30 Haziran 2006 Cuma

Canik Sancağı'nda Ermeni Faaliyetleri



I. Dünya Savaşı ve Millî Mücadele yıllarında
CANİK SANCAĞI’NDA ERMENİ FAALİYETLERİ
 Yrd. Doç. Dr. Nuri YAZICI*

“Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir.  Yazan yapana sadık kalmazsa, değişmeyen   hakikat, insanlığı şaşırtacak bir mahiyet alır.”
                                                                                                                    Mustafa Kemal Atatürk



Osmanlı Devleti’nin çok uluslu yapısı, XIX. yüzyıldan itibaren siyasal varlığı ve toprak bütünlüğü açısından sorunlar yaratmaya başlamıştı. Bu yüzyılda Avrupa devletlerinin sanayileşmeleriyle beraber ortaya çıkan sömürgecilik ve yayılma politikaları Osmanlı ülkesini ve Doğu Akdeniz havzasını Batılı devletlerin politik gündemine oturtmuştu.

XIX. yüzyılın sonlarına doğru milliyet politikalarının yeniden etkinlik kazanması, Avrupa devletlerinin politikalarına, Osmanlı toplumunun çok uluslu yapısından yararlanmak biçiminde yansımıştır. Bu politikalara XIX. yüzyıldan itibaren “Şark Politikaları” denmiş ve Osmanlı Devleti de bu politikaların hedefindeki “Hasta Adam” sayılmıştır.

Avrupa büyük devletleri, Osmanlı yönetimi altındaki etnik unsurlardan, kendi politik çıkarları doğrultusunda, millî isyanlarını destekleyerek ve Osmanlı Devleti’nden ayrılma politikalarını cesaretlendirerek yararlanmaya çalıştıkları gibi, Osmanlı ülkesini ele geçirmek ve paylaşmak yolunda dinden de yararlanmaya karar vermişlerdi.[1] Bu yolla Fransa, Rusya, İngiltere ve Avusturya Osmanlı Devleti’nin içişlerine karışma imkânı buluyorlardı. XIX. yüzyılın sonlarına doğru özellikle Berlin Anlaşması (1878) öncesinde Avrupa devletleri nazarında artık Türk hükümetinin, gerçek bir devlet olarak tekrar ayağa kalkabileceğine inanılmıyordu.[2] Bu durum Osmanlı ülkesi üzerindeki çıkar çatışmalarına ve paylaşım teşebbüslerine cesaret vermiştir.

İşte, Ermeni sorunu da, Osmanlı politikasının gündemine bu dönemde girmiş ve Batılı devletler bu Hristiyan unsurdan kendi şark politikaları yönünde yararlanmaya çalışmışlardır.

I. Dünya Savaşı’na kadar olan dönemde özellikle İngiltere, Ermeni unsurunu kullanmak suretiyle Osmanlı Devleti üzerinde siyasî bir baskı kurmaktaydı. Ayrıca Osmanlı ülkesindeki Hristiyanların koruyuculuğu politikasının tekelini de Rusya’ya kaptırmak istemiyordu.

Berlin Anlaşmasıyla Balkanlardaki rekabet hemen hemen sonuçlanmış ve Osmanlı Devleti bu bölgeden çıkarılmıştı. I. Dünya Savaşı sonunda ise Güney Kafkasya ve Doğu Anadolu önem kazanmaya başlamıştı; Mondros Mütarekesi’yle, Doğu Anadolu’da İngiltere’nin güdümünde bir Ermeni devleti’nin kurulacağı anlaşılmaktaydı. İngiltere’nin, Ermeni unsurunu destekleyerek Doğu Anadolu’da bir Ermeni devleti kurulmasını istemesinin nedeni de, Rusya’nın güneye inerek sömürge yolları üzerinde yaratacağı tehdide bir tampon oluşturmaktı.

Rusya ise kendi himayesinde bağımsız bir Ermenistan politikası izleyerek Anadolu’yu da Balkanlaştırmak siyaseti güdüyordu. Bu nedenle Rusya, I. Dünya Savaşı sırasında işgal ettiği kuzey doğu Anadolu kıyılarında ve Doğu Anadolu’da Türklere karşı Ermeni unsurundan yararlanma politikaları izlemiştir.

