30 Temmuz 2007 Pazartesi

Doğuş Çocuk Senfoni Orkestrası



Çocukların senfonik Doğuş’u                   Foto: Çetin KOŞAR
Doğuş Çocuk Senfoni Orkestrası Samsun Doğupark Amfitiyatro'da Konserinden
29 Temmuz 2007 Pazar


Doğuş Çocuk Senfoni Orkestrası’nın 10-15 yaşlarındaki 63 genç yeteneğinden geleceğin duayenleri çıkacak.

Müzik, kâinatın içine saklanmış keşfedilmeyi bekliyor. Kimi zaman gezegenlerin uzay dediğimiz koca boşlukta bıraktığı notalarda, kimi zaman da yunus balıklarının kendi aralarındaki iletişimi sağlamak üzere nefeslendirdikleri senfonik kıpırdanmalarda saklanıyor. İnsanoğlunun, anne karnında kendisine dinletilen seslere tepki verdiği ve bunun devamlılığı halinde zihin, kulak, dil gelişiminde akranlarının üstüne çıkacağı, tıp kitaplarında yer alıyor. Yaratılış olarak müziğe bu kadar açık çocuklara küçük yaşlarda müzik eğitimi verilemiyor. Nasibi olanların sayısı ise çok az. Şanslıların küçük yaşta yetenekleri fark ediliyor, geriye kalanlar ise bir yeteneğin umarsız kayboluşunu yaşıyor.

Dünya üzerinde müzik ve çocuğa ilişkin farklı uygulamalar var. Bunların başında da Güney Amerika ülkesi Venezuela geliyor. Bu ülkede 1975’te kurulan Sistema adlı bir program, 400 bin çocuğu halesi içine aldı. Bunların yüzde 90’ı fakir, önemli bir kısmı da engelli çocuklardan oluşuyor. Politikacı-müzisyen Jose Antonio Abreu tarafından bir garajda 11 kişiyle başlatılan serüvenden bugüne kadar 15 bin müzik öğretmeni yetişti. Program yalnızca fakir işçilerin enstrüman çalan çocuklarını yetiştirmiyor. Programda çalgı yapımı, kayıt teknolojileri gibi farklı branşlara da yer veriliyor.

BAK ŞU KENDİNİ BİLMEZLERE!

Berlin Filarmoni Orkestrası’nın şefi İngiliz Simon Rattle’a göre bu girişim, dünyadaki en önemli klasik müzik olayı. Rattle, Caracas’taki Montalban Müzik Okulu öğrencilerinden oluşan 850 kişilik orkestra ve koroyu yönetirken, programı daha yakından tanıma fırsatı bulmuş. Venezuela’da bunun gibi 90 müzik okulu var. Bunların hepsi devlet çatısı altında toplanıyor. Programın başındaki isim olan Xavier Moreno’ya göre asıl amaç çocukları profesyonel müzisyen yapmak değil, onları kurtarmak.

Venezuela’nın Sistema için ayırdığı ödenek yıllık 25-30 milyon dolar. Programın başarısını gören 22 Latin Amerika ülkesi de çocuklarını, uyuşturucu belası ve suç örgütlerinden korumak için aynı yolu seçmiş. Önümüzdeki beş yılda Venezuela’da ulaşılması hedeflenen çocuk sayısı 1 milyon. Bu hayale, dünyanın büyük kuruluşları da ortak olma çabasında. Inter-American Development Bank yeni bir bina için 20 milyon dolar çıkaracak. Klasik müziğin efsane şefi Zubin Mehta ile Placido Domingo ve Luciano Pavarotti gibi dev solistler de Sistema’ya destek veriyor.

Sistema’da amaç öncelikle çocukları korumak olsa da, bunun dışına çıkanlar da var. Gustavo Dudamel, bunlardan biri. Trombon çalmak için Sistema’nın kapısını çalan Dudamel, 23 yaşında Uluslararası Gustav Mahler Orkestra Şefliği Yarışması'nı kazanarak, bir plak doldurmayı başarır. Henüz 16’sında Venezuela Simon Bolivar Ulusal Gençlik Orkestrası'nın başına getirilen birisi için bu sürpriz sayılmazdı! Edicson Ruiz, Sistema’nın bir başka gururu. 17 yaşında Berlin Filarmoni Orkestrası’na seçilerek, orkestranın tarihindeki en genç kontrbasçı olma gururunu yaşar.

Venezuela’da 125 gençlik orkestrası, 57 çocuk orkestrası ve 30 senfoni orkestrası olduğunu söyleyerek konunun Türkiye kısmına geçelim. Ülkemizde bu yıla kadar profesyonel anlamda gerçek bir çocuk senfoni orkestrası yoktu. Ta ki, Doğuş Grubu’nun İletişim Direktörü Semih Yalman’ın bunu akıl etmesine kadar... Yalman’ın zihnine bu fikrin düşmesiyle, Doğuş Çocuk Grubu bünyesinde sanat yönetmenliği görevi Kemal Küçük’e verilerek, altyapıyı hazırlaması istenir. D-Marin Turgutreis Uluslararası Klasik Müzik Festivali’nin de sanat yönetmeni olan Küçük, bunun üzerine konservatuarlarda yetenek avcılığına başlar. Yaşları 10-15 arasında değişen 63 öğrenciyi 11 konservatuardan neredeyse cımbızla seçen Kemal Küçük, çocukların başına da orkestra şeflerinin duayenleri arasındaki Rengim Gökmen’i getirir.

Doğuş Çocuk Senfoni Orkestrası, gerçek anlamda bir ilk. Ancak, aklınıza hemen bir Venezuela kıyaslaması gelmesin! Bunu, Aksiyon’u prova sırasında ağırlayan orkestranın şefi Gökmen söylüyor: “Çocuklar konservatuarlı olmasa bu proje mümkün olmazdı. Konservatuarda haftada 8 saatten 4 yıl eğitim görmüş bir çocuk bile orkestracıyım diyemez. Benim için Cumhurbaşkanlığı ve Devlet Senfoni Orkestrası’nda en az 10 yıl geçirmesi lazım. Kaldı ki, çocuklarla çalışmak sanıldığı gibi kolay değil.” Sistema’nın orkestralarıyla kıyaslamak şu anda abes görünüyor; zira Türkiye’deki çocuklar, Güney Amerika’daki akranlarından mektepli olmaları açısından daha şanslı. Ayrıca, bizim orkestramızın sosyal problemleri yok etmek gibi bir derdi de yok. En azından şimdilik!

Bizde toplumsal bir problemi yok etme amacıyla yola çıkılmaması, yapılan işin değerinden bir şey kaybettirmiyor. Doğuş Çocuk Senfoni Orkestrası 17 Nisan’da TİM Show Center’da dünyaca ünlü keman virtüözü Alexander Markov’un eşlik ettiği ilk konseriyle bunu kanıtladı. 2 Haziran’da Lütfi Kırdar’da ve ertesi gün Kadıköy Halk Eğitim Merkezi’nde verdikleri konserler de ‘genç sanatçılar’ın imajlarını cilaladı. Bruch’un Keman Konçertosu, Schubert’in ‘Bitmemiş Senfoni’si ve Bizet’in ‘Carmen Süiti’ni çalan çocukların daha neler yapabileceklerini varın siz düşünün. Ama yine de ipucu vermekte fayda var. Sırada Beethoven’in 5. ve 8. senfonileri, daha da önemlisi bizim topraklarımızın değerleri olan Yalçın Tura, Hasan Tura ve Nüvit Kodallı’nın eserleri var. Repertuar arayışları da sürecek...

Minik yetenekler yaptıkları işin farkında. Heyecanları gözlerinden okunuyor. Önlerinde uzun ince bir yol var. Bu yola çıkmak Gökmen’i dahi korkutmuş: “Bu yaş grubuyla müzik anlamında doğrudan çalışmadım. Okuldaki öğrencilerim en azından master düzeyinde. Büyük orkestraların bile sormadığı basit sorular sorduklarında açıklamakta zorlanıyorum. Notaların altında yatan anlamları anlatmaya çalışmak, bizi duraklatabiliyor.” Usta şef, zaman içinde korkularını aşmış. Çocukların en çok da öğrenmeye iştahlı olmalarından memnun. Yaptığı işi, “Orkestra şefi bir aktördür. Aktör nasıl oynadığı rolün içine girerse, şef de müziğin elbisesi içine girer. Dışarıda şeflik biter.” diyerek anlatıyor. Gökmen, yardımcıları Tolga Tamiş, Hasan Tura ile Kemal Küçük’ün katkısının işini kolaylaştırdığını belirtiyor.

