. Orman Yük. Müh. Ayhan Küyük, yeni kanunun yıllardır Meclis’te beklediğini belirterek; “Artık bu kanunla devam etmek çok zor. Kanunda avlanabilir dediği hayvanlar bugün Türkiye coğrafyasında yok artık. Yılan vurmak serbest, bir Toros yılanını görmek o kadar kolay değil. Bunlar doğal dengeyi sağlayan çok önemli hazineler. Bunlara sahip çıkmak lazım” şeklinde konuşuyor.

Türkiye’de çok önemli olan şeyler hep bu coğrafyadan çok uzak coğrafyalara taşınıyor. Yani bizim mirasımız başkasına zoraki miras oluyor. Yılanlar belki tam manasıyla bir miras değil ama, en azından sahip çıkılması gereken doğamızın canlıları. Yılan gibi soğuk olmayıp yılanlara sahip çıkmak gerek. Hem “Su içene yılan bile dokunmaz”mış...

/ Haşim Söylemez

Ayçiçeği Helvası

İlk kez ayçiçeği helvası üretildi
Samsun’da kurulu Yavuz Şekerleme Gıda Sanayi ve Ticaret A.Ş, çeşitli tatlarda yaptığı helva ve reçellerden sonra da ilk kez ay çekirdeğinden helva üretimine başladı.

Samsun’da faaliyet gösteren Yavuz Şekerleme Gıda şirketi Yönetim Kurulu Başkanı Yakup Bayraktar, yaptığı açıklamada, 37 yıl önce şekerleme üretimiyle başladıkları firmalarının, bugün birçok çeşitte helva ve reçel üretebilen bir fabrika haline geldiğini söyledi.

Bayraktar, uzun süren zor dönemleri atlattıktan sonra bugün birçok Avrupa ülkesine ihracat yapan bir şirket haline geldiklerini söyledi. Bir süre önce Azerbaycan ve Kazakistan’a yaptığı iş gezisi sırasında Ruslar’ın ay çekirdeği helvasını oldukça severek ve çok tükettiklerini gördüğünü anlatan Bayraktar, "Ay çekirdeği helvasını Ruslar’ın severek tükettiğini görünce üretmeye karar verdik" dedi.

Samsun 216 Nasıl Ortadan Kaldırıldı?

Tekel’in ortadan kaldırılması için inşa edilen oyunlar anlatmakla bitmez. Samsun 216 sigarasının ortadan kaldırılması hikayesi tütün lobilerinin amaçlarını gözler önüne seriyor. Sinan Vargı “Neden yabancı sigara içiyoruz?” isimli kitabında bu olayı şöyle anlatıyor:

“1991 yılında Tekel 2000 sekiz bin ton satılırken, Malboro on bin ton satılıyordu. 1998 yılında ise Tekel 2000, yirmi yedi bin tona çıkarken Malboro yirmi üç bin tona ulaşıyordu. Ancak anlaşılamaz bir tutumla o dönemde Tekel 2000’e yapılan zamlar diğer sigaralara yapılan zamların çok üstünde tutulmuştu. Diğer tarafta halen Samsun sigarası pazardan pay almaya devam ediyordu. 1995—1996 yılları arasında Samsun sigarasının üretimi 20 bin tondan 23 bin tona ulaşırken yine garip bir kararla Samsun 216 sigarası ortadan kaybedildi. Tekel 2000’in de devri yavaş yavaş gündeme getirilince yerli sigaraların yabancı tütünle rekabet edemediği ile ilgili senaryoların gündeme getirildiği yeni dönem başlıyordu.”

Tekel’e yönelik manevraların altında bu pazar payını yükseltme amacının olduğunu sözlerine ekleyen Vargı şu yorumu yapıyor:

“Maksat iç pazardaki rakibi ortadan kaldırmak. Türkiye’de otuz milyon kişi sigara içiyor, bu çok iyi bir rakam. Ayrıca Amerika yirmi beş yıl içinde kendi tütün üretimini kısıtlama kararı aldı. Oradaki tütün nereye gidecek; gelişmekte olan ülkelere. Adam kendi ürettiği mamule iç piyasada tüketici bulamadığı zaman alternatif pazar arayışlarına girişecektir. Türkiye gibi güzel bir pazarı başka hiç bir yerde bulamaz”.

Ödenen yüksek tazminatlar ve gerileyen tüketimle Amerika Birleşik Devletlerindeki pazarlarında kan kaybedenlerin kayıplarını Türkiye gibi pazarlarda giderme politikaları geliştirdiklerini dile getiren ANAP Milletvekili Bülent Akarcalı ise şöyle konuşuyor: “Bu amaçla ortaokul ve liseler ile üniversitelerde gençlere bedava sigara dağıtarak bağımlılık yaratmaya çalışmışlar, aşırı reklam kampanyasıyla tüketimi tahrik etmişlerdir.” Böylesi toplumsal sorumluluktan uzak bir anlayışın neler yapabileceğini aslında tahmin etmek o kadar zor olmasa gerek.

Toplumsal sorumluluk ne ki?
Sigara üretcilerinin toplumsal sorumluluk ilkesinden ne kadar uzak bir anlayışla üretim yaptıkları hepimizin malumu. Her geçen gün onlarca insanın kansere yenik düşmesi gibi bir gerçeği göz önünde bulundurmaktan ısrarla kaçınan sigara üreticileri bağımlılık yapan ve aynı zamanda kansere yol açan maddeleri sırf tüketici sayısı artsın diye tütüne karıştırmakta bir beis görmüyor. Epey ilgi çeken Son Köstebek filmi bu konuya temas etmekteydi. Filmde kanser yapıcı bağımlılık maddesinin nasıl tütüne karıştırılıp piyasaya sürüldüğü en ince detayına kadar anlatılmaktaydı.

Oysa aynı tarihlerde Amerikan mahkemelerinin aldıkları bazı kararlar o güne kadar tütün tekelleri tarafından saklanan acı bir gerçeği daha ortaya çıkarmaktaydı: Buna göre Marlbora sigaralarını üreten Philip Morrisa şirketi yirmi küsur yıldır sigaralarının kansere yol açtığını bilmesine rağmen bunu açıklamıyordu. Amerika’da bunlar yaşanırken tütün lobisi Türkiye’de başka bir lobi işiyle uğraşmaktaydı. Meclis gündemine getirilen tütün mamullerinin reklamlarının yasaklanmasına ilişkin yasanın Meclis’ten geçmemesi için vargüçleriyle savaşım veren bu lobi başarılı olamadı ve yasa kabul edildi. Peki yasanın kabul edilmesi her şeyi çözdü mü?
(…)

Pontus Meselesi ve Yunanistan'ın Politikası -I

Doç. Dr. Yusuf Sarınay*
GİRİŞ
Pontus veya Pont Euxim, eski Yunanlıların Karadeniz’e verdikleri bir isimdir. Pontus adı genellikle Doğu Karadeniz sahilleri için kullanılmakla beraber, tarif ettiği alan zaman zaman değişiklik göstermiştir. Yeşilırmak, Kızılırmak ve Kelkit havzası Pontus sayıldığı gibi, bu alan daha da genişleyerek, Doğu’da Kafkasya’dan bütün Karadeniz kıyıları boyunca Sinop ötesine kadar yayılmıştır. Yakın devirlerde ise bu bölge Samsun ve Trabzon sahiliyle hinterlandından ibaret sayılmıştır1.

Bu bölgede tarihi Pontus Krallığı da M.Ö. 301de Pers menşeli Mithridates Sülalesi tarafından kurulmuştur. Pont devleti olarak da bilinen bu devlet yaşadığı çağda (M.Ö. 301-63) Doğuda Roma İmparatorluğu’nun rakibi olabilecek bir güce erişmiştir. Ancak M.Ö. 66’da Roma orduları tarafından üç parçaya bölünen bu krallık M.Ö. 63’de ortadan kaldırılmıştır. Daha sonra Doğu Karadeniz bölgesinde, Doğu Roma’nın, yani Bizans’ın zayıflaması. ile Trabzon Devleti (1207-1461) kurulmuştur. Bizans Prensi Aleksi Komnen tarafından kurulan bu devlet ile önceki Pont Krallığı arasında herhangi bir ilişki mevcut değildir2 .

Bölgenin yerli halkını da genellikle Kafkasya ve Anadolu’nun içlerinden gelenler oluşturmaktaydı. Bu sebeple eski çağlarda bölgede ırk bakımından mensubiyetlerinin tesbiti imkânsız bir takım kavimler yaşamıştır3. Bunların bir kısmının Gürcülerin soyundan geldikleri belirtilmektedir4. Goloğlu ise Fransız kaynaklarına dayanarak, daha Pontus Krallığı’nın kurulduğu dönemde bölgede oturmakta olan halkın üç bölüm olduğunu, bunların; İranlılar, kıyı şehirlerinde Yunanlılar ve bölgenin asıl yerli halkı olan Turanlılar olduğunu ileri sürmektedir5. Diğer taraftan bölgede Hıristiyanlığın yayılmasından önce Greeklerin ve Fenikelilerin kıyı şehirlerinde koloniler kurdukları bilinmektedir. Bölge halkı Roma hakimiyetine girmesine paralel olarak Hıristiyanlaşmaya başlamıştır. Trabzon Devleti döneminde buraya bir kısım Bizans soyundan gelen aileler de yerleşmiştir6. Bölgenin bu kanşık sosyal yapısından dolayı Hıristiyanlığı kabul eden Ortodokslarm tamamının Greek asıllı olduklarını söylemek mümkün değildir. Çünkü bölgedeki Ortodoks halk Elenceye benzer bir dil konuşmakla beraber, yerel bir dialekt kullandıkları ve kendilerine özgü pek çok âdetlerinin bulunduğu bilinmektedir7. Bu sebeple bölgedeki Hıristiyan olan halkın 1071’de dahi İstanbul’la pek bağlantıları yoktu.8

XI. yüzyıldan itibaren Anadolu’da yeni bir devir başlamıştır. Öncelikle Orta Asya’dan Orta Avrupa’ya kadar geniş bir bölgeye yayılan Kıpçak Türkleri 1080 yıllarından itibaren Kafkasların güneyine geçerek, Azerbaycan, Doğu Karadeniz ve Doğu Anadolu bölgesinin kuzey kesimlerine inmişlerdir. Diğer taraftan Moğol baskısının önünden çekilen Türkmen grupları da bölgeye gelmeye başlamışlardır. Böylece daha Trabzon devleti yıkılmadan, bölge geniş ölçüde Türkleşmiştir9 . Nihayet 1461 yılında bölgenin Osmanlılar tarafından fethini müteakip Bizans’ın son kalıntıları da ortadan kalkmıştır. Bundan sonra bölgeye yoğun bir Türk iskânı yapılmıştır. Hıristiyan unsurlara da geleneksel Osmanlı hoşgörüsü ve millet sistemi içinde dini, kültürel ve ekonomik alanda her türlü haklar tanınmıştır.