Avrupa büyük devletlerinin izledikleri ve genel olarak “Şark Politikaları” diye adlandırılan bu politikalar ve bağımsız Ermenistan politikaları Osmanlı Devleti’ndeki Ermeni teb’a arasında da destek bulmuştur. Böyle bir siyasal akım, büyük devletlerin desteği ve müdahaleleriyle yaratılmıştır: Çeşitli cemiyetler kurulmuş, Ermeni çeteleri işgalci devletlerin üniformaları altında silahlandırılarak Türklere karşı kullanılmıştır.

Karadeniz kıyısındaki Canik Sancağı da, Anadolu’da, kısmen Rum ve Ermeni unsurla yerleşik olan alanlardan biriydi: Canik Sancağı Trabzon vilayetine bağlı olup, XX. yüzyıl başlarında merkez Samsun (nahiyesi Kavak), Bafra (nahiyesi Alaçam), Ünye (nahiyesi Karakuş), Terme, Çarşamba, Fatsa kazalarından ve 965 köyden ibaretti.

I. Dünya Savaşı yıllarında ve Mondros Mütarekesi’ni takip eden günlerde bu bölgede daha çok siyasal amaçlı Rum çetelerinin faaliyetleri görülmekle beraber[3] özellikle I. Dünya Savaşı yıllarında Rusların yardımıyla harekete geçen Ermenilerin saldırı ve tecavüzleri de görülmektedir.

Nitekim, 20 Ekim 1916 Perşembe günü Rus donanması tarafından Terme sahiline çıkarılan silâhlı Ermeni çeteleri, Rusların da desteğiyle çok büyük katliam ve tahribat yapmışlardır.[4]

Ermeni eşkiyalarının Terme’ye yaptığı bu baskın sonunda katledilenler ve öldü diye bırakılarak yaralı olarak kurtulanlardan başka çok sayıda ev, dükkân, otel, kahvehane, fırın, tütün anbarı ve telgrafhane yakılıp yıkılmıştı.

Ayrıca Rus donanmasının bombardımanı sırasında Terme kasabasında muhacirlerden bir kişi, Ünye istikametindeki Miliç yöresinde de beş kişi şehit olmuştur; Hacı Kanberoğlu Kezban, Çolak Hasan’ın kızı Havva, İsmail Bey oğlu Bekir, Hacı Hasan oğlu Kemal kızı Hatice ve Hopa’lı Bektaş oğlu Dursun’un eşi Binnaz bu bombardıman sırasında, Miliç mevkiinde şehit olmuşlardır.[5]

Silâhlı Ermeni eşkıyalarının  Terme kasabasına girmeleri sırasında yine bir asker, aynı eşkıya grubunun Miliç yöresindeki şekaveti sırasında da Beyastan oğlu Yusuf adlı bir kişi şehit edilmiştir. Bu eşkıya grubunun Terme Hükümet binasını yakmaları sırasında da bir kişi ölmüş, iki kişi de yaralanmıştır. Böylece bu baskında yaralı ve şehit olanların sayısı 11’e ulaşmıştır.

Ermeni eşkıyaları yaptıkları bu baskında beraberlerinde 19 kişiyi de götürmüşlerdir. Bunlar beş kişilik ailesiyle beraber Demirci Kosti ve iki kayınbiraderi, Ünye’li Ermeni mühtedîlerden Terzi Maksut ve yedi kişilik ailesiyle beraber eskici Ohannes idi. Ayrıca kasabadan Hacı Ali oğlu Hasan’ın kızı Firdevs ile yine kasabadan Dayı oğlu Hasan’ın kızı Satiye de zorla götürülenler arasındaydı...[6]

Bu olaylardan ve tahribatlardan sonra Terme’de meydana gelen zarar ziyanı belirlemek üzere bir komisyon kurulmuştur. Bu komisyonun tespitlerine göre, 41 ev, 10 kahvehane, 25 dükkân, 6 otel, 4 fırın, 2 mağara, 1 telgrafhane ve 1 tütün anbarı yakılmıştı. Yakılan bu binaların kıymeti komisyonca 931.000 kuruş olarak tespit edilmiştir. Bu yangınlarda ve yağmalarda yok edilen ev eşyalarının kıymeti için, yine aynı komisyonca 885.990 kuruş, dükkân eşyalarının kıymeti olarak 1.138.500 kuruş, zahire kıymeti olarak da 144.150 kuruş takdir edilmiştir. Böylece Ermeni eşkıyasının bina ve hane eşyalarını yakarak ve yok ederek verdikleri zarar ziyanın bedeli 3.100.000 kuruşa çıkmıştır.