Ocakta ilk kez toplanan Doğuş Çocuk Senfoni Orkestrası, öğrencilerin sömestr tatillerine düşen kamp programlarında daha yoğun bir çalışma temposu yakaladı. Bu temponun bundan sonraki getirileri ağustos ayı sonundaki Turgut Reis Fesitvali’yle, sonbahara doğru Ankara ve İzmir’den start alacak Anadolu konserleri olacak. Rengim Gökmen’e göre tam da bu noktada, orkestranın misyonu başlayacak: “En önemlisi, bu konserlerin Anadolu’da verilmesi ve oradaki çocuklarla bir köprü oluşturması. Benim de en büyük sevincim bu. Böylece 16 milyona yakın çocuğa ulaşılmış olacak.”

Peki ya bundan sonrası? Düşünmeden cevaplıyor Gökmen: “Bu yaş grubu sürekli değişecek. Çok yetenekli en az 400 çocuk keşfedebilirsek, Doğuş Çocuk amacına varmış olacak. Amaç, gidebildiğimiz yere kadar gitmek. Bunun devrimsel niteliğini asıl 4-5 yıl sonra görebileceğiz.” Ardından da ekliyor: “Bazı çocuklar gerçekten virtüöz olabilecek yetenekler gösteriyorlar; ama rakipleri Ruslar, Japonlar ve Çinliler. Bu ülkeler müzisyen ihraç ederler ve iyi para kazanırlar. Biz de bunu hedeflemeliyiz.”

Çok da geniş sayılamayacak bir salonda neredeyse içiçe geçmiş 63 yürek... Her ne kadar solfej hatası yapsalar da alınlarında biriken ter ve enstrümanlarını çalarken yorulan parmaklarının ağırlığından anlaşılıyor sevgileri. Ve koca timpaniden yükselen gong sesinde kaybolmamak için direnen trompet, viyolonsel, keman sesleri... Bu seslerden bir ulusun senfonisi doğmaya hazırlanıyor...

Sayı: 603 - 26.06.2006 |  Fatih Vural


Klasik Müzikte Dönemler ve Müzisyenlerin Tanıtıldığı
Doğuş Çocuk Senfoni Orkestrası

19 Temmuz 2007 Perşembe

Saddam’ın Samsun'lu Gelini; Sevim TORUN





42 yaşındaki Sevim Torun ile Uday’ın tanışmaları bir hayli ilginç. Samsunlu olan Torun 1982 yılında bir Iraklı ile evli olan halasının Bağdat’taki oteline gider. Burada otelin düzenlediği güzellik yarışmasında kraliçe seçilir. Yarışmayı Saddam Hüseyin ve oğlu Uday da izler. Uday, Sevim’e aşık olur ve yıldırım nikahıyla evlenirler. Samsun’lu Sevim, dört beş ay mutlu bir aşk yaşadıklarını ama daha sonra Uday’ın kendisine işkence yapmaya başladığını söylüyor. ‘Bir Iraklı subayın yardımıyla her şeyimi bırakarak saraydan kaçıp Türkiye’ye geldim’ diyen Torun, Saddam ve Uday’ın kendisini öldürtmek için peşine adam taktığını, bu yüzden Türkiye’de gizlenerek yaşadığını söyledi. Saddam’ın idam edilmesiyle gizlenerek yaşamaktan kurtulduğunu söyleyen Torun, şubat ayında çıkaracağı ‘Saddam’ın Gelini’ adlı kitapta her şeyi anlatacağını ve artık ortaya çıkacağını da belirtti.

Sevim Torun, kaçarken Uday ile çekilen fotoğraflarını sarayda bırakmış. Elinde kalan tek fotoğraf, şu an Ürdün’de yaşayan ve Saddam’ın asılmasından sonra Amman’da düzenlediği mitingle gündeme gelen Saddam’ın büyük kızı Raghad ile 1982 yılında çektirmiş..

Saddam’ın Torunu TÜRKİYE’ de
Sevim Torun hakkında ortaya atılan ilginç bir de iddia var. Saraydan kaçtığı sırada hamile olduğu ve Türkiye’de bir erkek çocuğu dünyaya getirdiği; Sevim Torun’un çocuğunu elinden almamaları için gizlenip kaçtığı, bir dönem Eskişehir’de yaşarken Uday’ın ajanlarının onun izini bulduğu ve Eskişehir Emniyeti’nin yardımıyla ajanlardan kurtulduğu da iddia ediliyor. Torun, ‘Uday’dan çocuğunuz var mı?’ sorusuna, ‘Zamanı gelince cevabını alacaksınız’ diye cevap verdi. İddialara göre Uday’ın oğlu şu an İstanbul’da ve 24 yaşında.


DİĞERLERİ İÇİN BAKINIZ

13 Temmuz 2007 Cuma

Oğuzlar




Oğuzlar, Oğuz Boyu

Bugün; Türkiye, Balkanlar, Âzerbaycan, İran, Irak ve Türkmenistan’da yaşayan Türklerin ataları olan büyük bir Türk boyu. Oğuzlara, Türkmenler de denir.

Oğuz kelimesinin türeyişiyle ilgili çeşitli fikirler ileri sürülmüştür. Kelimenin boy, kabile mânâsına gelen “Ok” ve çokluk eki olan “z”nin birleşmesinden “Ok-uz” (oklar, koylar) anlamında olduğu ileri sürüldüğü gibi, oyrat (haşarı, yaramaz) kelimesinin eş anlamlısı olduğunu iddiâ edenler de vardır. Ancak kelime, Anadolu ağızlarında “halim selim, ağırbaşlı” mânâlarına da kullanılmaktadır. Arap kaynaklarında ise “guz” veya “uz” şeklinde geçmektedir.

İlk zamanlar Üçok ve Bozok adlarıyla iki ana kola ayrılmış olan Oğuzlar, daha sonraki devirlerde, Dokuz Oğuz, Altı Oğuz, Üç Oğuz adlarında boylara da ayrıldılar. Oğuzlar, yirmi dört boydan meydana gelmişti. Bunlardan on ikisi Bozok, on ikisi Üçok koluna bağlıydı. Tarihçiler, hazırladıkları cetvellerde Oğuz boylarının adlarını, sembollerini ve ongunlarını (armalarını) göstermişlerdir. Buna göre,

Bozoklar; Kayı, Bayat, Alka Evli, Kara Evli, Yazır, Dodurga, Döğer, Yaparlu, Afşar, Begdili, Kızık, Kargın;

Üçoklar ise; Bayındır, Peçenek, Çavuldur, Çepnî, Salur, Eymur, Ala Yundlu, Yüreğir, İğdir, Büğdüz, Yıva, Kınık boylarına ayrılmışlardı. Bugün Türkiye’de yirmi dört Oğuz boyuna ait işaret ve yer adlarına çok rastlanmaktadır.

Oğuz adına ilk defa Yenisey Kitabelerinde rastlanmaktadır. Barlık Irmağı yöresinde bulunan bu kitabelerde; “Altı Oğuz budunda” sözü yer almaktadır. Öz Yiğen Alp Turan adlı bir beye ait olan bu kitabelerin yazıldığı devirde, Oğuzlar, Göktürkler'in hakimiyeti altında altı boy hâlinde Barlık Irmağı kıyılarında yaşamakta idiler.