Doğu Karadeniz bölgesinin gerek siyasi tarih, gerekse sosyal yapı açısından Yunanlılarla ciddi anlamda bir ilişkisi olmamakla beraber, bölgede kurulan ilk Pont Krallığı ile, 1207’de kurulan Trabzon devletini birbirine karıştıran Yunanlılar, ortaya bir Rum Pontus devleti çıkarmışlar ve bu temele dayanarak 20. yüzyılın ilk çeyreğinde bu devleti tekrar diriltme iddiası ile Doğu Karadeniz kıyılarında Rum Pontus devleti kurma hayaline kapılmışlardır.

1. PONTUS DEVLETİ KURMA FİKRİNİN DOĞUŞU VE İLK HAZIRLIKLAR:
Doğu Karadeniz bölgesinde yaşayan Hıristiyan Ortodoks nüfus, 19. yüzyılın başından itibaren Rum Ortodoks Kilisesi ile gelişmekte olan Rum burjuvazisinin birlikte yürüttükleri faaliyetlerin etkisi alfana girecek ve kökeni ne olursa olsun Anadolu’da yaşayan Türkçe veya Elence konuşan bütün Ortodoks Hıristiyanlar, Yunan toplumuna ait olma duygusunu benimsemeye başlayacaklardır. Bölgedeki Hıristiyan halk üzerinde Yunanlılık bilincinin yerleşmesi ve gelişmesinde Fatih Sultan Mehmet’in geniş yetkiler vererek canlandırdığı İstanbul Fener Rum Ortodoks Patrikhanesi’nin büyük rolü olmuştur10.

Doğu Karadeniz kıyılarında bir Pontus Rum devletinin kurulması fikrinin, Filik-i Eterya’nın kuruluşu ve Yunanistan’ın bağımsızlığını kazanması başlangıç yıllarını oluşturmaktadır. Zira Doğu Karadeniz Bölgesi Pontus adıyla Megali İdea’nın hedeflerinden biri olarak ortaya konulmuştur11. Nitekim bağımsız Yunanistan’ın kurulduğu 1830’dan sonra Doğu Karadeniz bölgesine olan ilgi artmıştır12. 1870’den sonra da özellikle Yunanistan’dan gelen Rumların sayısı artmış, Atina’da yetişmiş siyasi kişiler Samsun’u merkez yaparak çalışmaya başlamışlardır13. Bu konuda Yerasimos, Samsun ve Trabzon gibi şehirlerdeki Rumların ticaret sayesinde oldukça zengin olduklarını, ekonomik gücün ister istemez siyasi istekleri harekete geçirdiğini belirtmekte ve 1870de İstanbul’da yayınlanan Pontus’la ilgili bir kitaba dayanarak bölge Rumlarında milli Hellen ideallerinin hayli kökleştiği görülür demektedir14. Pontusçuluk konusunda siyasi bir hareketin mümkün olabileceği fikri de 1908 yılında II. Meşrutiyetin ilanından sonra açıkça ortaya atılmaya başlamıştır15 . Bölgede ilk silahlı çeteyi de Amasya Metropoliti Germanos 1908 yılında Samsun’da kurmuş, Yunanlı bir şirketin gemisiyle getirilen 50 civarında Manlieher marka tüfek ile bunları silahlandırmış, hatta çetelerden 20 kadarını Balkan Savaşlarında Yunan ordusunun yanında savaşmak üzere cepheye göndermiştir.16 Trabzon’daki Yunan Konsolosluğu da 18 Ekim 1912’de Trabzon Metropolitine bir tezkere yazarak, Yunan Kralı I. Yorgi’nin isim günü olan 23 Nisan’da Aya Gregoriyos Kilisesi’nde tören yapılmasını istemiş ve böylece konu tamamen bir Yunanlılık konusu haline gelmeye başlamıştır17.

Diğer taraftan, Yunanistan’ın Megali İdea’yı gerçekleştirmek üzere, Etnik-i Eterya’dan Mavri Miraya kadar kurdurduğu birçok cemiyete paralel olarak Türkiye’de Pontus Cemiyetleri de kurulmaya başlamıştır. Türkiye’de ilk Pontus “İçtimagâhı” İnebolu’da halkın Manastır olarak adlandırdığı bir yerde Amerika Rum göçmenlerinden rahip Klematyos tarafından tesis edilmiştir18. Pontus Cemiyeti’nin temelinin de 1904 tarihinde Merzifon Amerikan Koleji’nde atıldığı, bu kolejin 16 Şubat 1921’de aranması üzerine ele geçen belgelerden anlaşılmıştır19. Bundan sonra kolej bine yakın Rum gencini Pontusçuluk için yetiştirmiştir20. 1908 yılında Samsun’da “Müdafaa-i Meşrute” daha sonra da “Mukaddes Anadolu Rum” cemiyetlerinin kurulması ile Pontus teşkilatı genişletilmiştir. 1909 yılında Trabzon Metropoliti vasıtasıyla Atina’daki “Asya-i Suğra” cemiyetinin emri altına giren21 Pontus Cemiyeti metropolit ve papazların öncülüğü ve çalışmaları sayesinde Batum’dan İnebolu’ya kadar Karadeniz bölgesinde şubeleri açılmış, ilk Pontus risalesi de 1910’da yayınlanmıştır22.

Pontus Cemiyeti’nin amacı, Trabzon, Ordu, Giresun, Samsun sahil vilayetleri ile, Kastamonu, Gümüşhane, Erzincan ve Sivas vilayetlerinin bir kısmını içine alan yerleri, yani Batum’dan İnebolu’ya kadar olan bölgede başkenti Samsun olmak üzere ileride Yunanistan’la birleştirmek üzere eski Font devletini tekrar dirilterek bağımsız bir “Pontus Cumhuriyeti” kurmaktı23. Bu amacı gerçekleştirmek isteyen Pontus Cemiyeti, bölgede kurduğu çetelerle faaliyetlerine başlamıştır. I. Dünya Savaşı’nda Rus ordularının Trabzon’u işgal etmeleri üzerine Pontusçuluk faaliyeti bir ivme kazanarak açıkça ortaya çıkmıştır. I. Dünya Savaşı başladığı zaman seferberlik emrine karşı çıkan veya askerden kaçan Rumları Pontus Cemiyeti ve Metropolitlikler örgütleyerek çeteler teşkil etmişlerdir. Bizzat Rusların 2000 tüfekle silahlandırdıkları ilk çete reisleri Vasil Usta ve Dimitrios Haralambidis, başta olmak üzere Rusların yardımları ile Türkleri öldürmeye ve Türk köylerini yakmaya başlamışlardır24 . Savaş içinde Pontus çetelerinin en önemli hedefleri, Türkiye’yi zayıf düşürmek, Türk ordusunu meşgul ederek düşmana dolaylı destek sağlamak, Türk ordusunu arkadan vurmak ve sonuçta bölgedeki Rum varlığını ispatlayarak Türkiye’nin yenilmesi halinde emellerini gerçekleştirmekti25.

Diğer taraftan 1917 Ekim’inde Kafkasya’daki Pontuslularla Doğu Karadeniz’den oraya giden birtakım Pontuslular 12 bin kişilik bir ordu kurmuşlar ve bu sayıyı 50 bine çıkarmak için çaba sarfetmişlerdir. Rus makamları bunu destekleyerek, Rus ordusunda ve donanmasında görevli olup da Pontus Kafkas birliğine katılmak isteyen Pontuslulara izin vermiş ve bu birliğe gerekli olan silah ve cephaneyi sağlamıştır. Oluşturulan bu Pontus birliğine Rus ordusunda subay olan Rum asıllı Albay Ananias ve Nikiforakis ile Rus üniversitesinde Profesör Spiliotis komuta etmekteydi26. Pontus Cumhuriyeti’nin kurulması amacıyla Trabzon ve çevresine çıkarılmak üzere hazırlanan bu birlik Bolşeviklerin Kafkasya’yı işgalleri üzerine dağılmış, bir kısmı kaçarak Türkiye’deki çetelere katılmışlardır27. Rusların 1916’da Trabzon’u işgal etmeleri üzerine Vali Cemal Azmi Bey’den şehrin yönetimini devralan Metropolit Hrisantos, Rusların bölgeyi boşaltması üzerine onların bıraktıkları silahlarla çeteleri donatmıştır28. Bölgedeki Rumlardan yaklaşık olarak 80 bini Rus ordusu ile birlikte Kafkasya’ya göç etmişti29.

Rusların çekilmesinden sonra bölgede faaliyet gösteren Pontus çeteleri ise, Türk hükümetinin aldığı tedbirlerle kontrol altına alınmış, ancak Bafra civarındaki Nebyan bölgesinde faaliyet gösteren D. Haralambidis’in yönettiği Ayıtepe çetesi kurtarılmış bölge oluşturmuş, çatışmaya devam etmiştir30 . Genel olarak bölgede devlet hakimiyetinin tesis edilmesine paralel olarak Pontusçuluk faaliyeti gizli kabuğuna çekilmiş, kilise, okul ve kulüplerde faaliyetlerini sürdürmüşlerdir.