Dahiliye Nezareti’yle yapılan yazışmalardan ise, esir edilip götürülenlere mukabil daha sonra Rusya teb’asından 20 kişinin tutuklandığı anlaşılmaktadır. Bu yazışmalarda, zarar ziyana mukabil tazminat için ne gibi bir işlem yapılacağı da soruluyordu. Verilen cevapta ise, askerler savaş sırasında ölmediklerinden, esir gidenlerden de, kendi isteğiyle gidenleri ayırt etmek mümkün olmadığından tümü hakkında “mukâbele-i bi’l misl”e karar verildiği belirtilmektedir.

Bolşevik İhtilali ve Rusya’nın I. Dünya Savaşı’ndan çekilmesi “Şark Politikası”ndaki dengeleri ve paylaşım hesaplarını değiştirmiştir ama, bu yeni durum Ermeni sorununu gündemden düşürmemiştir. Bu sefer İngiltere, Ermeni himayesini üstlenmiştir. Gizli anlaşmalarla Rusya’nın payına düşen bölgelerde bu defa bir Ermenistan projesi gündeme getirilmiştir. Mondros Mütarekesi’nin 24. maddesi bu politikanın kanıtı niteliğindedir.[7]

Ermenilerin yıkıcı faaliyetleri ve Ermeni çetelerinin saldırı ve tecavüzleri Mütareke sonrasında ve Millî Mücadele yıllarında da devam etmiştir. Bu dönem, bütün Anadolu’da siyasal bir belirsizliğin ve kargaşalığın yaşandığı bir dönemdi. Mondros Mütarekesi’nden sonra İstanbul Hükümeti’nin, millî varlığı koruma yolundaki yetersizliği Ermeni ve Rumları cesaretlendirmiş ve azınlıklar, Osmanlı Devletiyle teb’a bağlarını koparmışlardı. Anadolu’da, adeta Türk halkına karşı ilân edilmemiş bir savaş sürdürülüyordu.

Ermeni faaliyetleri, esas itibariyle Doğu Anadolu’da yoğunlaşmış olmakla beraber, bu bölgenin denize açılan limanları durumunda olan Trabzon, Giresun, Samsun yörelerinde de görülmekteydi.[8]   Bu bölgedeki Ermeni saldırı ve tecavüzleri tamamen Rumların hazırlığı gibi idi. Bu Hristiyan unsurlar, açık ve gizli faaliyetleriyle kendi politik amaçlarını ve Osmanlı Devleti’nin bir an evvel çökmesini sağlamak için çalışıyorlardı.[9]  Ancak Mütareke sonrasının işgal günlerinde ve azınlıkların saldırıları karşısında Anadolu’nun diğer bölgelerinde olduğu gibi Doğu Karadeniz Bölgesi’nde de, Türk halkının millî varlığını korumak için teşkilâtlandıkları görülmekteydi.

İngilizlerin, 9 Mart 1919’da, Samsun’u işgalleri ve bu durumu Havza, Merzifon’a doğru genişletmeleri bölgedeki azınlıkları cesaretlendirmişti.

19 Mayıs 1919’da ise Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a gelmesi ve bölgede, Müdafaa-i Hukuk faaliyetlerini destekleyici tutumu, Türk halkı arasında umut ve geleceğe güven yaratmıştı.