Altıncı yüzyıldan itibaren Göktürklerin idaresinde toplanan Türk kabilelerinden bir kısmı gibi Oğuzlar da kendi aralarında birlik kurarak Tula-Selenga ırmakları bölgesinde Dokuz-Oğuz Kağanlığını meydana getirdiler. Göktürk kağanlığının, Kutlug Şad (İlteriş Kağan) tarafından 682’de ikinci defa kurulmasından sonra, Göktürkler, hâkimiyetlerini kabul etmeyen Oğuzlar üzerine yürüdüler. Tula Irmağı kıyısında yapılan kanlı bir savaşta, Oğuzlar yenildiler. Fakat, Göktürklerin hâkimiyetini kabul etmediler. İlteriş Kağan, Oğuzlar üzerine birçok sefer düzenledi ve Baz Kağanı öldürdü. Oğuzların merkezi Ötüken ve çevresini ele geçirdi. Bu yenilgi karşısında İlteriş Kağan’ın hâkimiyetini kabul etmek zorunda kalan Oğuzlar, Göktürklerin Kırgız seferine katıldılar. Göktürk hakanlarından Bilge Kağan zamanında isyan ettiler. Bir sene içinde bir kaç defa harbe giren Oğuzlar; yenilerek, geri çekildiler. Daha sonra Dokuz-Tatarlar ile ittifak kurarak Göktürklerle mücadele ettilerse de yine bozguna uğrayarak, Çin taraflarına göç ettiler. Bir müddet sonra tekrar eski yurtlarına döndüler. Bu mücadelelerde zayıflayan Göktürkler, 745’te Uygurlar tarafından yıkıldı. Bu esnada Uygurlara yardım eden Oğuzlar, Uygur Devletinin dayandığı başlıca boylardan biri oldu. Uygurlarla birlikte Basmıl ve Karluklar'a karşı savaştılar. Fakat zaman zaman Uygurlara karşı da isyan etmekten geri durmadılar. Eski müttefikleri Dokuz-Tatarlar ile birleşerek Uygur Kağanı Moyunçur’a karşı cephe aldılar. Zaman zaman Çin’e gittiler. Daha sonra Çin’den çıkarak eski yurtlarına döndüler. Uygur Devletinin yıkılması üzerine batıya göçerek Sir Derya (Seyhun) kıyılarına ve onun kuzeyindeki bozkırlara yerleştiler. Onuncu yüzyılda, göçebe hayatı yanında, yerleşik bir hayat sürmeye de başladılar. Göçebe Oğuzlar, daha ziyade koyun, at, deve, sığır yetiştiriciliği ve ticaretle uğraşıyorlardı. Yerleşik Oğuzlar ise, Sabran (Karacuk), Suğnak, Karnak, Sütkent gibi şehirlerde oturuyorlardı. Onuncu asırda henüz Müslüman olmamış olan Oğuzlar, inanışları gereği bir takım ibadet ve âyinleri yerine getiriyorlardı. Ancak yaşayış bakımından İslâmiyet'e uygun tarafları vardı. Soy temizliğine ehemmiyet verirlerdi. Bilhassa zina gibi suçların cezası ölümdü.

Onuncu asrın başlarında Oğuzlar, Mâverâünnehir çevresinde yerleşip, Yabgu denilen hükümdarın idare ettiği bir devlet kurdular. Devlet ve millet işlerinin bir mecliste istişare edildiği ve subaşı denilen ordu kumandanı, Yabgu’nun vekili ve nâibi olan tegin, İnal ve Tarkan unvanlarını taşıyan memurlar vardı. Oğuzların bu sıradaki başşehirleri, Sir Derya kıyısındaki Yeni Kent idi. Yabgu Devleti zamanında Oğuzlar, Üçok ve Bozok diye iki kısma ayrılmışlardı.

Onuncu asrın sonlarında İslâm dînini kabul ederek iyice güçlenen Oğuzlar, komşuları Peçenekler ve Hazarlar ile savaşlar yaparak onları yendiler. Fakat 11. yüzyılın ortalarında, Oğuzların İslâm dînini kabul etmemiş olan bir kısmı, Kıpçaklar'ın baskısıyla yurtlarını terk ederek Karadeniz’in kuzeyinden Tuna boylarına, oradan da Balkanlara indiler. İslâm dînine girmedikleri için etraflarını saran Hıristiyan devletlerin baskısıyla kısa zamanda benliklerini kaybederek, örf, an’ane ve geleneklerini unuttular. Eriyip, yok oldular. Geri kalanları da Bizans hizmetine girdiler. 1071’de yapılan Malazgirt Meydan Muharebesi'ne Bizanslıların yanında katıldılar. Fakat çok geçmeden Selçuklular tarafına geçtiler.

İslâm dînini kabul eden Selçuk Bey’in idaresindeki Oğuz boyları ise, Oğuz Yabgu Devleti hükümdarının, kendilerine kötülük yapacağından çekinerek, yurtlarından ayrılıp İslâm diyarı olan Horasan taraflarına gittiler. Mâverâünnehir’de kalan diğer Oğuz boyları da, Kıpçakların hücum ve baskıları sonunda dağıldılar. Böylece Oğuzlar Devleti yıkıldı. Yerlerinde kalan Oğuzlar ise Karaçuk dağları bölgesinde, Mangışlak’da ve Seyhun Nehri kıyılarında yerleştiler. Daha sonra Karahıtayların ve Karlukların baskısı netîcesinde, Horasan’a gelip Selçuklulara tâbi oldular.

Selçuk’un büyük oğlu Arslan İsrâil, Horasan’da hâkimiyet kurup, diğer Oğuz boylarını idaresi altında topladı. Daha sonraları, Tuğrul ve Çağrı Beyler idaresindeki Selçuklular, Sâmânoğulları ile ittifak kurarak, Karahanlılar'a ve Gazneliler'e karşı mücadele ettiler. Selçukluların başarılı idareleri sebebiyle pekçok Oğuz boyu onların hâkimiyetinde toplandı. Birçokları yerleşik hayata geçti.

Selçuklu Devletinin kurulmasında esas rolü oynayan Oğuzlar ve diğer Oğuz boyları, 11. yüzyılın ikinci yarısından itibaren akın akın İran, Irak, Anadolu ve Suriye’ye doğru yayıldılar. Selçuklu Devletinin sınırlarını Ceyhun Nehrinden Akdeniz’e kadar genişlettiler. İslâmiyet'i kabul etmeden önce dünyevî maksatlar ve kuru cihangirlik için çalışan, harp eden ve soylarının temizliğiyle tanınan Oğuzlar, İslâm dînini kabul ettikten sonra, Allahü teâlânın yüce dîni olan İslâmiyet'i yaymaya gayret ettiler. Gittikleri yerlerde doğruluğun, adaletin, ilmin ve medeniyetin savunuculuğunu yaptılar. İnsanlara hizmet etmek, ilmin ve medeniyetin yayılmasını sağlamak için pekçok cami, medrese, kervansaray, hamam ve köprü yaptırdılar. Büyük Selçuklu, Türkiye Selçukluları, Akkoyunlular, Salgurlular, Artukoğulları, Karamanoğulları, Ramazanoğulları, Dulkadiroğulları ve Osmanlı devletlerini kurarak İslâm dîninin yayılmasına hizmet ettiler. İslâmiyet'in ve Müslümanların yok edilmesi için çalışan Haçlılara karşı parlak zaferler kazandılar. İslâmiyet'e, ilme ve adalete karşı olan ortaçağ Avrupa’sına pekçok yenilikleri götürdüler. Dokuz yüz sene boyunca, kurdukları devletlerin sınırları içinde yaşayan bütün unsurlara karşı İslâm dîninin emirleri doğrultusunda hareket ederek, hizmet ettiler. Bugün Türkiye, Âzerbaycan, İran, Türkmenistan, Afganistan, Irak ve Suriye’de yaşayan Türkler, Oğuzların neslindendir.

Oğuz teşkilâtı, yirmi dört boyun çıkardığı sülâleler ve meşhûr şahsiyetleri:

Boz-Oklar: Dış Oğuzlar da denip, Sağ kolu teşkil ederler. (Bkz. Oğuz Kağan Destanı)

1. Gün-Alp/Gün-Han: Sembolü şâhin. Oğulları: a) Kayıg/Kayı-Han: “Sağlam, berk” mânâsındadır. Üç kıta ve yedi denize altı yüz yıldan fazla hâkim olan Osmanlı sülâlesi bu boydandır. Kayı Boyundan Ertuğrul Gâzi ve her biri birer müstesnâ şahsiyete sâhip, çoğu dâhî, cihangir, kumandan, şâir ve sanatkâr olan Osmanlı sultanları, Kayı Han neslinin kıymetini göstermeye kâfidir. b) Bayat: “Devletli, nîmeti bol” mânâsındadır. Maraş ve çevresine hâkim olan Dulkadiroğulları, İran’da Kaçarlar, Horasan’da Kara Bayatlar, Maku ve Doğubeyazıt hanları, Kerkük Türkmenlerinin çoğu, bu boydandır. Dede Korkut kitabını 1480’de Hicaz’da yazan Tebrizli Hasan ve meşhûr şâir Fuzûlî bu boydandır. c) Alka-Bölük/Alka-Evli: “Nereye varsa başarı gösterir” mânâsındadır. Türkiye ve Âzerbaycan’daki Alaca, Alacalılar adı taşıyan yerler bu boyun hatırasıdır. d) Kara-Bölük/Kara-Evli: “Kara otağlı (çadırlı)” mânâsındadır. Karalar ve karalı gibi coğrafî yer adları bunlardan kalmadır.