Doğu Karadeniz bölgesindeki Osmanlı devletinin hakimiyeti yeniden tesis etmesinden sonra, Pontusçuluk faaliyetleri; Rusya, Yunanistan, Avrupa ve Amerika’da hızlanmış ve uluslararası bir boyut kazanmaya başlamıştır. Nitekim 5 Mayıs 1917’de Tiflis’te “Yunanistan Kafkaslar Kongresi” yapılmış, 1917 Ekim ayı ortalarında Atina’da Karadeniz kıyı şehirlerinde yaşayan Pontusluların temsilcilerinin katıldıkları, bölgedeki Rumları bağımsız bir devlet içinde birleştirmeyi amaçlayan önemli bir kongre yapılmıştır31 . Gene Ekim 1917’de Paris’te “Pontus Milli Merkezi” kurulmuş32 ayrıca ABD’nde de aynı amaçla özel bir komite teşkil edilmiştir33. Eylül 1917 tarihinden itibaren de Paris’te Fransızca olarak Journal Des Hellenes, Mediterranee Orientale, Londra’da Esperia ve Atina’da yayınlanan çeşitli gazete ve bültenlerle yoğun bir propaganda başlatılmıştır34 .

Diğer taraftan bu dönemde yapılan en önemli kongre 4 Şubat 1918’-de Giresun eski belediye başkanının oğlu Konstantin Konstantinides tarafından Marsilya’da yapılmıştır. Konstantinides kongreyi açış konuşmasında; Kafkasya ve Trabzon başta olmak üzere, dünyanın çeşitli yerlerindeki hemşehrilerine kongreye katılmaları için yetkili temsilcilerini göndermeleri için yazılar yazdığını belirtmekte ve sadece Rusya ve Trabzon’dan temsilci gelmediğini, zamanın kısıtlı olması ve “Yüksek yetkili dostluk çevrelerinin uyarılan” üzerine kongreyi onlarsız başlatmak zorunda kaldığını vurgulamaktadır. Ayrıca, Paris ve Londra ziyareti sırasında Nice’de Venizelos ile görüştüğünü planlarını bütün yönleri ile tasvip ettiğini ve cesaret verdiğini belirtmektedir35. Bu kongrenin en önemli icraatı Sovyet Dışişleri Komiseri Troçki’ye bir telgraf çekerek yardım istenmesidir. Troçki’ye çekilen telgrafta; Rus birlikleri çekildikten sonra tekrar Türk egemenliği altına girmemesi için Pontus’un kendi kaderini tayin hakkını savunması rica edilmekte ve Rus sınırından Sinop ötelerine kadar olan topraklarda bağımsız bir Pontus Cumhuriyeti kurulması için etkili bir şekilde müdahalede bulunması istenmektedir36. Temmuz, 1918de Pontus’un bağımsızlığının ve 1. Dünya Savaşı’nda Kafkaslara giden Rumlar’ın tekrar eski vatanlarına dönme arzularının dile getirildiği bir başka Pontus Kongresi de Baku de toplanmıştır37. Nihayet 1918 Ekim’inde Pontus Milli Merkezi Batum’da kurulmuştur. Sonuçta 30 Ekim 1918de Mondros Mütarekesi imzalandığı zaman Türkiye dışındaki Pontus organizasyonu büyük oranda tamamlanmıştır.

2. MONDROS MÜTAREKESİ VE PONTUSÇULUK FAALİYETLERİNİN HIZLANMASI
Bilindiği gibi, I. Dünya Savaşı’ndan yenik olarak çıkan Osmanlı devleti ağır hükümler ihtiva eden Mondros Mütarekesini 30 Ekim 1918’de imzalamak zorunda kalmıştı. Mütareke gereği ordu ve donanması terhis edilen Osmanlı devletinin stratejik bölgeleri itilaf devletleri tarafından işgal edilmeye başlanmıştır38.

Mütarekenin Türkler üzerinde yarattığı moral çöküntüsüne karşılık, geleceğin artık kendilerine ait olduğu duygusuna kapıları Rumlar faaliyetlerini artırmışlardır. Bu çerçevede Yunanistan ve İtilaf devletlerinin teşvik ve yardımları ile Doğu Karadeniz bölgesinde Pontusçuluk faaliyetleri de çok yönlü bir şekilde hızlanmıştır. Nitekim Mütarekeden sonra Pontuslu Rumlar bir taraftan dipolmatik çabalarını yoğunlaştırmışlar, diğer taraftan bölgede nüfus üstünlüğünü sağlamak amacıyla dışardan göçmen getirmeye çalışırken, içeride de yoğun bir şekilde çetecilik faaliyetlerine yönelmişlerdir.

a) Diplomatik Faaliyetler
Mondros Mütarekesinden sonra, Pontus meselesi Paris Barış Konferansı’nın gündemine sokulduğundan bu konu ile ilgili diplomatik çabaların ağırlık merkezi Avrupa’ya kaymıştır. Avrupa’da Pontus konusundaki siyasi faaliyetleri ile dikkati çeken K. Konstantinides 1918 Kasım sonlarında Marsilya’da ikinci bir kongre toplamıştır. Bu kongrede Pontus konusunda belirlenen talepler, Kongre başkanı sıfatıyla Konstantinides tarafından 2 Aralık 1919 tarihinde İngiltere Dışişleri Bakanlığı’na gönderilmiştir. Bu taleplerde; itilaf devletlerinin 1.500.000 Ortodoks Pontuslu Rum’u himaye etmesi isteniyor ve Rus sınırından Sinop un batısına kadar uzanan kıyı bölgesinde eski Trabzon devletinin ihya edilerek bir Pontus Cumhuriyeti kurulması talep ediliyordu39. Bu taleplere, o sırada İngiltere Dışişleri Bakanlığı’nda görevli olan Arnold Toynbee, “Bu muhtırada ileri sürülen istatistikler ve sınırlar hayal mahsulüdür. Pontus Rumları mandater bir devletin idaresinde bulunacak olan Ermeni devletine bağlanacak, böylece Pontus Rumlarını tatmin edici bir “milli yurd” sağlamış olacak” şeklinde not düşerek40 İngiltere’nin bu sıradaki politikasını ortaya koymaktadır.

Gerçekten Paris Barış Konferansının hazırlıklarının yapıldığı sıralarda itilaf devletlerinin genel görüşü Giresun - Sivas - Mersin hattının doğusunda kalan toprakları Ermenistan’a vermekti. Dolayısı ile Trabzon’u da denize çıkış kapısı olarak Ermenistan’a bırakmaktı41. İşte böyle bir konjonktür içinde Venizelos 30 Aralık 1918’de Paris Barış Konferansı’na resmen verdiği ve Yunanistan’ın toprak isteklerini toplu olarak ifade eden muhtırası, şüphesiz Pontusçuları hayal kırıklığına uğratmıştır. Batı Anadolu üzerinde sınırsız emeller besleyen Venizelos, müttefiklere karşı daha inandırıcı olabilmek için Pontus konusunda fedakârlık göstermiş, Trabzon’u denize çıkış kapısı olarak Ermenilere bırakmayı kabul etmişti42. Venizelos aynı tavrını 3-4 Şubat 1919’da konferansta yaptığı konuşmada da sergileyerek Pontus devletinden sözetmemiştir43. Batı Anadolu üzerindeki amaçlarına ulaşmak isteyen Venizelos tecrübeli diplomat kurnazlığı ile Kıbrıs, İstanbul ve Pontus üzerinde hak iddia etmekten şimdilik vazgeçmişti44. İleride üzerinde duracağımız gibi, bu durum Venizelos’un giriştiği siyasi bir manevradan ibarettir.

Venizelos’un Barış Konferansı’ndaki bu politikası Pontus faaliyetlerinde herhangi bir duraklama ve yavaşlamaya yol açmamış, aksine O’nu tepkiyle karşılayan diğer Pontus temsilcileri daha aktif bir politika takip etmeye başlamışlardır. Nitekim Konstantinides 28 Ocak 1919’da Atina’daki Pontuslular komitesine gönderdiği mektupta Yunan hükümetini davalarına ilgi göstermemekle suçlamış45, Paris’teki Pontus Milli Merkezi Başkanı Socrate Deconomou Şubat 1919’da Le Temps Gazetesine yazdığı bir yazıda, Venizelos’un Trabzon vilayetini Ermenilere bırakan politikasını protesto etmiştir46. İstanbul Fener Rum Ortodoks Patrikhanesi de 1 Şubat 1919’da Venizelos’a bii telgraf çekerek durumu protesto ettiğini bildirmiştir47. Bu arada 4 Mart 1919’da İstanbul’da yayınlanmaya başlayan Pontus Gazetesi’nin baş makalesinde Trabzon vilayetinde Rum Cumhuriyetinin kurulması amacıyla yayınlandığı açıkça ilan olunmuştur48.

Venizelos’un politikasına karşı girişilen bu protestolara paralel olarak, Konstantinides ile Oeconomou Paris Barış Konferansına verdikleri ortak muhtırada; Kafkasya’dan Sinop’un batısına kadar uzanan topraklarda bağımsız bir Pontus Cumhuriyeti kurulmasını istemişlerdir49 . Avrupa’daki Pontusçuluk faaliyetlerinin öncülüğünü Konstantinides yaparken, Türkiye içindeki faaliyetleri de Patrikhane ile birlikte Trabzon Metropoliti Hrisantos yürütüyordu. Nitekim Şubat 1919’da İstanbul’da Patrikhane tarafından düzenlenen Pontus Kongresi’nde, kendi kaderini tayin, bağımsızlık ve daha sonra Pontusun Yunanistan’a ilhak edilmesi kararlaştırılmıştır50. Bu kongrede Paris Barış Konferansına Türkiye Rumlarının isteklerini sunmak üzere Patrik vekili Droteos başkanlığında bir heyet seçilmiş, Hrisantos’da bu heyete dahil edilmiştir51.