Böyle bir ortamda, bölgedeki Türklerin malını, mülkünü ve ailesini geride bırakarak, Millî Mücadele’ye katılması, azınlıklara fırsat vermişti: Köylerde daha çok yaşlılar, kadınlar ve çocuklar kalmıştı. Bundan yararlanan ve Rusya’dan silahlı olarak dönen Ermeni çeteleri Ünye’nin Kiraztepe, Üçpınar, Köklük, Havzıkara, Ballık köylerine baskınlar düzenleyerek ahaliyi katletmişlerdir. Aynı şekilde Manastır Köyüne gelen Ermeni çeteleri ahaliden bazılarını kurşuna dizdikleri gibi, bir kısmının da başlarını keserek kazığa takmışlardır. Ünye Jandarma Bölüğü Komutanı Yüzbaşı Ahmet Halit’in 9 Eylül 1919 tarihli raporundan, genel harbe katılarak evini ve ailesini geride bırakan Müslüman Türk erkeklerinin yokluğundan yararlanarak, Rusya’dan öteden beri silâhlı olarak dönen Ermeni çetelerinin köyleri basarak, büyük katliamlar yaptıkları anlaşılmaktadır.[10]

Bu eşkıyalar, köylere yaptıkları baskınlardan başka “kenar ve bucakta, dağ ve ormanda” tesadüf ettikleri Müslüman erkek, kadın ve çocukları da katletmekteydiler.

29 Ağustos 1919 tarihinde Köklük köyünden Ermeni Avadis, arkadaşı Karahoca, Sürup, Asador, Kalos, Artin, Vartan, Vesken, Avakim, Misak, Çökükburun Akaryan, Atan ve diğer arkadaşları tarafından Manastır köyünün girişine pusu kurulmuştu. Bu pusuda eşkıya çetesi Haşim Çavuş ve kardeşi Nuri’yi, Emrullah oğlu Emrullah’ı, Baltacıoğullarından Mehmet oğlu Mehmet’i katletmişlerdir. Bu çatışma sırasında karşılık veren köylüler tarafından Ermeni eşkıyadan da Avadis vurularak öldürülmüştü.

Aynı raporda, adları geçen Ermeni eşkıyanın faili oldukları katl olayları da şöyle sıralanmaktadır:
1. Manastır köyünden Kapucuoğullarından İbrahim oğlu Ali, Köklük köyünden Kara Kâhya oğullarından Sürup tarafından ailesinin gözü önünde öldürülmüştür.
2. Yine aynı köyden Delibaşoğlu Tahir Çavuş, Avadis ve Sürup tarafından ailesinin gözü önünde kurşunlanarak öldürülmüştür.
3. Yine aynı köyden Hatip oğlu Çakır Mustafa, amcazâdesi Recep, gelini Şerîfe, diğer gelini Hamide ve yeğeni Emine aynı çeteden Sürup, Avadis, Atan, Asador, Kalust, Avakim, Vartanis adlı eşkıyalar tarafından evleri içinde kurşunlanarak katledilmişlerdir.
4. Aynı köyden muhtar Tunukluoğlu Halil Çavuş, yine aynı Sürup ve diğer eşkıya arkadaşları tarafından başı kesilerek öldürülmüş ve başı kazığa takılmıştır. Şimdiki muhtar Mustafa ise “fidye-i necât” (can kurtarma parası) karşılığında salıverilmiştir.
5. Köyün hatîbi Kabakçıoğlu Mustafa Efendi, yine Sürup ve arkadaşları tarafından evinden çıkarılmış, nakit parası ve hayvanları gasbedildikten sonra köy içerisinde kurşunlanmak suretiyle öldürülmüştür.
6. Kenehur’da yerleşik olduğu halde, Manastır köyüne bir iş için gelen Şiranlı Ahmet, yine Sürup tarafından kurşunlanarak öldürülmüştür.
7. Manastır köyünden Kapucuoğlu İbrahim Çavuş’un eşi Fatma, tarlada çalışmakta iken yine Sürup tarafından kurşunlanarak katledilmiştir.

Sözü edilen Manastır köyü girişindeki pusuda, çatışma sırasında öldürülen Avadis’in cesedini Köklük köyüne getiren Ermeni çeteler, bunu bahane ederek Samsun’daki İngiliz mümessili Pearing’e şikâyette bulunmuşlardır. Mümessil Pearing, bu şikâyete dayanarak, Mutasarrıflığa yazdığı 6 Eylül 1919 tarihli bir yazıyla Ünye kaymakamı ve jandarma komutanını hiçbir şey yapmamakla suçlamıştır.