2. Ay-Alp/Ay-Han: Sembolü kartal. Oğulları: a) Yazgur/Yazır: “Çok ülkeye hâkim” mânâsındadır. Ab-Yabgu devrindeki Yenibent Yabguları, Batı Türkistan’daki Cend Emirleri, Kara-Daş denilen Horasan Yazırları, Ahıska’dan aşağı Kür boyundaki Azgur-Et (Azgur Yurdu) Kalesi, Kürmanç Kürtlerinin Azan Boyu, Toroslardaki Gündüzoğulları Hanedanı bu boydandır. b) Tokar/Töker/Döğer: “Dürüp toplar” mânâsındadır. Yenikentli Vezir Ayıdur, Harput-Diyarbakır-Mardin hâkimleri, Artuklular, Sincar-Siverek, Suruç arasında hâkim eski Caber Beyleri, Memluklar devrinde Halep Döğeriyle Hama Döğerleri, bugünkü Mardin-Urfa arasında yirmi dört oymaklı Kürt Döğerleri, Hazar Denizi doğusundaki Saka Boyu Takharlar; Şavşat’taki Ören kale, To-Kharis ve Malatya’nın Tokharis bucağı, Dağıstan’daki Digor ve Kars ve Arpaçay sağındaki Digor kazası bu boydan hatıradır. c) Totırka/Dodurga/Dödürge: “Ülke almak ve hanlık yapmak” mânâsındadır. Sivas doğusundaki Tödürgeler bu boydandır. d) Yaparlı: “Misk kokulu” mânâsındadır. Zaza Çarekliler ve misk ticareti yapan Yaparı Oymağı bu boydandır. Yaparı Oymağının Akkoyunlu ve Giraylı camilerinin mihrap duvar harcına bu güzel ıtriyattan kattıklarından hâlâ hoş kokmaktadır. Diyarbakır ve Kırım’da hatıraları vardır.

3. Yıldız-Alp/Yıldız Han: Sembolü tavşancıl. Oğulları: a) Avşar/Afşar: “Çevik ve vahşî hayvan avına hevesli” mânâsındadır. Hazistan Beyleri, Konya’daki Karamanoğulları, İran’daki Avşarlı Nâdir Şah ve hanedanı, Ürmiye ve Horasan Afşarları bu boydandır. b) Kızık: “Yasakta pek ciddi ve kuvvetli” mânâsındadır. Gaziantep, Halep ve Ankara çevresindeki Kızıklar, Doğu Gürcistan’da ve Şirvan batısındaki ovaya Kızık adını verenler bu boydandır. c) Beğdili: “Ulular gibi aziz” mânâsındadır. Harezmşahlar, Bozok/Yozgat-Raka/Halep çevresindeki Beğdililer, Kürmanç Badılları bu boydandır. d) Karkın/Kargın, “Taşkın ve doyurucu” mânâsındadır. Akkoyunlu-Dulkadiroğlu ve Halep-Hatay bölgesindeki Kargunlar, Doğu Anadolu ve Âzerbaycan’daki ilkbaharda eriyen karların suları ile kopan sel ve su kabarmasına da Kargın/Korkhun denilmesi bu boyun adındandır.

Üç-Oklar: İç Oğuzlar da denilip, sol kolu teşkil ederler.

1. Gök-Alp/Gök Han: Sembolü sungur. Oğulları: a) Bayundur/Bayındır: “Her zaman nîmetle dolu yer” mânâsındadır. Akkoyunlular sülâlesi, İzmir’den Âzerbaycan’daki Gence’ye kadar Bayındır adlı yerler bu boydan gelir. b) Beçene/Beçenek/Peçenek: “İyi çalışkan, gayretli” mânâsındadır. Karadeniz kuzeyi ile Balkan Yarımadasına göçen ve 1071 Malazgirt ile 1176 Miryokefalon Meydan Muhârebelerinde Bizanslılardan ayrılarak Selçuklular safına geçen Peçenekler, Dicle Kürmançlarının iki ana kolundan güneydeki Beçene Kolu, Ankara-Çukurova Halep bölgelerindeki Türkmen oymaklarından Peçenekler bu boydandır. c) Çavuldur/Çavındır: “Ünlü, şerefli, cavlı” mânâsındadır. Türkmenistan’da Mangışlak Çavuldurları, Çorum çevresindeki Çavuldur ve Anadolu’daki Çavdar Türkmen oymakları, Erzurum ve çevresindeki Çoğundur adlı köyler bu boyun adından gelmektedir. d) Çepni: “Düşmanı nerede görse savaşıp hemen çarpan, vuran ve hızlı savaşan” mânâsındadır. Rize-Sinop arasındaki çok usta demirci Çepniler ve Çebiler, Kırşehir, Manisa-Balıkesir çevresindeki ve Kars ile Van bölgelerinde Türkmen Oymağı Çepniler bulunmaktadır.

2. Dağ-Alp/Dağ Han: Sembolü uçkuş. Oğulları: a) Salgur/Salur: “Vardığı yerde kılıç ve çomağı ile iş görür” mânâsındadır. Kars ve Erzurum hâkimi Salur Kazan Han Sülâlesi, Sivas-Kayseri hükümdarı âlim ve şair Kadı Burhâneddin Ahmed ve Devleti, Fars Atabegleri, Salgurlular, Horasan’daki Teke-Yomurt ve Sarık adlı Türkmenlerin çoğu bu boydandır. b) Eymür/Imır/İmir: “Pek iyi ve zengin” mânâsındadır. Akkoyunlu, Dulkadirli ve Halep Türkmenleri içindeki Eymürlü/İmirlü oymakları, Çıldır ve Tiflis’teki iyi halıcı ve keçeci Terekeme Oymağı bu boydandır. c) Ala-Yontlup/Ala-Yundlu: “Alaca atlı, hayvanları iyi” mânâsındadır. Yonca kelimesi bu boyun hatırasıdır. d) Yüregir/Üregir: “Daima iyi iş ve düzen kurucu” mânâsındadır. Orta Toros ve Çukurova Üç-Oklu Türkmenlerinin çoğu, Adana’daki Ramazanoğulları bu boydandır.

3. Deniz Alp/Deniz Han: Sembolü çakır. Oğulları: a) Iğdır/Yiğdir/İğdir: “Yiğitlik, büyüklük” mânâsındadır. İçel’in Bozdoğanlı Oymağı, Anadolu’da yüzlerce yer adı bırakan İğdirler, İran’da büyük Kaşkay-Eli içindeki İğdirler ve Iğdır adı, bu boyun hâtırasıdır. b) Beğduz/Bügdüz/Böğdüz: “Herkese tevâzu gösterir ve hizmet eder mânâsındadır. Dicle Kürtleri ilbeği olup, Hazret-i Peygamber’e elçi giden (622-623 yılları arasında Medîne’ye varan), Bogduz-Aman Hanedanı temsilcisi ve Kürmanç’ın iki ana kolundan Bokhlular/Botanlar, Yenikent-Yabgularından onuncu yüzyıldaki Şahmelik’in Atabegi Kuzulu, Halep Türkmenlerinden Büğdüzler bu boydandır. c) Yıva/Iva: “Derecesi hepsinden üstün” mânâsındadır. Büyük Selçuklu Sultanı Melikşâh (1072-1092) devrinde Suriye ve Filistin’i feth eden Atsız Beğ, 12. yüzyılda Hemedân batısında Cebel bölgesi hâkimleri Berçemeoğulları, Haçlıları Halep çevresinde yenen Yaruk Beg, Güney-Âzerbaycan’daki Kaçarlu-Yıva Oymağı bu boydandır. Ankara’da çok makbul yuva kavunu bu boyun yerleştiği ve adları ile anılan köylerde yetişir. d) Kınık: “Her yerde aziz, muhterem” mânâsındadır. Büyük ve Anadolu Selçuklu devletleri, Orta Toroslardaki Üçoklu Türkmenler, Halep-Ankara ve Aydın’daki Kınık Oymakları bu boydandır.