Bu karar, üzerine Paris’e gitmek üzere 28 Mart 1919’da Trabzon’dan ayrılan Hrisantos İstanbul, Atina ve Marsilya üzerinden Paris’e giderken birçok Pontus dernek ve yöneticileri ile görüşerek, hem fikir alışverişi, hem de temsil yetkisini artırarak 29 Nisanda Paris’e varmıştır. O’nun Paris’e gelişi Pontus meselesinde bir dönüm noktası teşkil edecektir52. Hrisantos Paris’te Venizelos ile birkaç kez görüştükten sonra O’nun fikirlerine karşı çıkarak 2 Mayıs 1919’da Barış Konferansına Pontus’la ilgili muhtırasını vermiştir. Bu muhtıra da; Trabzon’un tamamı, Sivas ye Kastamonu vilayetlerinin bir kısmı, Amasya, Sinop ve Karahisar sancaklarını kapsayan Pontus bölgesinin 600 binden fazla Rum’u barındırdığı, bu sayıya Güney Rusya ve Kafkasya’ya göç etmiş olan 250 bin Rum’u da dahil edildiği zaman Pontus’daki Rum sayısının 850 bin olacağı, aynı bölgede 836 bin farklı kökenden gelen Müslümanın yaşadığı belirtilmektedir. Rusların Trabzon’u işgali öncesinde Vali Cemal Azmi Bey’in şehrin yönetimini kendisine teslim ettiğini, bu bölgede ancak 78 bin Ermeninin yaşadığını belirten Hrisantos, bu şartlar altında Pontus’un bağımsız bir devlet olması gerektiğini vurgulamaktadır53.

Paris Barış Konferansı nezdinde Doğu Karadeniz bölgesi için verilen nüfus istatistiklerinin farklı ve abartılarak verildiği dikkati çekmektedir. Bunun en önemli sebebi bölgede Rumların hiçbir yerde çoğunluğu teşkil edememeleridir. Gerçekten 1914 tarihli Osmanlı resmi istatistiklerine göre; Trabzon54 Sivas ve Kastamonu vilayetlerinde 3.263.396 Müslüman nüfusa karşılık 361.750 Rum yaşamaktaydı55. Makkas ise 1919’da Paris’te yayınladığı “Anadolu’nun Yunanlılığı” isimli kitabında belirttiğine göre, Venizelos Pontus’a dair verdiği rakamlarda aynı vilayetlerde 2.735.815 Müslümana karşılık, 477.828 Rum’un yaşadığını söylemiştir56. Daha önce bahsedildiği gibi, Rus ordusunun bölgeden çekilmesine paralel olarak Kafkasya’ya giden Rumlar da düşüldüğü zaman 1919da gerçekte Pontus olarak adlandırılan Trabzon Sinop sahili ile iç Karadeniz bölgesinde 250 bin Rum’a karşılık 2.350.000 Müslüman yaşamaktaydı57. Bölge genelinde yüzde 10 civarında Rum yaşamasına rağmen Barış Konferansı nezdinde iddialarını güçlendirmek amacıyla Patrikhane istatistiklerine dayanarak nüfuslarını abartan Pontuslu liderler, Rum nüfusu oldukça yüksek gösteriyorlardı58. Patrikhane’nin Anadolu’daki Rum-Yunan emellerinin siyasi ve dini merkezi olduğu dikkate alınırsa istatistiklerin gerçekleri yansıtmaktan ziyade propaganda amacına yönelik olduğu kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Gerçek durumun farkında olan Pontus liderleri, diplomatik çabalarına paralel olarak bağımsız devlet olma iddialarını güçlendirmek amacıyla dışarıdan yoğun bir şekilde göçmen getirme faaliyeti de yürütüyorlardı.

Patrikhane ve Yunanistan tarafından ortaklaşa yapılan faaliyetler sonucu son 50 yıl içinde Samsun bölgesine 30 bin’den fazla göçmen getirilmişti59. Mütareke döneminde ise, Kafkasya’dan, Rusya’nın güney sahillerinden ve Osmanlı devletinin diğer yörelerinden sistemli ye organize bir şekilde bölgeye göçmen getirilmesine hız verilmiştir. Göçmenler meselesini organize etmek amacıyla Patrikhane ve Yunanistan tarafından “Rum Muhacirleri Merkez Komisyonu” açık adıyla faaliyet gösteren Kordus gizli adını taşıyan bir komite kurulmuştu60. Etniki Eterya’nın devamı durumunda olan Mavri Mira’nın bir şubesi olan bu cemiyetin esas ünitesi Patrikhane merkez komitesi olup, 1919 yılında İstanbul’da faaliyete başlamıştır61. Kordus, merkez İstanbul olmak üzere Trakya, Doğu Karadeniz ve İzmir bölgelerinde Rum nüfus üstünlüğünü sağlamak ve özellikle Rum çetelerini göçmen gibi göstererek Doğu Karadeniz bölgesine gönderme konusunda yoğun bir faaliyet göstermiştir62. Kordus Komitesi Metropolitleri de birer temsilci olarak kullanmıştır. Mesela Başkanlığını Samsun Metropolit vekili Eftimos Zilos’un yaptığı Samsun Rum Göçmenler Cemiyeti Kordus ile ortaklaşa çalışıyordu63. Aynı görevi Trabzon’da Metropolit Hrisantos yürütmekteydi64. Bu cemiyetin organizasyonu sayesinde Samsun ve havalisine binlerce göçmen getirilirken, Mütareke döneminde Temmuz 1919 sonlarına kadar çoğu silahlı çete olmak üzere, Trabzon’a 8 binden fazla Rum getirilmiştir65. Diğer taraftan Batum’daki Pontus komitesi ile işbirliği yapılarak Kafkasya’daki Rumlar’dan 11 bin kadarının Karadeniz kıyılarına göçü sağlanmıştır66 . Bu arada Giresun’a Eylül 1919’a kadar 525 adet göçmen getirilmiştir67 . Daha sonra 25 Mayıs 1920de Giresun limanına gelen Yunan bandralı bir gemi Rusya’dan göçmen getirmiş, bunların sandıklarından silah ve cephane çıkmıştır68. Hrisantos’un Paris Barış Konferansına verdiği muhtıradan da anlaşılacağı gibi, Kafkaslar ve Güney Rusya’dan Doğu Karadeniz bölgesine 25D bin Rum’un iskânı tasarlanmıştı69. Hükümetin göçü engellemeye yönelik tedbirler alması üzerine, kesin sayıları belirlenememekle birlikte, Doğu Karadeniz bölgesinden bir kısım Rum, Batum’da kurulan Rum gönüllü alaylarına katılmaya başlamıştır. Bu alaylar Batum’dan Yunanistan’a oradan da tekrar Anadolu’ya gönderilerek Yunan ordusu ile birlikte savaşmışlardır70.

Hrisantos’un yukarıda bahsedilen muhtırası üzerinden çok geçmeden itilaf devletleri (özellikle İngiltere) İzmir’e İtalyanların yerine Yunanlıları çıkarmaya karar verirler. Böylece İzmir ve Batı Anadolu üzerindeki emellerine ulaşan Venizelos, Pontus meselesine daha ciddi bir şekilde sahip çıkmaya başlamıştır. Nitekim bir taraftan Hrisantos’u kendisine karşı çıkma izni de vererek itilaf devletleri temsilcilerine takdim eder. Pontus temsilcilerine tanınan bu diplomatik özerklik O’na itilaf devletleri nezdinde sorumluluktan kurtulma imkânı verir. Diğer taraftan Atina’ya Pontus kökenli askerlerden oluşan bir birlik kurulması için emir verir71. Aynı zamanda Pontus için çalışan Yunanlı Albay Kateniotis’i Pontus güçlerinin örgütlenmesiyle görevlendirerek İstanbul, Samsun, Batum ve Tiflis’e göndermiştir. Bu arada Patrikhane ve Yunan yüksek komiserliğinin aracılığı ile 6 Temmuz 1919’da Batum’da toplanan Pontus kongresinde önce Pontus’un bağımsız olması, daha sonra da Yunanistan’la birleşmesi kararı alınırken, Paris Barış Konferansı nezdinde yetkili temsilciler olarak, Hrisantos, Konstantinides ve Oeconomou’nun atanmasına karar verilmiştir72.

Böylece temsil gücünü de artıran Hrisantos, Pontus’un bağımsızlığını temin etmek üzere 8 ay kaldığı Avrupa’da, Banş konferansının Yunan işleri sorumlusu Jules Cambon, Wilson, Cletnenceau, İngiliz heyetinden Harold Nicholson ve Amerikalı General Harbord ile görüşmelerde bulunmasına rağmen arzu ettiği desteği sağlayamamıştır73. Hrisantos bu görüşmelerinde, İngiliz ve Amerikan yetkililerine bölgeye çıkarma yapmaları halinde, oluşturulan Pontus birliklerinin kendilerine yardımcı olacaklarını vaadetmiş, oluşturdukları birliklerin İngiltere’nin tasvip etmeyeceği bir harekette bulunmayacağını da taahhüt etmiştir74. İstediği politik desteği elde edemeyen Hrisantos Ekim 1919’da geldiği İstanbul’da, bir yandan Kateniotis, Yunan Yüksek Komiseri Kanellopulos ve Metropolit Germanos ile esas gayesi için çalışırken, diğer taraftan Türkiye genelinde kurulacak bir manda yönetimi altında Türk ve Rum toplumlarının bir federasyon temelinde birlikte yaşamaları için İstanbul hükümeti yetkilileri ile görüşmelere girişir75 . Zaten Ocak 1919’da İstanbul’da kurulmuş bulunan Trabzon ve Havalisi Adem-i Merkeziyet Cemiyeti, Pontus Rumları ile federasyon kurulması amacıyla İstanbul’daki Pontus merkezi ile temasta bulunmaktaydı76.

İstanbul’da sürdürülen bu temaslar Yunan yönetiminin baskısıyla kesilmiştir. Çünkü Yunanistan genel politikası gereği Türklerle ilişkiye girilmesine karşı çıkıyor, Anadolu’daki milli harekete karşı başarılı olabilmek için Rum-Ermeni işbirliğini sağlamaya çalışıyordu. Nitekim Venizelos daha sonra 5 Ekim 1920’de Lloyd George’a çektiği telgrafta da Rusya’nın güneyine yerleşenlerle birlikte 800 bin nüfusa sahip olan Pontuslu Rumların bağımsız bir devlet olmasını, bu devletin Ermenistan ve Gürcistan ile işbirliği yaparak İslam ve Rus emperyalizmine karşı kesin bir set oluşturacağını bildirir ve İngiltere’nin bu konuda siyasi ve maddi desteğini ister77.