Bu yazıda Ünye civarındaki Köklük köyünde Ermenilerin evlerinde hapis kaldıkları, dışarıya çıkmadıkları, hatta Avadis adlı bir Ermeninin öldürüldüğü iddia edilmekte idi. Halbuki sözü edilen Avadis, 29 Ağustos 1919’da Manastır köyünün yakınında pusu kuran Ermeni eşkıyasından biri idi ve buradaki çatışmada vurularak ölmüştü. Diğer eşkıya arkadaşları da cesedi Köklük köyüne getirmiş, güya Köklük köyünde Müslümanlar tarafından vurulmuş gibi hükümete ihbarda bulunmuşlardı.

Nitekim, 10 Eylül 1919’da Mümessil’e verilen cevapta, alınan resmî bilgilerin kendisinin bildirdiği gibi olmadığı, Köklük köyünün bir eşkıya yatağı olduğu, adı geçen Ermeni ile birlikte arkadaşlarının pusu kurması sonucu dört Müslümanın öldürüldüğü ve Müslümanların bu tecavüze karşı kendilerini korumaları esnasında eşkıyanın reislerinden olan bir şahsın ölmesinin gayr-î tabiî bir hal olmadığı belirtiliyordu.[11] Ancak yine de bu olaydan sonra devlet, Manastır köyünün güneyinde bulunan bir evi karakol haline getirip, on iki erlik bir kuvveti buraya yerleştirmiştir. Bunun üzerine eşkıyadan çekinip, katledilmekten korkarak çocuklarıyla ormana gizlenen Türk köylüleri de tekrar evlerine dönebilmişlerdir...

Bölük komutanı Yüzbaşı Ahmet Halit’in sözü edilen raporunda, bu asayişsizliğin sebeplerine ve alınması gereken tedbirlere de değinilerek “yapılan bunca feci cinayete karış hükümet ya haberdar edilmemiş veyahut edilmişse de hükümet, şevket ve satvetini bu yörelere getirememiş olduğundan bunlar da gün be gün kuvvetlerini artırmış ve bu suretle masum ahâlinin başına kaçınılmaz bir belâ kesilmişlerdir.” denilmektedir.[12]

Aslında bu değerlendirme Anadolu’nun her yeri için geçerlidir. Çünkü Mondros Mütarekesi hükümleri savaşı sona erdirmemiş, bir barış ortamı getirmemişti. Adeta Anadolu’nun istilâsını ve paylaşımını kolaylaştırmak için Osmanlı Devleti’nin ve Türk halkının dayanma gücünü ortadan kaldırmıştı. Bu özellikleriyle Mondros Mütarekesi, “Şark Politikası”nın bir uygulaması ve yaratılmaya çalışılan Ermeni sorunu da bu politikanın bir parçasıydı.

Yüzbaşı Ahmet Halit Bey’in raporu bir gerçeği daha tespit etmesi bakımından dikkate değerdir: Bu raporda “Şurasını arz edeyim ki, bugün kuvvetli bir müfreze ile bu canilerin takibine çıkıp, gerektiğinde silahlı çatışma ile birkaç tanesi ölü ele geçirildiği anda birçok baskı ile Türkler tarafından yine katle maruz kaldıklarını yabancılara karşı feryada başvuracakları şüphesizdir.”[13] deniliyordu.

Gerçekten de öyle olmaktaydı. Bu nedenle aynı dönemde bir taraftan Ermeni ve Rum çetelerinin saldırılarına karşı Türk halkının dayanma gücü artırılmaya çalışılırken, bir taraftan da Batı kamuoyunun yanlış bilgilenmesini önleme faaliyetleri de sürmekteydi.

Bu faaliyetlerden olarak Millî Mücadele yıllarında meydana gelen tecavüz, tahribat ve katliamlar resmî yazışmalara geçirilerek tespit edilmiştir.

Mustafa Kemal Paşa’nın, 1 Mart 1923’te TBMM’nin dördüncü toplanma yılını açarken yaptığı konuşmasında, bu çalışmaların önemsendiği ve üzerine düşüldüğü görülmektedir.