9 Temmuz 2007 Pazartesi

Beşer Tarihinin En Büyük Devleti OSMANLI




Maziden Ati'ye
A. Zeki SARUHAN

...Allah yakında öyle bir toplum getirir ki,
Allah onları, onlar da Allah'ı severler;
mü’minlere karşı yumuşak,
kafirlere karşı da onurlu ve şiddetlidirler;
Allah yolunda mücadele eder, hiçbir kınayıcının kınamasından da korkmazlar...
Kur’an-ı Kerim, Maide 54

Osmanlılar'ın ilk nüfusu olan Kayı Han Aşireti'nin Anadoluya yerleşmesi ve kökleşmesi Ertuğrul Gâzi'yle başlar. Malazgirt Meydan Savaşı'nın kazanılmasından sonra, yerleşmek için akın akın Anadolu’ya gelen Türk Boyları arasında Kayı Han Aşîreti de vardı. Osmanlı Devleti’ nin kuruluş ve Kayı Boyu hakkında çok detaylı bilgi mevcut değildir. Bunun sebebi de ilk zamanlarda gerek Kayı Boyu, gerekse Osmanlı Beyliği’ne hiç bir tarihçi ehemmiyet vermemiş, sıradan bir beylik olarak görülmüş, istikbâlde ulaşacağı durumu tahmin edememişlerdi. Bu sebeptendir ki, Osmanlı, tarih sahnesindeki yerini almaya başladıktan sonra tarihçilerin ilgisini çekmiş ve Osmanlılar hakkında tarihe notlar düşülmüştür. Kayı Boyu ve ilk kuruluş aşamasındaki belgeler çok fazla değildir.

Kayı boyu hakında kaynaklarımızdaki rivayetlerden biri şöyledir:
Osmanoğuları'nın başında bulunduğu kayı oymağı, diğer Oğuz boylarıyla beraber, Selçukluoğulları'nın mahiyetinde bulunmak üzere 1000 yılı civarında Amu Derya nehrini geçtiler. Herhalde diğer Oğuz boylarının yoğun oldukları Aral havzasından geldiler. Horasan'ın kuzey sınırına, karakurum Çölünün güneyine, Merv civarında Mahan'a yerleştiler. İşte Kayı oymağı, Merv civarından Ahlat'a hangi tarihte geldi? Bir rivayette 1220'de Cengiz'in Orduları yaklaşırken ellerine düşmemek için Merv'den hareket ettiler. Ahlat'a geldiler. Ahlat'ta çok az bir süre kalan kayı aşireti, oradan Erzincan yakınlarına gelirler. Oradan da Söğüt'e vardılar. Aral havzasından Marmara'daki Söğüt yaylasına olan yol kuş uçuşu 3,500 kilometreye yakın ve gerçekte yürünen yol bunun iki mislidir.(1) Demek ki, Osman Gâzi'nin ataları, 7,000 kilometre yürüyerek Söğüt'e gelmişlerdir. Bu uzun yolculukda Kayı'ların başında Gündüz Alp bulunmaktaydı.

Başka bir rivayette ise:
Kayı'lar Ahlat'ta dokuz yıl kadar kaldılar. Moğolların her tarafı yakıp yıkmaları ve o bölgelere kadar ulaşmaları üzerine tekrar göçe başladılar. Erzurum üzerinden Erzincan'a, nihayet Amasya'ya geldiler. Bu arada Gündüz Alp vefat etti. Aşiret Beyliği'ne getirilen Ertuğrul Gâzi, büyük oğlu Saruyatı Savcı Bey'i Alaaddîn Keykubad'a gönderdi. Yerleşebilecekleri bir yurt istedi. Sultan Keykubad, Ankara yakınındaki Karacadağ'ı yurt olarak verdi. Bu arada Ertuğrul Gâzi'nin ağabeyleri Sungur Tekin ile Gündoğdu eski yurtlarına döneceklerini bildirip aşiretin büyük bir kısmıyla Ertuğrul Gâzi'den ayrıldılar. Ertuğrul Gâzi, kardeşi Dündar Bey'le birlikte kendisine inanıp arkasına gelen 400 çadır halkıyla Anadolu'nun batısına doğru yol aldı.

Yolda kıyasıya çarpışan iki orduyla karşılaştılar. Bir tarafta Alaaddîn Keykubad komutasındaki Selçuklu Ordusu, diğer tarafta ise Moğol Ordusu vardı. Selçuklu Ordusu yenilmek üzereydi. Ertuğrul Gâzi hemen aşiretin ileri gelenlerini toplayıp, ne yapmaları gerektiğini sordu. Yaşlılar aynı fikirde birleştiler:

"Biz müslümanız, Moğol putperesttir. Elbette ki hem müslüman olan, hem de bize yurt gösteren Selçuklu Sultanına yardım etmeliyiz". Kayı Aşireti'nin, savaşlarda pişmiş tecrübeli yiğitleri, savaş alanına fırtına gibi girdiler. Her iki ordu da yorgundu. Bu taze kuvvet savaşın gidişini bir anda değiştirdi. Selçuklulara büyük bir zafer kazandırdı.  Bu sonuca çok sevinen Alaaddîn Keykubad, Ertuğrul Gâzi ve aşiretine "Söğüt Kışlağı ve Domaniç Yaylağı'nı" verdi. Ertuğrul Gâzi'yi de uçbeyi tayin etti.

MUHTEŞEM İMPARATORLUĞU  HABER VEREN  OLAYLAR
İslam devletleri içerisinde, Hulefâi Raşidin'den sonra gelenlerin en faziletlisi Osmanlı Devletidir. Osmanoğulları, İslam'a sadâkatta, Rasûlullah(s.a.v) Efendimiz’e ve O’nun güzîde ashabına hürmette hiç kusur etmemiş bir nesildir.
Fransız alimi Grenard der ki: "Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluşu beşer tarihinin en hayrete değer ve en büyük vakıalarından biridir”. Bil ki, bu devleti kuranlar, cihan tarihinin en haşmetli ve en büyük hükümdarlarıdır. Çok hayır yaparlar, çok ihsanda bulunurlar. Daima adaletle hükmetmişler, kılıçlarının hakkı, mızraklarının meyvesi olarak bu devleti kurmuşlar ve büyütmüşlerdir, bu sözleri de müneccimbaşı Ahmed Dede söylemektedir. Bu büyük ve muhteşem devletin ortaya çıkışı basit hadiselerle olmadığı kesindir. Kuruluştan önce bunu teyit eden bir dizi hadise meydana gelmiştir.

Şöyle ki: "Osman Gâzi'nin babası Ertuğrul Gâzi, oğlu Osman doğmadan önce, bir gece rüyasında ocağından bir suyun kaynayıp gittikçe çoğaldığını, büyük bir deniz haline gelerek bütün yeryüzünü doldurduğunu görür. Rüyasını Selçuklu Sultanı üçüncü Alaeddin'in kâtibi Abdülaziz Müstevfi isminde âlim bir zâta anlatır. O da Ertuğrul Gâzi'nin rüyasını şöyle tabir eder: "Bir çocuğun olacak ve onun soyundan gelenler yeryüzüne hükmedecekler" der. Bundan bir kaç gün sonra da Osman Gâzi dünyaya geldi" diye rivayet edilir.(2)

Başka bir hadise de Şeyh Muhyiddîni Arabî'nin, Osmanlı Devleti'ni, kurulmadan 70 sene önce müjdelemiş olmasıdır. İlmi Cifir ile, Kur'anı Kerim'deki âyetlerden istinbat ettiği hususları "Eddâiretu'nNu'maniye fi'd devleti'lOsmaniyeye" isimli eserinde zikretmiştir. Bu husus cifir ilmini bilenlerce malumdur. Burada verilen bilgilerden ziyâde, eserin isminin, daha Osmanlı Beyliği bile ortada yok iken konulmuş olmasıdır. Manevi müjdelerin en garibi budur. Bu eserde, Osmanoğullarından birinci halifenin Yavuz Sultan Selim Han olacağını ve bundan başka daha bir çok hadiseleri kaydetmiştir.(3)

Allah'ın sevgili kullarından biri rüyasında, Kayı Aşireti'nin işareti sayılan kartalın havalandığını, kanatlarının bütün dünyayı örttüğünü, kartalın kanatlarının gölgesi altında kaldığını görmüş ve bunu şöyle yorumlamış:

EDEBALİ'NİN MÜJDESİ
Ertuğrul Gâzi'nin ölümü üzerine aşiretin ileri gelenleri toplanıp "Beyimiz Osman Gâzi olsun" kararını verdiler. Osman Gâzi, Osmanlı Devleti’nin birinci sultanıdır. Altı asırdan fazla yaşamış bir devlete adını veren hükümdardır. Osman Gâzi, idareyi bir aşiret reisi olarak ele almış, fakat onun eseri gerçekten çok büyük olmuştur. Kurduğu bu beylik, neslinden gelen padişahlar tarafından bir cihan devleti haline getirmişlerdir.