Venizelos’un öncelikli amacı Anadolu’daki milli hareketi iki ateş arasında bırakarak, işgalleri kolaylaştırmak olduğu için, Pontus temsilcilerini Ermenilerle anlaşmaya zorlamaktaydı. Bu politika gereği nihai tahlilde bağımsızlıktan vazgeçmeyen Pontuslu liderler Ermenilerle bir konfederasyon kurabileceklerini açıklamışlardır78. İşte böyle bir politik atmosferde, yolculuğunu yeni Vali Haydar Bey’le birlikte yapan Hrisantos, 9 Kasım 1919’da Trabzon’a dönmüştür. Hrisantos Trabzon’da bulunduğu süre içinde mevki kumandanı ve vali ile yaptığı resmi görüşmelerde, Türklerle Rumların işbirliği yapmaları ve dost geçinmeleri gerektiğini belirtmiştir79. Ayrıca İstikbal Gazetesi başyazarı Faik Ahmet (Barutçu) ile yaptığı görüşmede; Trabzon’da bir Ermeni yönetiminin kurulamayacağını, Türk ve Rumların birlikte yaşamalarının gerçek menfaatleri açısından gerekli gördüğünü vurgulanmıştır80. Pontus davası için istediği desteği Avrupa’da bulamayan Hrisantos; Ermeni isteklerini ön plana çıkararak, Rum emellerini gizlemeye, demeç ve davranışları ile de Türklerin güvenini kazanmaya çalışmıştır. Bunda da kısmen başarılı olmuştur. Zira Hürriyet ve İtilaf taraftarları O’na inanarak işbirliği yapmışlardır81.Ancak Harbiye Nezareti ve Emniyet Müdürlüğü ile bölge halkında güven uyandırmamış, Hrisantos’un davranışlarındaki değişiklik kuşkuyla karşılanmıştır82 .

Gerçekten Hrisantos’un politikasındaki bu değişiklik, güven telkin etmekten uzak bir politik manevradan ibaret olduğu çok geçmeden anlaşılacaktır. Çünkü aylarca Avrupa devletleri nezdinde Pontusçuluk için çaba sarfeden, bölgede çete faaliyetleri organize eden bir kişinin, Batı Anadolu’da Rumların cüretkâr bir şekilde Yunan politikasının emrinde çalıştığı bir sırada, O’nun Anadolu’nun bir başka köşesinde barışsever bir hava içerisinde kardeş gibi yaşama prensibini savunmaya girişmesi Yunanistan, Patrikhane ve Pontus teşkilatlarından aldığı bir direktif gereği olmalıydı83 .

Nitekim aynı dönemde; Atina’da teşkil edilen Pontus birliklerinin Doğu Karadeniz bölgesine nakledilmesi için İngiltere’ye müracaat yapılmış, Venizelos’da Barış Konferansı’na Pontus’un büyük devletlerden birinin mandasına verilmesini teklif etmiş, Konstantinides ve Oeconomou 15 Kasım 1919’da Barış Konferansı’na verdikleri yeni bir ortak muhtırada; Doğu Karadeniz Bölgesi’nde Hristiyanların katledildiğini belirterek, Pontus’un Türk hükümetinden kurtarılarak Pontus Cumhuriyeti’nin kurulması ile asayişin sağlanabileceğini vurgulayarak bu konuda büyük devletlerin yardımlarını istemişlerdir 85.

Bu teşebbüslerden haberdar olmaması mümkün olmayan Hrisantos, güya; Karadeniz kıyılarında bir Pontus devleti kurmak için çalışmalarına devam eden Batum’daki Pontus komitesini fikrinden vazgeçirmek ve Müslümanlarla birleşmeleri için nasihatta bulunmak gerekçesi ile 14 Kasım 1919’da Batum’a gitmiştir. Hrisantos’un Batum’da bulunduğu sırada 18 Aralık 1919’da Batum’da Pontus Rum hükümetinin kurulmuş olması Onun gerçek amaç ve niyetlerini ortaya koymaktadır86. Batum’daki Pontus hükümetinin Anonefteris Pontus (Serbest Pontus) isimli bir yayın organı vardı. Bu gazete Batum Yunanistan Konsolosu Kuzis tarafından idare ediliyordu. Ayrıca bu hükümet Trabzon kıyılarına silah ve cephane çıkarıyor, Pontus Cumhuriyeti adına Rum yolculara pasaport veriyordu87.

Batum’dan Tiflis ve Erivan’a geçen Hrisantos, Venizelos’un talimatı gereği Ermenilerle federasyon görüşmelerine katılmıştır. Hrisantos ve Katheniotis ile Ermeni temsilciler Hatissian ve Terminassian arasında cereyan eden görüşmelerde; Rumlar iki eşit federasyonun oluşturacağı bir konfederasyon kurulmasını isterken, Ermeniler, Rumların bir federe devlet olarak Ermenistan’a katılabileceğini savundukları için bu konuda anlaşma sağlanamamıştır88 . Ancak Hrisantos’un başlattığı bu görüşmeler Ocak 1920’de Yunan-Ermeni Anlaşması ile sonuçlanmıştır. Yunan subayı ve Pontus davasının öncülerinden Katheniotis ile Ermenistan temsilcisi General Terminassian arasında imzalanan bu anlaşma ile müttefiklerin veya Yunanlıların bölgeye askeri yardım göndermesi kararlaştırılmıştır89. Böylece 1918’de Cenevre’de “Türkiye’de zulme uğramış milletler birliğinin” kurulması ile başlayan Rum -Ermeni90 işbirliği Venizelos’un stratejisi gereği bir ittifakla sonuçlanıyordu. Çünkü, Venizelos, Anadolu’daki milli hareketi iki ateş arasında bırakarak, güçlenmesini engellemek için Doğu’da Rum-Ermeni-Gürcü ittifakının güçlü bir set oluşturacağına inanıyordu. Bolşevizme ve Türk milliyetçilerine karşı büyük bir engel olarak görülen bu işbirliği müttefikler tarafından da tasvip edilmekte idi91. Sonuçta Anadolu’daki milli hareket Batı’daki Yunan ordusuna karşı mücadele ederken, aynı zamanda Kuzey Doğuda Pontus-Ermeni komplosuyla karşı karşıya kalıyordu92.

İşte böyle önemli bir işbirliğinin temellerini atan Hrisantos Trabzon’a dönüşünde Rumlar tarafından büyük gösterilerle karşılanmıştır. Bu gelişmeler üzerine Batum Pontus Derneği Samsun ve Trabzon’daki Rum çete örgütlerinin güçlendirilmesi için Yunanistan’a müracaat ederken, Venizelos, Hrisantos’u tekrar Paris’e davet etmiştir. Bu sırada Barış Konferansı nezdindeki Ermeni temsilci Bogos Nubar’la görüşen Venizelos; Rum-Ermeni işbirliğini geliştirmek amacıyla O’nu Trabzon konusundaki isteklerinden vazgeçirmeye çalışır. Bu sırada 27 Şubat 1920’de Barış Konferansının Trabzon’u ileride kurulacak Ermeni devletinin sınırları dışında bırakması üzerine, Pontus adına hareket eden Yunan temsilci Katheniotis İngiltere’ye Yunan mandası altında ve Yunan ordusu tarafından korunacak bir Pontus devletinin kurulmasını teklif etmiş, ancak olumlu cevap alamamıştır93. Aynı dönemde Londra’ya gelen Hrisantos, Konstantinides ve Oeconomou ile birlikte Barış Konferansı’na, Pontus’un bağımsız bir devlet olarak ilan edilmesini isteyen bir muhtıra vermişlerdir. Ancak 22 Mart 1920’de İngiliz temsilci Vansittart bölgede 312 bin Rum’a karşılık 1 milyon 830 bin Müslümanın yaşadığını belirterek bu isteğe karşı çıkar ve meselenin Konferansın gündeminden düşürülmesini ister94. Barış Konferansının San Remo görüşmelerini takip eden Hrisantos ve Konstantinides 30 Nisan 1920’de hazırlanmakta olan Sevr’de kurulacak Türkiye bünyesinde Pontus’ta ayrı bir idari birim kurularak, bu birimin basma Cemiyet-i Akvam tarafından bir vali atanmasını talep eden yeni bir istekte bulunurlar, ancak sonuç alamazlar.

Venizelos’un diplomatik alanda Pontus konusunu ağırdan alır gibi görünmesinin temelinde hazırlanmakta olan Sevr Anlaşmasının netleşmesini beklemesi yatmaktadır. Nitekim 22 Haziran’da Lloyd George’un Venizelos’a Türkiye’ye Sevr’i askeri yoldan dayatma görevini vermesi üzerine Pontus meselesinin çetecilik ve askeri cephesi canlanacaktır. Yunanistan bir taraftan bölgedeki çeteleri güçlendirmeye çalışırken, diğer taraftan Doğu Karadeniz bölgesine askeri müdahale yaparak amacına ulaşmaya çalışacaktır.
-Devam Ediyor-

Pontus Meselesi ve Yunanistan'ın Politikası -II

b) Çetecilik Faaliyetleri ve Askeri Müdahale Teşebbüsleri
Mondros Mütarekesini takiben Türk ordusunun terhis edilmesine başlanmasına paralel olarak, Doğu Karadeniz Bölgesi’ndeki Pontus çeteleri Türk köylerine karşı saldırıya geçerler. İlk saldırılar Kasım 1918’de Bafra civarında bulunan Nebyan bölgesinde başlamıştır95. Daha sonra Samsun, Çarşamba, Vezirköprü, Terme, Amasya, Merzifon, Kavak, Ladik, Gümüşhacıköy, Havza, Tokat, Erbaa ve Sivas (Zara bölgesi) bölgelerine yayılmıştır 96.