Bu konuşmasında Mustafa Kemal Paşa, Anadolu’da Müslüman Türk halkına kaşı yapılan, bir örneği daha olmayan zulüm ve vahşetin tespitine ve belgelendirilmesine çalışıldığını belirtmekte, tespit olunanların yayımlanarak peyderpey medenî dünyaya sunulduğunu ifade etmekteydi.[14]

Ayrıca bölgelerdeki tahkikat komisyonlarının raporları, katliama uğrayan halkın heyetler önünde verdikleri yeminli ifadeler, bölgelerdeki askerî ve mülkî yetkililerin raporları, Kızılay yetkililerinin ve adlî makamların raporları, yabancıların günlükleri ve raporları bu araştırmaların kaynakları olmaktaydı. Bu sayede, Türk halkının uğradığı haksızlıklar ve zulümler bugün belgelenebilmektedir.

Sonuç olarak, Anadolu’nun bütününde olduğu gibi Canik Sancağında Rum faaliyetlerinin yanısıra Ermeni çete faaliyetleri ve katliamları, Türk halkını yılgınlığa ve teslimiyete zorlamak amacını gütmektedir. Bölgede Türk devletinin hükümranlığını ve egemenliğini işlemez hale getirerek bir asayişsizlik sorunu yaratılmak istenmektedir. Böylece Mütareke hükümlerine göre büyük devletlerin askerî müdahaleleri sağlanacak, batılı devletler ve kamuoyu bu sorunun çözülmesi gereğine ikna edilmiş olacaktır. İşgalci devletlerle olan din bağları, Hristiyanlık  da bu politikaya destek unsuru olmuştur... Yine böylece, Batı kamuoyunun maddî ve manevî desteğini sağlamak ve Anadolu’ya yönelen işgal ve paylaşma politikalarına haklılık kazandırmak amacı güdülmüştür.

Bu siyasal ortamda Ermeni unsur, özellikle İngiliz ve ABD desteğiyle bağımsız bir devlet olma politikalarını sürdürmektedir. Fakat bu politikalar, Türk milletinin yeniden yaşama azim ve iradesi karşısında ve Kurtuluş Savaşı’nın askerî bir zaferle sonuçlanmasıyla başarısızlığa uğratılacaktır.

DİPNOTLAR

* S.Ü. Eğitim Fakültesi Öğretim Üyesi
1. Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi V, Ankara 1970, s.225
2. Fahir Armaoğlu, Siyasî Tarih 1789-1918, Ankara 1961, s.380
3. Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk, I, Ankara 1970, s.17; Cevdet R. Yularkıran, Reşit Paşa’nın Hatıraları, 1939, s. 18; Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I, Ankara, 1961, s.13; Harp Tarihi Vesikaları Dergisi, XII/43 (1963), Vesika: 1011
4. T.C. Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Osmanlı Arşivi, Ermeniler Tarafından Yapılan Katliam Belgeleri (1914-1919) I, Ankara 2001, s.177-189
5. a.g.e, s. 177-189
6. a.g.e, s. 177-189
7.  Seha L. Meray – Osman Olcay, Osmanlı İmparatorluğu’nun Çöküş Belgeleri (Mondros Bırakışması, Sevr Anlaşması, ilgili Belgeler), Ankara 1977, s. 4
8. H. Erdoğan Cengiz (Hazırlayan), Ermeni Komitelerinin A’mal ve Harekât-ı İhtilâliyesi –ilân-ı Meşrûtiyyet’ten Evvel ve Sonra, Ankara , 1983, s. 252 ve 297; Ayrıca bakınız: İsmet Binark, Ermenilerin Türklere Yaptıkları Mezalim ve Soykırımın Arşiv Belgeleri, Ankara, 2001
9. Atatürk, Nutuk, s. 2
10. T.C. Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Osmanlı Arşivi, a.g.e., s. 765-769
11.  a.y.s.  765-769
12.  a.y.s. 765-769
13.  a.y. s. 765-769

14.  A.S.D.I, s.30

Arkeoloji ve Etnografya Müzesi

Samsun'da Fuar alanı içinde bulunan Arkeoloji-Etnografya Müzesi'nin inşaatına 1976 yılında başlanmış ve 19 Mayıs 1981 günü ziyarete açılmıştır. Müze orta salon ve simetrik olarak yapılmış iki yan salondan ibarettir. Orta salonda antik Amisos kentinde ortaya çıkarılan Roma İmparatoru Alexander Severus (M.S. 222-235) zamanında yaptırılan ve M.S. 5. yüzyıl sonlarında Bizans Döneminde tamir edilen mozaik teşhir edilmektedir. Mozaik taban üzerinde çeşitli mitolojik sahneler simetrik olarak işlenmiştir. Merkezde Akhilleus ve Thetis'in yer aldığı Troia savaşı ile ilgili sahne, bu sahnenin dört köşesine yerleştirilmiş panellerde mevsimleri simgeleyen portreler ve mevsimlerin arasındaki dikdörtgen panellerde Nereidler ve deniz yaratıkları tasvir edilmiştir. Bu figürlü sahnelerden ayrı olarak dikdörtgen bir panelde de kurban kesme sahnesi işlenmiştir. Söz konusu mozaiğin kalan kısımları çeşitli geometrik ve bitkisel motiflerle süslenmiştir.