Osman Gâzi, Anadolu'nun İslamlaştırılması faaliyetine katılan gönül sultanlarından ve Âhi’lerden biri olan Karamanlı Şeyh Edebali'nin sohbetlerine devam ederdi. Ziyaretlerinden birisinde, Şeyh Edebali Hazretleri’nin dergâhında misafir oldu. Burada bir rüya gördü. Bu rüyayı meşhur tarihçi Mehmed Neşrî'nin eserinden nakledelim:

"Bir gece Şeyh Edebali'nin evinde misafir olup otururdu. Oturduğu yerin arkasında bir Mushafı Şerif asılı idi. Osman Gâzi hiç bir şey söylemedi ve herkes uyuyup, hâne sessiz kalana kadar bekledi. Sonra abdest alıp, yüzü ve vücudu Mushaf'tan yana durup huşû ve huzurla, tâ sabaha kadar el kavuşturup bekledi. Uyanacak vakit olunca, ev sahipleri benim bu halimi görmesinler diyerek uyur gibi gözlerini kapadı ve bekledi. Bir ara uykusu uyanıklığına galip gelerek, uyku ile uyanıklık arasında rüya aleminde gördü ki, Şeyh Edebali'nin koynundan bir ayın doğup kendi koynuna girdiğini, arkasından da kendi göbeğinden büyük bir ağacın çıkıp, âlemi tuttuğunu, gölgesinde nice dağların bulunup, nehirlerin aktığını, birçok insanların kaynaştığını gördü". Osman Gâzi rüyasını Şeyh Edebali'ye anlatıp ondan rüyayı tabir etmesini istedi. Şeyh Edebali ise kısa bir tefekkürden sonra ona; "Müjdeler olsun ey Osman! Hak Teâla sana ve senin evladına saltanat verdi. Bütün dünya, evladının himayesinde olacak, kızım da sana eş olacak" deyip rüyasını tabir etti. Bu rüya hakkında Aşıkpaşazâde güzel bir şiir söylemiştir:

Hidâyet menzili nimet senindir.
Ezeli tâ ebed devlet senindir.
Dualar, nesline erden senindir
Döşene sofralar davet senindir.
Neseb ve nesil ile bürhan senindir.
Cihanda olan devran senindir.
Ki ins'ü cinne hem ferman senindir.(4)

Osmanlı devletinin kuruluşu ile ilgili hadiseler ve kuruluş sebebi hakkında çok şey yazılmış ve söylenmiştir. Osmanlı Devleti’ nin âyet ve hadislere mahzar olduğu ve övüldüğü iddia edilmiştir. Bu cihan tarihinin; her yönüyle en muhteşem devletinin; Kur' anı Kerim'de zikredildiği konusunda bazı islam alimlerinin görüşleri vardır.

"Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse, bilsin ki Allah yakında öyle bir toplum getirir ki, Allah onları, onlar da Allah'ı severler; müminlere karşı yumuşak, kafirlere karşı da onurlu ve şiddetlidirler; Allah yolunda mücadele eder, hiçbir kınayıcının kınamasından da korkmazlar.Bu, Allah'ın bir lütfudur, onu dilediğine verir. Allah, geniş ihsan sahibidr, her şeyi çok iyi bilendir.(5) Âyet-i Kerîmesinin Osmanlı Devletine işaret ettiği konusunda Elmalı Hamdi Yazır Rahmetullahi Aleyh şöyle yazmaktadır:

"...Vaktiyle yahudilerin hıristiyanlara, hıristiyanların müslümanlara mevkiyi terkettikleri gibi, İslam nîmetinin kadrini bilmeyen nankörler de onun kıymetini bilecek, şükrünü edâ edecek yeni bir müslüman kavme mevkiyi terketmeye mecbur olacaktır.

Önce Araplar, kavimden kavime bu hizmeti yapmışlar, bundan sonra Emevîler’in son zamanlarında olduğu gibi bu hizmet, Araptan aceme doğru geçmiş, Hadis-i Şerif’in de gösterdiği üzre, fars kavmi maddi ve manevi olarak İslam'a çok büyük hizmetler etmiş, sonra bunlar da aynı hale gelmiş, bu defa da Allah Türkleri göndermiş, Arapların, Farsların kıymetini bilmeyip kaybettikleri islam devletini ele alarak İstanbul'a ve oradan yeryüzünün her kıtasına yaymışlardır. Şu halde "Ebna-i Faris" hadisinin delâleti ve İstanbul'un fethi ile ilgili hadisin açıkladığı ve "Umulur ki Allah, bir fâtih ihsan eder ve katından bir emir getirir." (Maide,52) İlahi vaadinin mutlak oluşu ve işareti ile Türkler de yukarıdaki âyetin müjdesine girmişlerdir. Demek ki, onlar da bu nîmetin kadrini, kıymetini bilmez, küfür ve küfrana doğru giderlerse, yerlerini Allah'ın göndereceği diğer bir topluma terketmeye mecbur olacaklardır.(6) Bu konuda Bediuzzaman Said'i Nursi Rahmetullahi Aleyh de şu şekilde görüş beyan etmektedir:

"Ey ehl-i iman olan şu vatanın evladları! altıyüz sene değil, belki Abbâsiler zamanından beri bir senedir Kur'an-ı Hakîm’in bayraktarı olarak bütün cihana karşı meydan okuyup, Kur'an'ı ilan etmişsiniz. Milliyetinizi, Kur' an'a ve İslamiyete kale yaptınız. Bütün dünyayı susturdunuz, müthiş tehacümatı defettiniz, ta, "Allah öyle bir topluluk getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah'ı sever. Onlar mü’minlere karşı alçak gönüllü, kafirlere karşı da izzet sahibidirler" âyetine güzel bir masadak oldunuz."(7)

Evet, Osmanlı Kur'an-ı Kerim’de isim olarak değil sıfat olarak methediliyor. Ger-çekten de Osmanlı bir devirde bu âyetin övgüsüne masadak olmuştur. Fakat âyetin bir de baş tarafı vardır. Bediüzzaman Hazretleri, yukarıdaki ifadelerin devamında Osmanlıyı âyetin baş tarafına masadak olmamaları için ikaz ediyor ve şöyle diyor:

"Şimdi Avrupa'nın ve frenk meşreb münafıkların desiselerine uyup, şu âyetin evvelindeki hitaba masadak olmaktan çekinmelisiniz ve korkmalısınız". Anlaşılan o dur ki, Osmanlı mânevî bir güçle mevki sahibi olmuş, Allah ve Rasûlunün rızasına, sevgisine mahzar olmuş, bu sayede dünyaya hükmetmiştır. Biz Osmanlı’nın varisleri olarak Allah'a ve Rasûlüne itaatte kusur işlediğimiz ve doğru yoldan saptığımız için mevki ve hizmet makamı bizlerden alınmıştır.

Şimdi biz, asırları şereflendiren bir tarihle, büyük cihan imparatorluğu kurmuş, dünyaya yüzyıllarca hükmetmiş bir milletin devamıyız. Üstelik bu hükmediş, adalet, merhamet ve insan hakları esasları üzerine kurulmuş. Osmanlı gittiği her yere inancın, adâletin, insan haklarının, medeniyetin ışıklarını götürmüştür. Kur' an ve Sünnet'ten ilham alarak dünyayı aydınlatmıştır.

Evet, her türlü ön yargıdan uzak bir şekilde tarihimize baktığımız zaman, göz kamaştıran ve baş döndüren bir manzara ile karşı karşıya kalırız. Her sayfası şeref levhalarıyla dolu muhteşem bir tarihe sahip olmanın sevinciyle dolarız.

Daha bir asır öncesinde; hasta adam olarak adlandırılsa da kûrei arz'a hükmeden muhteşem bir devletimiz vardı: Üstelik, sınırları bu günkü topraklarımızdan çok daha geniş, bugün o topraklar üzerinde onlarca bağımsız devlet bulunmaktadır. Orta Avrupa'dan bütün Akdeniz kıyılarına ve Asya içlerine kadar uzanan bir imparatorluktu Osmanlı... Ve Osmanlı mükaddes bir idealin, yüce bir mevkînin, ihtişamlı bir kültür ve medeniyetin sahibi olarak, tarihin derinliklerine kök salmış bir çınar gibi, bir daha aynısının yaşanması mümkün olmayan altı asırlık muhteşem bir ömür yaşamıştır.

Ne gariptir ki, bugünün nesilleri, bu muhteşem mâziyi kabul etmediklerı gibi, yok saymaktadırlar. Osmanlı’nın düşmanı olmuş milletlerle birlik olup bu muazzam ve muhteşem imparatorluğu aşağıların aşağısında gösterme gayreti içerisindeyiz.