Özellikle 9 Mart 1919’da 200 kişilik bir İngiliz kuvvetinin Samsun’u 30 Mart’ta da Merzifon’u işgal etmesi, Pontusçu çetelerin saldırılarını artırmalarına yol açmıştır97. İngiliz askerlerini yöre Rumları sevinç gösterileri ile karşılamışlardır. Paris Barış Konferansında Pontusçulara istedikleri siyasi desteği vermeyen başta İngiltere olmak üzere itilaf devletleri, bölgede Pontusçulara yardımda bulunuyorlardı. Nitekim, köylerdeki çeteleri organize etmek amacıyla, Samsun’daki İngiliz temsilci Şalter, başlarında Metropolit Germanos bulunan bir komite kurar. Pontus Meselesi isimli kitapta İngilizlerin Samsun’a çıktıkları zaman Rum çetelerine 10 bin silah dağıttıkları belirtilmektedir98. 7 Nisan 1919da Samsunlu Rumlar Yunan bağımsızlık gününü kutlarlar99 . Nisan ayının ikinci yarısında Metropolit Germanos Samsun Piskoposluğunda çete liderlerini toplayarak, Samsun, Bafra, Çarşamba, Ünye, Fatsa, Tokat, Niksar, Merzifon, Havza, Erbaa, Ladik, Amasya ve Vezirköprü bölgelerinde örgütlenmenin güçlendirilmesi için kararlar alınır100 . Pontus çetelerinin örgütlenmesine paralel olarak, İtilaf devletleri Türk ordusunun silahlarını toplamaya hız verirler. Bu arada Yunan Kızılhaç gemileriyle Karadeniz limanlarına ilaç sandıkları içinde silah ve cephane taşınmıştır101.

İngilizler’in 21 Nisan 1919 tarihli notası102 üzerine, Osmanlı Hükümeti tarafından 9. Ordu Müfettişliğine atanan Mustafa Kemal Paşa, 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkmasından sonra, 21, 22 Mayıs tarihli Sadrazamlığa gönderdiği telgraflarda bölgedeki asayişsizliğin Samsun ve civarında bulunan 40 kadar Rum çetesinden kaynaklandığını, Müslümanların bu çetelerden korunmak için 13 çete oluşturduklarını, şayet Rumlar, müslümanları rahatsız eden siyasi gayelerinden vazgeçerlerse Müslüman çetelerinin ortadan kalkacağını bildirerek bölgedeki Pontus çetelerine dikkat çekmiştir103.

1920 yılı başlarından itibaren başta Samsun olmak üzere Pontus çetelerinin bir taraftan sayıları artarken, diğer taraftan güçlü bir organizasyona gitmeye başlamışlardır. Atina’daki Pontus birlikleri içinde yer alan Yunan Subayı Karaiskos Mart 1920’de Samsun’a gelerek çeteleri düzenli orduya benzer bir şekilde örgütlendirmeye girişmiştir. Karargâhını Samsun yakınlarında Hacıismail köyüne kuran, Karaiskos, bütün çete reisleri, muhtarlar ve metropolitlerle bir toplantı yaparak hepsini askeri disiplin altına almış, uyulması gereken kuralları tesbit etmiştir. Ayrıca Mustafa Kemal Paşa’ya karşı olan Çerkezler’le de bir ittifak yapmıştır. Böylece kendi başına hareket eden Pontus çeteleri üzerinde askeri bir disiplin kurmuş, düzenli orduya benzer bir şekilde organize etmiştir104. Böylece Karaiskos’un organizasyonu sayesinde Rusya’dan da gelen çetelerle toplam sayıları 25 bin civarına ulaşan Pontus çeteleri105 özellikle Samsun ve çevresinde Rum köylerinin bulunduğu bölgelere tamamen hakim olarak Türk ordusunu arkadan vurmaya hazırlanıyorlardı. Bu sırada Topal Osman’ın hakim olduğu Giresun hariç106 diğer bölgelerde saldırılarını artıran Rum çeteleri, dışarıdan yapılacak bir müdahaleyi beklemeye başlamışlardı. Bu sırada bölgede makalemizin ekler bölümünde Yunanca listesini verdiğimiz, Yunanlılar tarafından tesbit edilen meşhur 81 tane çete reisi bulunuyordu107.

1920 yılının ilk yarısında hazırlıkları tamamlanarak 10 Ağustos 1920’de imzalanacak olan Sevr’i, İngiltere’nin zorla kabul ettirme politikası çerçevesinde Yunan ordusuna ileri hareket etme izni verildi. 22 Haziran 1920’de Trakya ve Batı Anadolu’da genel bir saldırıya başlayan Yunan Ordusu, Haziran sonlarında Salihli, /Akhisar, Alaşehir ve Balıkesir’i, 8 Temmuzda Bursa’yı işgal ederken, 27 Temmuza kadar bütün Trakya’yı işgal etmişlerdir. Bu sırada henüz düzenli ordunun kurulamamış olması ve içeride cereyan eden iç isyanlar sebebiyle Yunan ordusunun ilerleyişine engel olunamamıştı . İşte Yunanistan; Anadolu’daki milli hareketin en zayıf olduğu bir dönemde başta Samsun olmak üzere Doğu Karadeniz bölgesinde en az 20 bin - 25 bin kişilik iyi teçhiz edilmiş Pontus çeteleri ile Ankara Hükümetine doğu istikametinden de taarruz ederek kesin sonucu almak istemiştir109. Bu sırada Yunan Genelkurmayı Ankara’nın birkaç hafta içinde düşeceğini hesap ederek, Türk ordusunun Sivas veya Kayseri bölgesine çekilebileceği ihtimaline karşı, Pontus birliklerini Samsun’da karaya çıkaracakları 6-7 bin kişilik Yunan askeri ile takviye ederek, Samsun-Sivas yolunu kesmeyi ve bölgede Ankara hükümetine isyan eden unsurlarla güç birliği yapılarak milli hareketin imhasını hesaplamıştır. Atina’daki Pontus komitesi tarafından Venizelos’a iletilen bu teklif, Venizelos tarafından Lloyd George’a daha önce bahsedilen 5 Ekim 1920 tarihli teklifi ile birlikte iletilmiştir. Bu teklifte Venizelos; Ankara ve Karadeniz bölgesindeki milli hareketin kesin olarak ortadan kaldırılması için, böyle bir askeri harekatın şart olduğunu bildiriyor ve Yunanistan’ın siyasi, askeri ve mali nedenlerle bu askeri harekatı tek basma yapamayacağını belirtiyor ve İngiltere’den 200 bin üniforma ve ayda 3 milyon sterlin istiyordu. Bu şartların yerine getirilmesi halinde Eskişehir ve Afyonkarahisar’ın 10 gün, Ankara’nm da 3 hafta içinde işgal edileceğini, bu arada da Pontus’un işgalinin tamamlanmış olacağı konusunda teminat veriyordu110.

Samsun civarında yoğunlaşan Pontus çetelerinin, Yunanistan’ın bu savaş stratejisi yönünde koordineli bir şekilde hareket ettikleri görülmektedir. Özellikle Samsun bölgesinden İç Anadolu istikametinde Orta Karadeniz bölgesinde geçit yolları üzerinde bulunan Ada, Örencik, Terzili, Düz, Koşaca, Çavşur, Ortaklar, Esenbey vb. köyleri topluca yakıp yıkarak katliam yaptıkları ve Tokat, Sivas hattına doğu sarktıkları dikkati çekmektedir111.

Yunanistan’ın bu savaş stratejisi müttefikler arasında incelenirken TBMM hükümetinin Eylül 1920’de Ermenilere karşı başlattığı Doğu Harekâtı başarıyla sonuçlanmış, 2 Aralık 1920’de Gümrü Anlaşmasının imzalanması ile tamamlanmıştır. Böylece Doğu cephesinde emniyetin sağlandığı bir sırada, İngiliz yetkililerin de Doğu Karadeniz bölgesine bir Yunan askerî operasyonu başlatılması lehinde hava doğmuştur. Özellikle İstanbul’daki İngiltere temsilcileri Türk ordusunun Doğu’da gelişen başarıları üzerine, halâ Yunan kuvvetlerinden yararlanılması isteniyorsa, onlara İstanbul ve Pontus Cumhuriyeti’nin vaadedilmesi ve Trabzon’a yapılacak bir Yunan operasyonunun desteklenmesi gerektiğini savunmaya başlamışlardır112 . Venizelos’un büyük bir arzu ve heyecanla beklediği böyle bir havanın ortaya çıktığı bir sırada, Yunanistan’da siyasi durum karıştı. Bir maymunun ısırdığı Kral Aleksandros 25 Ekim’de öldü. Venizelos, tam bu hanedan bunalımının ortasında 14 Kasım 1920’de yapılan seçimleri kaybetti113.

Bu gelişmeleri yakından takip eden Ankara hükümeti, başta Pontus çeteleri olmak üzere iç isyanları bastırmak amacıyla 9 Aralık 1920’de Merkez ordusunu kuracaktır. Diğer taraftan yeni Yunan hükümetinin Anadolu’daki askerlerini geri çekeceğinden endişelenen İngiltere, Venizelos aracılığı ile, Venizelosçu subaylar ve başta İstanbul olmak üzere, Anadolu’daki Rumların oluşturdukları silahlı çete birliklerinden yararlanmak istemekteydiler. Venizelos’un aracılık ettiği bu plana göre; İngiltere’nin ekonomik ve siyasi yardımı ile Anadolu’da bulunan iki Venizclosçu bölük ve Doğu Karadeniz, İstanbul ve Adalar’daki gönüllü Rum çeteleri sayesinde amaçlarına ulaşacaklardı114. Ancak Yunanistan’da yönetim değişikliğine rağmen, takip edilen politika değişmemiş, yeni Yunan hükümeti de Anadolu’daki ilerlemelerine devam etme kararı almıştır115. Nitekim Yunan orduları Ankara istikametinde ilerlerken Yunanlı Subay Saviyannis İngiliz yetkililerine 1 Mart 1921’de yapılan bir öneride, Türk ordusunun Sivas’a kadar kovalanması ve bu arada Yunan ordusunun “Pontus”a çıkarak Rum nüfusunun bulunduğu yerlerde üslenmesi, daha sonra da Ermeniler’in yardımı ile Sivas ve Erzurum’un işgal edilmesini teklif edecektir116. Bu gelişmeler sırasında 16 Mart 1921 tarihinde Türkiye ile Sovyetler Birliği arasında imzalanan Moskova Anlaşması sonucu, Sovyetlerin Anadolu’ya silah yardımının önlenmesi amacıyla, Saviyannis 7 Haziran 1921’de Türkiye’nin Karadeniz limanlarının ablukaya alınması için İngiltere’ye yeni bir teklifte bulunmuş, 9 Haziran’da Yunan Kruvazörü Kilkis TBMM hükümetinin Karadeniz’deki tek güvenli giriş limanı olan İnebolu’yu bombalamıştır117. 19 Temmuzda Samsun ve Giresun önünde dolaşmaya başlayan Yunan savaş gemileri 20 Temmuzda Trabzon’u da topa tutmuşlardır118. Büyük taarruz öncesinde de Yunan savaş gemileri Samsun’u bombalayacaklardır. Batı Anadolu’daki Yunan ilerlemesine paralel olarak Doğu Karadeniz limanlarına yönelen saldırılar bölgedeki Rum çetelerini daha da cesaretlendirmiştir. Bu gelişmeler üzerine endişeleri giderek artan TBMM hükümeti askeri ve idari açıdan radikal kararlar alarak Pontus çetelerini tamamen etkisiz hale getirme yoluna gitmiştir.