Gene orta salonda antik Amisos kentinde ortaya çıkarılan mezar odasında Müze Müdürlüğü'nce yapılan kurtarma kazısı sonucunda ele geçirilen Amisos hazinesi sergilenmektedir. Bir erkek, bir kadın ve bir kız çocuğuna ait olan altın takılar (taç, bilezikler, kolyeler, gerdanlıklar, küpeler, düğmeler, elbise süsleri, yüzük vs.) müzenin en göz alıcı eserleridir. Hellenistik Döneme ait bu eserler zamanın sanat ve işçiliğini tüm ihtişamı ile göz önüne sermektedir.

Yine bu bölümde Klasik, Hellenistik, Roma, Bizans, Selçuklu, Osmanlı ve Cumhuriyet dönemlerine ait sikkeler teşhir edilmektedir.

Orta salonun sağ tarafında yer alan salonda Samsun ve çevresinde ele geçen Kalkolitik, İlk Tunç, Hitit, Hellenistik, ve Roma Dönemlerine ait eserler kronolojik olarak sergilenmektedir. Bunlardan Bafra İlçesi, İkiztepe Köyü'ndeki İkiztepe Höyüğü'nde İstanbul Üniversitesi'nce yapılan sistemli arkeolojik kazılarda ele geçirilen Kalkolitik, İlk Tunç ve Hitit çağlarına ait bronz, kemik, taş ve pişmiş toprak eserler ayrı bir önem taşımaktadır. Bronzdan her iki yüzü kabartmalı mızrak ucu, İkiztepe halkının maden sanatında ne kadar ileri bir seviyede olduğunu gösteren örneklerden biridir. Ayrıca İkiztepe'de bulunan; İlk Tunç Çağına ait ameliyatlı kafatasları da müzenin dikkat çeken bir bölümünü oluşturmaktadır. Bu salonda sergilenen bronzdan çıplak atlet heykeli (M.Ö. 5.yüzyıla özgü orijinalinin M.S. I.yüzyıla özgü kopyası) müzenin en gözde eserlerinden biridir.

Diğer yan salonda ise Samsun yöresinden müzeye intikal etmiş olan etnografik nitelikte eserler; bindallılar, peşkirler, cepkenler, para ve saat keseleri, el yazması Kuran'lar, süs eşyaları, silahlar, mutfak eşyaları, halı ve kilim vb. eşyalar teşhir edilmektedir.

Müze bahçesinde Klasik, Roma, Bizans ve Osmanlı dönemlerine ait eserler sergilenmektedir. Bunlardan pithoslar, lahitler, steller, miltaşları, çeşitli mimarî parçalar ve kabartmalar müze ziyaretçilerinin ilgisini çeken eserler arasındadır.

Reklamın İyisi


Bandırma Gemisi ve bulunduğu alan Milli Mücadele Parkı olarak düzenlenmekte olup,plaj düzenlemeleri ile ilgili uygulama proje çalışmaları devam etmektedir.2006 Yılı Haziran ayında proje tamamlanıp hizmete sunulacaktır.

Havza Kaplıcalarında Şifayap Oldum



SAMSUN - HAVZA ASLAN AĞZI - KIZ GÖZÜ KAPLICALARI
Samsun Ankara karayolu üzerinde, 85.ci kilometrede bulunan bir ilçe Havza.

Ankara'yı Karadeniz'e bağlayan karayolunun üzerinde bulunmasına rağmen, kaplıcalarının özellikleri çoğu kimse tarafından bilinmemektedir.