Ne kadar, yok sayarsanız sayın, basite alırsanız alın, size İbni Haldun ile cevap vereceğim; "Su nasıl suya benzerse, bir milletin geçmişi de geleceğine öyle benzer". Her şey aslına rücu eder. Hayatın kanunu budur...

1. Büyük Türkiye Tarihi; Yılmaz Öztüna, Ötüken Yayınevi 1983, C.2 s.244
2. Belgelerle Osmanlı Tarihi; Ömer Faruk YILMAZ, Osmanlı Yayınevi 1998 C.1 s.12 (Ali, Künhü'l-Ahbar,cilt 4, sh.24-25, İst. 1277; şem'danizade Fındıklılı Süleyman Efendi, Mürii't-tevarih, cild 1, sh.373)
3. Belgelerle Osmanlı Tarihi; Ömer Faruk YILMAZ, Osmanlı Yayınevi 1998 C.1 s.12 (Ahmed Cevdet paşa, Kısas-ı Enbiya,sh.498;Müneccimbaşı,a.g.e. sh.56)
4. Belgelerle Osmanlı Tarihi; Ömer Faruk YILMAZ, Os manlı yayınevi 1998 C.1 s.19
5. Mâide Süresi;54
6. Hak Dini Kur'an Dili; Elmalılı M.Hamdi Yazır, sadeleştiren Doç.Dr.İsmail Karaçam Yrd.Doç.Dr. Emin Işık Dr.Nusrettin Bolelli, Abdullah Yücel; Feza Gazetecilik Cild.3 sh.271
7. Mektûbat, Sahf.299,300  

7 Temmuz 2007 Cumartesi

Alaçam ve Alaçamlılar İçin Neler Yapılabilir?



Fotoğrafwww.alacam.gov.tr




Hocamız aslında cevabını da vermiş bir vekilimizin neler yapıp yapamayacağı konusunda. Ülkede politika mühendisleri vardır. Siz ne derseniz deyin, ne yaparsanız yapın politika mühendislerinin borusu öter. Bizim vekillere de parmak kaldırmak / kaldırmamak düşer. Ah keşke GÖLGE ETMESELER DE bizler de BAŞKA İHSAN İSTEMESEK onlardan.

Siyasi mülahazalar bir kenara, Göç veren ilçemizde çalan çanlara işaret etmesi bakımından manidar bir yazı olduğu için sizlerle paylaşmak istedim. Yayınlamam için verdikleri müsadeleri Sayın Ahmet ARSLAN beye teşekkür ederim.




Bugün ülkemizdeki herkes 22 Temmuz’da yapılacak seçimlerde 4-5 partinin Meclise gireceğine kesin gözüyle bakmaktadır.

İşin doğrusunu isterseniz bu konuda ben de aynı kanaati taşımaktayım. Bu nedenle Alaçam dışında yaşayan bir Alaçamlı olarak MHP, CHP, DP ve AKP milletvekili adaylarına –Geleceğin milletvekillerine- Alaçam’ı ve Alaçamlıları tanıtmak istiyorum ama önce gençlik yıllarıma ait bir anımı anlatmak istiyorum.

“1970 yılı haziran döneminde Öğretmen Okulundan mezun olmuş, Alaçam’ın merkeze uzakça bir köy okuluna öğretmen olarak atanmıştım. Ağustos ayında bir Çarşamba günü (Ki o gün Alaçam’ın pazarıdır.) bir (Parkın karşısında Almanyalıların kahvesinde) kahvede otururken içeriye biri geldi. “…. Partisi Samsun milletvekili İ.K gelmiş çarşıya doğru geliyor,” dedi. O güne kadar hiç milletvekili görmemiş (O zamanlar televizyon da yoktu.)19 yaşında bir genç olarak hemen caddeye çıktım. Cadde oldukça kalabalıktı. Cadde boyunca yürüdüm, Fırıncı Asım’ın (O zamanlar öyle ad takılmıştı.) fırınının yanına gittiğimde 50-60 yaşlarında saçları kırlaşmış, şişmanca bir adamı iki üç köylüyle konuşurken gördüm. Bir iki kişi de bunları bir iki metre geriden seyrediyordu. Bu, konuşanları uzaktan seyredenlerden birine “Milletvekili İ.K. bu mu?” diye sordum. O da “Evet” dedi.

O zaman milletvekili İ.K. ye bir baktım o Ağustos sıcağında ayağında lastik çizme, üzerinde kalın kumaştan yapılmış (kıl kumaş) külot pantolon, üzerinde bir yelek, kolunda da deri bir kaban (gocuk) vardı. 

Tam bu sırada İ.K. nin yanına bir köylü yaklaştı. “Beyim, ben (x) köyü muhtarıyım. Bizim köyün öğretmeninin tayini çıktı ve gitti. Ne olursun bizim köye bir öğretmen yolla” dedi. İ.K. elindeki deftere Muhtarın ve köyünün adını yazdı. Sonra Muhtara “En geç Ekim başına kadar köyüne öğretmen göndereceğim, merak etme dedi. ”

Ekim başlarında (x) köyüne arkadaşım M.D öğretmen olarak atandı. Ancak bu atanmada milletvekili İ.K. hiçbir fonksiyonu yoktu. Çünkü Öğretmen Okullarının yaz mezunlarının ataması sırasında, atama yapılmayan öğretmensiz köylere güz dönemi (Eylül) mezunlarından atama yapılırken (x)köyüne de M.D öğretmen olarak atanmıştı.”

Yani bu devletin her yıl yaptığı sıradan bir işti. Ancak Muhtara göre köye öğretmeni milletvekili İ.K. göndermişti.

Sayın MHP, CHP, DP ve AKP milletvekili adayları OSMAN ÇAKIR, MUSTAFA YİĞİT, HASAN ASLAN, AHMET HALUK KOÇ, SUAT BİNİCİ, HAYATİ SOYLU , SUNA ŞÜKRAN VİDİNLİ, CEMAL ALİŞAN, SEFER PEKER, MUSTAFA DEMİR,  CEMAL YILMAZ DEMİR, SUAT KILIÇ, işte Alaçamlı bu! Bu Alaçamlı bu güne kadar sadece ve sadece devletin olağan hizmetini almış, bununla da –nedense- yetinmiştir. Bu güne kadar seçim öncesi havaalanı yapımından, kereste fabrikasına, seramik fabrikasından cam fabrikasına kadar bir çok vaat yapılmış, ancak hiçbiri gerçekleştirilmemiştir. Bunlar gerçekleşmediği gibi Tekel işletmesi kaldırılmış, tütün ekimi iyice kısıtlanmış, Alaçam ekonomisi 900-1000 tane devlet memurunun alacağı maaşa bırakılmıştır.

Dağ  köylerinde yaşayan tahmini 15-17 bin Alaçam köylüsü çok daha zor durumdadır.Başta Alaçamlı, Sayın Hasan Aslan olmak üzere bütün vekil adaylarının (En azında MHP, CHP, DP ve AKP’nin ilk 3 sırasında yer alan) Aşağı ve Yukarı Koçlu, Pelitbükü, Bahşioymağı, Şirinköy, Köseköy,Yoğunpelit, Vicikler, Umutlu, Terskırık, Kalukdemirci Gülyaka vb köylerine –klimalı arabalarıyla da olsa- giderek vekaletini istediği bu insanların nerede, nasıl yaşadıklarını bir görün bakalım!

Görün ki, -özellikle iktidar partisi milletvekili adayları - gerçekten buralarda yaşayan vatandaşlarımızın milli gelirden 5600 dolar pay alıp almadıklarını anlayasınız.

Bütün bunlara rağmen Alaçam ve Alaçamlılar için yapılacak çok şey vardır. Öncelikle başta –bu gün – milletvekili adayları, -yarın- milletvekilleri olmak üzere toplumun önde gelenleri Alaçam’ın ve Alaçamlıların bu kötü talihini yok etmeye kararlı olmaları gerekir. Bu kararlılığa varıldıktan sonra :

1. Samsun ili 16 Ekim 1997 tarih ve 97/88 sayılı kararı ile Kalkınmada Birinci Derecede Öncelikli Yöreler kapsamına alınmıştır. Milletvekilleri-parti gözetmeksizin- merkezi ve mahalli idarece  Samsun’un  Kalkınmada Birinci Derecede Öncelikli Yöresi olarak Alaçam’ı kabul  ettirmeleri,

2. Milletvekillerinin öncülüğünde/rehberliğinde bir üretim ve pazarlama kurumu (kooperatif, şirket) kurularak Göçkün, Toplu, Habilli, Yenice, Soğukçam, Etyemez gibi köylerle, Uluçay’la Yenice çayı vadisinde kurulu köylerde (Taşkelik, Aşağıkoçlu vb.) kısa vadede sebzecilik, uzun vadede meyvecilik teşvik edilmeli, (Alaçam’da üretilecek sebzeler büyük şehirlere pazarlanabilmeli.)