3) TBMM HÜKÜMETİ’NİN ALDIĞI TEDBİRLER ve PONTUSÇULUĞUN SONU
Mütareke döneminde, Doğu Karadeniz bölgesinde faaliyet gösteren Pontus çeteleri ile savaşacak yeterli kuvvet bulunmamaktaydı. Bir taraftan ordu terhis edilirken, diğer taraftan milli kuvvetler henüz teşekkül etmemişti. Bir kısım jandarma birlikleri ile 15. Tümen’in ve 5. Kafkas Tümeninin bir kısım alayları bölgeye gönderilerek mücadele edilmesine rağmen, 1919 yılında Pontus çetelerine karşı yürütülen mücadeleden olumlu bir sonuç alınamamıştır. Bu arada Batı Anadolu’da Yunan ilerlemesine paralel olarak, İtilaf devletleri ve Osmanlı hükümetinin tahrik ve teşvikleri ile Anadolu’da çıkan iç isyanların yanısıra, başta Samsun olmak üzere Doğu Karadeniz bölgesinde Pontus çetelerinin giderek ciddi bir tehdit arzetmesi üzerine, TBMM hükümeti 1920 yılı başlarından itibaren Pontusçulara karşı ciddi tedbirler almaya başlamıştır. Özellikle merkezi Sivas’ta bulunan 3. Kolordu Pontus çetelerinin etkisiz hale getirilmesi için bütün gücünü harcamaya başladı. Fakat mevcut kuvvetlerle bölgede asayişin sağlanamayacağı ortaya çıkmıştı119. Bu sebeple Mustafa Kemal Paşa da 24 Nisan 1920’de TBMM’nde yaptığı konuşmada Pontus meselesini çözmekle görevlendirilen kuvvetlerin büyük bir komuta altında birleştirilmesi gereğini vurgulamıştı120. Bu çerçevede düzenli ordunun kurulmasına paralel olarak, Pontusçuluk faaliyetlerini köklü bir şekilde halletmek amacıyla 9 Aralık 1920’de Merkez ordusu kurularak komutanlığına da Nurettin Paşa tayin edilmiştir121. Mevcudu 10 bin civarında olan merkez ordusunun kurulması ile Pontus çetelerine karşı daha etkili bir şekilde mücadele yürütülmeye başlanmıştır122. Ancak geniş bir bölgeye dağılmış bulunan Pontus çetelerine karşı, sadece askeri tedbirlerle sonuç almak mümkün gözükmüyordu. Bu sebeple TBMM hükümeti askeri tedbirlere paralel olarak, idari ve adli tedbirler de alma yoluna gitmiştir.

TBMM hükümeti ilk iş olarak bir beyanname yayınlayarak yaşıtları silah altında bulunan Rumlar’ı da askere çağırmış, kan dökülmesine sebebiyet verilmemesi için dağlardaki çetelerin silahları ile birlikte teslim olmalarını istemiştir123. Benzer beyannameler daha sonraki dönemde de yayınlanmıştır. Mesela Samsun Mutasarrıfı 1922 yılının ilk günlerinde Pontus çetelerine bir beyanname yayınlayarak, kandırılarak dağlara çekildiklerini, kendileri ile birlikte ailelerini de felakete sürüklediklerini vurgulayarak, teslim olmalarını istemiştir124. Yukarıda belirtilen ilk beyannamede teslim olmaları ve silahlarını da teslim etmeleri için Pontus çetelerine tanınan bir haftalık sürenin dolmasından sonra, bölgede aramalara başlanmış, sadece Samsun ve Amasya bölgesinde 2 binden fazla silah ile bir milyon 200 bin mermi toplanmıştır125. Gerek hükümetin çağrışma uymayan, gerekse aramalar sırasında silahını teslim etmeyen Rumların çoğu dağlara kaçarak çetelere katılmışlardır. Merkez ordusu teslim olanların affedileceklerini ilan edip, belli bir süre tanımasına rağmen, buna pek uyan olmamıştır. Nurettin Paşa bu iyi niyetli girişimlerden sonra artık askeri kuvvet kullanmaya mecbur kalındığını belirtmektedir126. Bölgede yapılan genel silah aramasının yanısıra, Pontus teşkilatının merkezleri olarak bilinen Samsun ve Trabzon metropolitlikleri ile daha önce de bahsedildiği gibi, Merzifon Amerikan Kolejinde de aramalar yapılmıştır. Bu aramalarda Pontus teşkilatı ile ilgili olarak bulunan silah, bayrak, evraklar ve ihtilal belgeleri vb. olayın boyutlarını ve ciddiyetini bütün çıplaklığı ile ortaya çıkarmıştır127.

Bölgedeki Pontus çetelerinin etkisiz hale getirilememesi ve Yunan ordusunun Samsun bölgesine çıkarılması yolunda geliştirilen savaş stratejisi karşısında, daha radikal tedbirler alma lüzumu doğmaya başlamıştır. Bu konuda alınabilecek en radikal çözüm bölgedeki eli silah tutan Rumların daha güvenli ve emin olan iç kısımlara nakledilmesi olmasına rağmen, TBMM hükümeti başlangıçta böyle bir tedbire karşı çıkmıştır. Nitekim Mayıs 1921’de Yunan ordusunun Karadeniz sahillerine asker çıkarma ihtimalinin artması üzerine, sahil kesimlerinde yoğun olarak yaşayan Rumlar’ın düşmana dayanak teşkil etmesini önlemek amacıyla 29 Mayıs 1921 tarihli Dahiliye Vekaleti’nin sahildeki eli silah tutan Rumlar’ın iç bölgelere sevkedilmesi isteğini, TBMM hükümeti 5 Haziran 1921 tarihli toplantısında uygun görmemiştir128. Bunun üzerine tekrar hükümete başvuran Dahiliye Vekaleti; Karadeniz’de faaliyete geçen Yunan donanmasının Rumların yoğun olarak bulunduğu Samsun, Ordu, Giresun, Sinop gibi şehirlerimize saldırması halinde, Rumların hem katliam yapabileceklerini, hem de düşmanın işgalini kolaylaştıracaklarının kuvvetle muhtemel olduğu belirtilmekte ve çare olarak Karadeniz sahilindeki eli silah tutan Rumlar’ın 40 kilometre iç kısımlara nakillerinin Genelkurmay Başkanlığı ve Merkez ordusu kumandanlığınca zaruri görüldüğü gibi, Giresun ve Sinop Mutasarrıflıklarınca da yapılan müracaatlarda, Yunanlıların şehre saldırmaları veya topa tutmaları halinde ahalinin bir ferdinin bile kurtulmasına imkan bulunmadığı, bu sebeple halkın iç kısımlara çekilmesine müsaade edilmesinin istenildiği belirtilmekte ve bu sebeplerle 5.6.1921 tarihli kararın tekrar gözden geçirilmesi istenmektedir129.

Bu sırada Yunan donanmasının Karadeniz’de artan faaliyeti ve 9 Haziran’da İnebolu’yu bombalaması, Sakarya Savaşı’nın yaklaşmakta olduğu bir dönemde bütün kuvvetlerini Batı cephesine kaydırmaya başlayan TBMM hükümetini iki ateş arasında kalma konusunda ciddi bir şekilde endişeye sevketmiştir. Gelişen alaylar ve Dahiliye Vekaletinin müracaatı üzerine 12 Haziran 1921 tarihinde toplanan TBMM hükümeti, Yunan donanmasının Karadeniz’de artan faaliyeti ve İnebolu’yu bombardıman etmesi sebebiyle, Samsun’a asker çıkarma ihtimalinin kuvvetlendiği kanaatına vararak, sahildeki 15 yaşından 50 yaşına kadar eli silah tutabilen Rumlar’ın iç kısımlara nakline karar vermiştir130. Bu kararın 16 Haziran 1921 tarihinde Merkez ordusu kumandanlığına bildirilmesi ile uygulamaya başlanmıştır131. Nitekim, Merkez Ordusu’nun ilgililere 19 Haziran 1921 tarihinde yaptığı tebligatta, eli silah tutan Rumların Ergani-madeni, Malatya, Maraş, Gürün ve Darende’ye sevkedilecekleri, bunların şevki ve yerleştirilmeleri sırasında kanuna aykırı istenmeyen hareketleri ve ihmalleri görülen görevlilerin sorumlu tutulacağı, geride kalan kadınlarının dost ve düşmana karşı namus, can ve mallarının hükümetçe güven altına alındığı ilan olunmuştur132. Ayrıca kadın ve çocukların nakledilmeyeceği, sevk olunan erkeklerin geride kalan taşınır veya taşınmaz mallarına tecavüz ve hatta yasaklara aykırı bir şekilde satılması ve faydalanılmasına çalışanların ağır bir şekilde cezalandırılacakları da belirtilmiştir133.

Eli silah tutan Rumların bu ilk şevki sırasında hükümet güvenliklerinin sağlanması için her türlü tedbiri almıştı. Buna rağmen, Nurettin Paşa ilk kafilelerin yol güzergâhındaki Rum köylerine saklanan bazı çetelerin saldırısına uğradığını belirterek, olaylardan Rum çetelerinin sorumlu olduğunu vurgulamaktadır134. Bu uygulama sırasında hükümetin emrine karşı çıkan birçok Rum, aileleri ile birlikte dağlara çekilerek çetelere katılmışlar, birçok Rum da köylere saklanmıştır. Diğer taraftan yol güzergâhındaki Rum köylerinden, kafilelere saldırıların da olması üzerine yol güzergâhında bulunan Rum köylerinin bazılarının da yerlerinin değiştirilmesi yoluna gidilmiştir. Nitekim Dahiliye Vekaleti TBMM hükümetine yaptığı 29 Haziran 1921 tarihli müracaatta Rum nüfusunun yoğun olarak bulunduğu Samsun’un Nebyan ve Kocadağ taraflarında bir kuvvet çıkarma hareketi halinde çetelerin kuvvetlerimizi arkadan vurmaya hazırlandıkları, eli silah tutan Rumların iç kısımlara naklini engelledikleri ve masum Müslüman ahaliyi katliama tabii tuttukları, özellikle Nebyan civarında 5 Türk köyünü tamamen imha ettikleri belirtilerek, bu havalideki Rumların Yunanistan ve Pontus teşkilatı tarafından bir program dahilinde hareket ettirildikleri vurgulanmaktadır. Sonuçta da, Samsun Sahil bölgesi, Bafra kazası ve Nebyan, Kocadağ mıntıkası dahilindeki Rum köylerinin iç kısımlara şevkini tamim eden Merkez Ordusu kumandanlığının teklifinin bir karara bağlanması istenmektedir135. Dahiliye Vekaleti, TBMM Hükümetine 2 Temmuz 1921de yaptığı müracaatta da daha önce şevkleri teklif edilen Rumlarla aynı gaye için çalışan Amasya livasının Ladik ve Tavşan dağlarından ve Tokat’ın Destek Boğazı, Yaylacık ve Haris dağlarında ve Yozgat’ın Akdağmadeni ovasındaki Pontus teşkilatının mevcudiyeti anlaşıldığından, yeni bir karar alınarak, daha önce alman kararın bütün Karadeniz sahiline teşmil edilmesi ve Şark cephesi, Kastamonu ve Kocaeli Kumandanlıklarına da bu hususta yetki verilmesi istenmektedir136.

Dahiliye Vekaleti’nin bu müracaatlarını 2 Temmuz 1921 tarihli toplantısında değerlendiren TBMM hükümeti, yukarıda sayıları bölgelerdeki Rumların askeri açıdan lüzum görüldüğü takdirde başka bölgelere nakledilmesi hususunda ordu kumandanlığının yetkili kılınmasına karar vermiştir137. TBMM Hükümeti 3 Temmuz 1921’de de Karadeniz kıyılarını 12 Haziran 1921 tarihinden geçerli olmak üzere savaş alanı ilan edilmiştir138.

Yukarıda da izah edildiği gibi, uluslararası hukuk açısından savaş halindeki bir devlette, ordunun arkadan vurulması, casusluğun önlenmesi, katliamların ve isyanın ortadan kaldırılması ve sahillerin korunması gibi sebeplerle, askeri açıdan gerekli görülen bazı köyler her türlü güvenlik ve ihtiyaçları sağlanarak iç bölgelere nakledilmişlerdir. Boşaltılan köyler tamamen Rum çetelerinin üstlendikleri, güvenliğin sağlanamadığı köylerdir. Topluca boşaltma ve iç kısımlara sevk etme yoluna gidilmemiştir. Zaten çok geçmeden TBMM Hükümetinin 2 Temmuz 1921 tarihli kararı, Samsun’un Türk eşrafının hükümet nezdinde yaptıkları girişimler sonucu hükümet tarafından kararın uygulanması durdurulmuştur139. Nitekim Bafra civarında Kızılırmak havzasında yaşayan birçok Rum köyü boşaltılmamıştır. Bu köylerde yaşayan tahminen 10 bin Rum kadın ve çocuğun da iç kısımlara nakledilmesi için, İstanbul’daki Yunanistan Komiserliği İngiltere mümessili vasıtasıyla TBMM Hükümetine müracaatta bulunmuştur. Bu müracaat üzerine 23 Kasım 1921 tarihinde toplanan TBMM Hükümeti, burada yaşayan Rumların güvenlik ve istirahatleri hükümetimizce sağlandığından başka bölgelere nakledilmesine gerek olmadığına karar vermiştir140. Yunanistan’ın bu müracaatı ile savaş ortamı içinde Türk Hükümetinin tehcir uygulamasını haklı bulduğunu göstermiştir. Diğer taraftan TBMM Hükümeti çeşitli bölgelere sevkedilen Rumlar içinde muhtaç durumda bulunanların her türlü ihtiyaçlarını karşılamak üzere, TBMM Hükümeti kararıyla 5 bin lira ayırmıştır141 . Bu para “Sıhhiye ve Muavenet-i İçtimaiye Vekaleti” tarafından tahsisat talep edilen bölgelere gönderilmiştir142. Ayrıca TBMM’nin 8 Ağustos 1921 tarihli gizli oturumunda Rumların tehciri ile ilgili konu tartışılırken, Mustafa Kemal Paşa, amaçlarının Rum çetelerinin silahlarını toplamak olduğunu, ancak bu amaca ulaşmak için öldürmek vurmak gibi yöntemlere karşı olduğunu kesin bir dille vurgulayarak, bu konudaki hassasiyetini dile getirmiştir143. Diğer taraftan Rum çetelerine karşı Amasya (1000 silah) ve Tokat (500 silah) şehirlerinin silah isteklerini de İcra Vekilleri Heyeti kabul etmemiştir144.

TBMM Hükümeti, gerek çatışmalarda gerekse aramalarda yakalanan Rum çeteleri, doğrudan cezalandırma yoluna gitmeyerek, Pontus isyanını bastırmada hukuka bağlı kalmaya büyük özen göstermiştir145. Bu çeteleri dönemin olağanüstü mahkemeleri olan İstiklal Mahkemesinde yargılamıştır. Bilindiği gibi Hıyanet-i Vataniye Kanunu’na dayanarak Eylül 1920’de kurulan İstiklal Mahkemelerinin 17 Şubat 1921’de faaliyeti durdurulmuştu. Fakat bütün Anadolu’da olağanüstü şartlar devam etmekte olduğu gibi, Pontusçu çete faaliyetleri de büyük boyutlara ulaşmış, soygun, firari ve ayaklanma gibi olaylar da artmıştı. İşte bu şartları dikkate alan TBMM Hükümeti, 30 Nisan 1921 tarihinde aldığı 822 sayılı karar ile, faaliyetine son verilen Sivas İstiklal Mahkemesinin münhasıran Pontus suçlularının davası ile ilgili ilgilenmek üzere Amasya ve Samsun havalisinde tekrar faaliyete geçmesine karar vermiştir146. Bu karar üzerine 17 Ağustos 1921’de çalışmalarına başlayan Amasya İstiklal Mahkemesi147 10 Ekim 1921 tarihine kadar Pontus meselesinden dolayı 3’ü Müslüman 174’ü Rum olmak üzere toplam, 177 kişiye ölüm cezası vererek idam etmiştir. Aralarında Trabzon Metropoliti Hrisantos, Giresun Metropoliti Lavrentios ve Konstantinides de bulunan 74 kişi gıyaben idama mahkûm edilmiş, 10 kişi kürek, 2 kişi de hapis cezasına çarptırılmıştır148.

Pontus çetelerine karşı alınan askeri ve idari tedbirler ile bazılarının İstiklal Mahkemesinde ölüm cezasına çarptırılması üzerine, Patrikhane Cemiyet-i Akvama idamların durdurulması için başvururken, Pontus teşkilatları ve Yunanistan İtilaf devletleri temsilcilerine devamlı olarak protesto, rapor ve şikayetnameler göndererek Pontuslulara mezalim yapıldığı propagandasının Avrupa ve Amerika’ya kadar yayılmasını sağlamışlardır. Sonuçta bu propagandaların etkisi altında kalan îtilaf devletleri temsilcileri de TBMM hükümeti nezdinde girişimlerde bulunmuşlardır149.

TBMM Hükümeti itilaf devletlerine verdiği cevaplarda; İstanbul Patrikhanesinin uzun zamandan beri Karadeniz kıyılarında merkezi Samsun olmak üzere bir Rum devleti kurmak için çalışan Yunanistan ile birlikte hareket ettiği, birlikte Doğu Karadeniz bölgesinde birçok gizli dernek kurduklarının belgelerle sabit olduğu belirtilmekte ve Pontus çetelerinin bölgede yaptıkları katliamlar ile yakalanan silahlardan bahsedilmektedir. Sonuçta bütün bu komplo ve olayları önlemek için bazı askeri ve idari tedbirler alındığı, bu tedbirlerin uygulanması esnasında masum halka zarar vermemek için hassas davranıldığı vurgulanarak, sahil halkından olup da silahlandırılmış olanlar ve Rum çetelerine yataklık eden köyler, halkının iç kısımlara gönderildiği, kadınların ise, sadece gizli Pontus cemiyetleri ile ilgili sabit olanların şevke tabii tutuldukları, askeri takip sırasında kesinlikle katliamın olmadığı, sadece askere ve güvenlik güçlerine silah çekerek dağlara çıkanların takip olunduğu, belirtilmekte ve bu tür hareketlerde bulunanlar arasında Müslüman ve Hıristiyan farkı gözetilmeksizin aynı muamelenin yapıldığı vurgulanmaktadır150. Kısaca hiçbir dış baskı ve müdahaleye aldırmayan TBMM Hükümeti Pontus çetelerine karşı kararlı bir şekilde mücadeleye devam etmiş ve 1923 yılının ilk aylarında Pontus çetelerinin isyanını tamamen bastırmıştır. Bu olaylar sırasında Pontus çeteleri tarafından bin 817 Türk öldürülmüş, 3 bin 723 ev yakılmış, bin 800 civarında soygun ve gasp olayı gerçekleştirilmiştir151. Buna karşılık bu mücadele sırasında 11 bin 118 Rum çete öldürülmüştür152. Sonuçta Milli Mücadelenin başarıyla sonuçlanmasına paralel olarak imzalanan Lozan Barış Anlaşması ile bölgedeki kalan Rumlar mübadele ile Yunanistan’a göç etmişler ve böylece Yunanistan ve Patrikhane tarafından sahnelenen Pontus meselesi bazı trajik sahnelerle birlikte tarihe malolurken, bu arada Yunanistan’ın Megali İdea hayallerine kapılarak içinde yaşadıkları devlete isyan eden bölge Rumlarının bir kısmı Yunan hayallerinin kurbanı olmuşlardır.
-Devam Ediyor-