3. Dağ köylerinde hayvancılık teşvik edilerek süt ve süt ürünlerinin pazarlanmasıyla yöre insanının gelir düzeyi yükseltilmelidir.
           
İşte bunları veya bunlara benzer şeyler yapanlar, yapabilenler gelecek seçimlerde Alaçam’dan ve Alaçamlılardan göğüslerini gere gere oy isteyebileceklerdir.

Ahmet ARSLAN
Em. MEB Müfettişi


Hocamızın Daha Önceki yazısı İçin Bakınız

3 Temmuz 2007 Salı

Samsun Gezilecek Bazı Yerler




Atatürk Anıtı :
Hükümet Konağı'nın bitişiğinde şehir parkındadır. 19 Mayıs 1919'un anısını ölümsüzleştirmek için 1931'de Samsun Belediyesi tarafından yaptırılmıştır. Avusturyalı heykeltraş Krippel'in eseri olan anıt, 19 Ocak 1932'de törenle açılmıştır. Her yüzü kabartmalı taban üzerine yükselen heykelde Atatürk, ünifomalı olarak ve arka ayaklarıyla kuyruğuna dayanıp şaha kalkan atının üzerinde betimlenmiştir.

Büyük Camii ya da Valide Camii :
Fuarın karşısındadır. Batumlu Hacı Ali Efendi tarafından 1884'te yaptırılmıştır. Sultan Abdülaziz'in annesi Pertevniyal Sultan tarafından onartıldığı için Valide Camii adıyla da anılır. Duvarları sarımsı kesme taştan örülen caminin sağ ve solda birer şerefeli iki minaresi yükselir.

Son cemaat yeri altı sütun üzerine basan beşik tonozlarla örtülüdür. Basık kubbesinin dört köşesinde kuleler vardır. Kubbenin içi renkli bitkisel ve geometrik motiflerle süslenmiştir. Mihrabı mermerden, minberi ağaçtandır. Minber, yıldız ve madalyon motifli kabartmalarla süslüdür.

İsa Baba Türbesi :
Anadolu'nun fethi sırasında şehit olan İsa Baba ve öteki Türk savaşçılarının mezarlarının bulunduğu kare şeklindeki türbedir. 1895'te Haznedarzade süleymen Paşa'nın torunu Memduh Bey tarafından onartılmıştır.

Kurupelit-İncesu :
Sinop yolu üzerindeki mesirede denize girilip piknik yapma olanağı bulunmaktadır.

İkiztepe :
Bafra' nın 7 km kuzeybatısındaki yörede yapılan araştırmalarda İlk Tunç Çağı ve Erken Hitit döneminden kalma pek çok buluntu ele geçmiştir. İkiztepe'yi oluşturan doğal yükseltilerin ilkinde, İlk Tunç Çağı ve Erken Hitit Dönemi denen geçiş çağı yerleşmeleri bulunur. Yapı kalıntıları İkiztepe'de ahşap mimarinin varlığını ortaya koymuştur. Deniz kabuğu ve bitki katkılı kaplar iki renklidir. Üstü yumrulu ya da hayvan biçimli kulplar yaygındır.

Tekkeköy Mağaraları :
Samsun'un 14 km doğusundaki Tekkeköy yakınlarındadır. Burada yapılan arkeolojik kazılarda Erken Hitit ve İlk Tunç Çağı kültür katları ortaya çıkarılmıştır. Bulunan eserler arasında seramikler çoğunluktadır. Yöredeki mezarlarda ölülerin yanına seramik, bıçak, kama gibi çeşitli gereçler bırakılmıştır.

Taşhan :
Sivil Osmanlı mimarisinin güzel bir örneği olan eser XVII. Yy sonlarına doğru yapılmıştır. İki katlı olan handa mağaza girişleri ve han girişleri yuvarlak ve kemerlidir.

Samsun Fuarı :
Ulusal ve yöresel kültürel ve toplumsal değerlerin sergilendiği Samsun 19 Mayıs Fuarı, dinlenme ve eğlence tesisleriyle yöre halkının ilgi duyduğu bir iç turizm merkezidir. Fuar ilk kez 1963'te açılmıştır.

Hacı Hatun Camii:
Saathane Meydanı yakınındadır. 1694'de Hatice Hatun'un oğlu İbrahim tarafından yaptırılmıştır. Kare planlı caminin taş ve tuğla ile karışık duvarları bir sıvayla kaplıdır. Tek şerefeli minaresi kare kesitli taban üzerinde yükselir. Sekizgen bir kasnağa oturan tuğladan yapılmış basık bir kubbeyle örtülü olan caminin minberi ağaçtan, mihrabı kireç taşındandır.

Gazi Müzesi:
Atatürk'ün 19 Mayıs 1919'da Samsun'a geldiğinde misafir edildiği Palas Oteli, belediye tarafından Atatürk'e hediye edilerek müze haline getirilmiştir. Otelin zemin katı Gazi kütüphanesi olarak hizmete konulurken, üst kattaki çalışma odası, yatak odası, toplantı salonu, derlenen diğer tarihi eşyalarla birlikte Gazi Müzesi olarak düzenlenmiştir.

Kızılırmak Deltası:
Kızılırmak Deltası Türkiye'nin, Karadeniz sahilindeki doğal özelliklerini koruyabilmiş en büyük ve en verimli sulak alanıdır. Samsun ilinde, Kızılırmak Nehri'nin denize döküldüğü yerde Bafra, Alaçam, Engiz ilçeleri sınırları içinde kalan alanın Samsun-Sinop Karayolu Kuzeyinde kalan kısmıdır.

Samsun-Sinop Karayolunun Kuzeyinde kalan alanda 56.000 hektar genişliğinde delta ovası uzanır. Deltanın doğu sahilinde güller, sazlık alanlar kumullar, su basar çayırlar ile birlikte yaklaşık 12.000 hektar alanı kaplayan sulak alan vardır. Batı yakasında da yaklaşık 1.500 hektar genişliğinde Karaboğaz gölü ve çevre sazlıkları bulunur.

İlk Adım Anıtı:
1981-82 arasında heykeltraş Hakkı Atamulu tarafından yapılmıştır. Atatürk'ün Samsun'a ilk ayak bastığı yere yaptırılan anıtta, Atatürk'ün yanında gençliği simgeleyen kız ve erkek figürleri yer alır.

İçmeler ve kaplıcalar

Havza kaplıcaları:
Havza İlçesi, kent merkezindedir. Üç kaynaktan çıkan sular üzerinde Büyük Hamam, Küçük Hamam ve Maarif Hamamı adıyla üç kaplıca bulunur. Su sıcaklığı 55 derecedir.

Havza Kaplıcaları, Bizans dönemi kaplıcalarındandır. Ancak zamanla kullanılabilecek durumlarını yitirmiş ve Selçuklular’ın yeni bir eseri olarak hizmete girmiştir.

Havza Kaplıcaları’nın radyoaktivitesi yüksektir. Sodyum bikarbonatlı, madeni az sulardandır. Her çeşit romatizma, nevralji, kırık-çıkık, kadın hastalıklarında etkilidir. Cilt ve böbrek hastalıklarında da faydalı, ülkemizin ünlü bir şifa merkezidir. Modern konaklama tesisleriyle, yıl boyunca hizmetini sürdürmektedir.

Yılancık Şifalı Suyu:
Kavak İlçesi’ne bağlı, Kaya Köyü’ndedir. Kalsiyum bikarbonatlı sulardandır. Deri ve yılancık hastalıkları için önerilir.

Mutucuk Köyü Şifalı Suyu:
Havza Mutucuk Köyü’ndedir. Köy, Havza’ya 12 km. uzaklıktadır. Suyun analizi 1994 yılında yapılmış ve şifalı olduğu bildirilmiştir. Çevrede henüz tam olarak tanınmamıştır. İçildiğinde böbrek, bağırsak ve mide hastalıklarına iyi geldiği bilinmektedir.

Hırlas Kaplıcası:
Ladik İlçesi’ne bağlı, Hırlas Köyü’ndedir. Ladik’e uzaklığı 8 km.’dir. İki hamamı ve havuzları vardır. Madeni az çelikli bir sudur. En çok kalsiyum bikarbonat içerir. Sinir hastaları ve çocuk felçliler için faydalıdır. Su sıcaklığı 36 derecedir.