Atatürk'ün Samsun'a çıktıktan sonra ilk uğradığı yer olarak ta bilinmektedir. Ulu önderin şu veciz sözleri Havza'daki kaplıcalarda okunabilinir:

"Havza kaplıcalarında şifayap oldum".

Havza kaplıcalarının şifalı suları; çeşitli romatizma, kırık-çıkık sekelleri ve mevzi ağrıları, sinir, mide, bağırsak, metabolizma, kansızlık gibi hastalıklara iyileştirici etki yapmaktadır.

Havza kaplıcaları Turizm Bakanlığı tarafından Termal Turizm Merkezi olarak ilan edilmiştir. 56°C sıcaklığa ve günde 10.080 kişi banyo kapasitesine sahiptir. (56°C kaynak çıkış sıcaklığıdır.)

Tren Gelir Hoş Gelir

 Samsun- Çarşamba Treni -Yıl 1926
(Samsun - Sivas Hattı  1932 'de Açılacaktır)



Cumhuriyetin Yaptığı İlk Demiryolu Samsun-Çarşamba Hattıdır.



 Demir Ağlarla Ördük Yurdu Bir Baştan



CUMHURİYETİMİZİN 80 YILLIK TARİHİNDE DEMİRYOLU POLİTİKALARI 
Cumhuriyet Dönemindeki özellikle demiryolunun altın çağı olarak nitelenen Cumhuriyetimizin ilk yıllarındaki demiryolu politikasını daha iyi anlamak açısından Cumhuriyet dönemi öncesinin değerlendirilmesinde yarar vardır. Çünkü geçmiş bilinmeden, bugün anlaşılamaz.

Bu nedenle, ülkemiz demiryolu tarihi; Cumhuriyet öncesi, Cumhuriyet dönemi (1923-1950 Dönemi) ve 1950 sonrası dönem olarak üç başlık altında incelenmelidir. Bu dönemlerin belirgin özelliği; birincisinde demiryolu hatlarının büyük bölümünün yabancılara verilen imtiyazla yaptırılması, ikincisinde demiryolu ulaştırmasının altın çağı olması, üçüncüsünde ise demiryolu ulaştırmasının yok sayılması, ihmal edilmesidir.

A. Cumhuriyet Öncesi  
Türk Demiryolu Tarihi, 1856 yılında başlar. İlk demiryolu hattı olan 130 km'lik İzmir - Aydın hattına ilk kazma bir İngiliz şirketine verilen imtiyazla bu yılda vurulmuştu. Bu hattın seçimi nedensiz değildi. İzmir-Aydın yöresi diğer yörelere göre nüfus bakımından kalabalık, ticari potansiyeli yüksek, İngiliz pazarı olmaya elverişli etnik unsurların yaşadığı, İngiliz sanayisinin gereksinim duydugu ham maddeye kolay ulasilabilecek bir yöreydi. Ayrica Ortadoğu'nun kontrol altına alınarak Hindistan yollarının denetimi alınması bakımında da stratejik bir öneme sahipti. Osmanlı Devletinde demiryolu imtiyazi verilen İngiliz, Fransız ve Almanların ayrı ayrı etki alanları oluştu. Fransa; Kuzey Yunanistan, Batı ve Güney Anadolu ile Suriye'de, İngiltere; Romanya, Batı Anadolu, Irak ve Basra Körfezinde, Almanya; Trakya, İç Anadolu ve Mezopotamya'da etki alanları oluşturdu. Batılı sermayedarlar, sanayi devrimi ile çok önemli ve stratejik bir ulaşım yolu olan demiryolunu tekstil sanayinin hammaddesi olan tarım ürünlerini ve önemli madenleri en hızlı biçimde limanlara, oradan da kendi ülkelerine ulaştırmak için inşa ettiler. Üstelik, km başına kar güvencesi, demiryolunun 20 km çevresindeki maden ocaklarının işletilmesi vb. imtiyazlar alarak demiryolu insaatlarını yaygınlaştırdılar. Dolayısıyla Osmanlı Topraklarında yapılan demiryolu hatları, geçtiği güzergahlar bu ülkelerin iktisadi ve siyasi amaçlarına göre biçimlendirildi.

1876'dan 1909'a kadar tam 33 yıl Osmanlı Padişahı olan Sultan II. Abdülhamid hatıralarında şunları ifade ediyor; "Bütün kuvvetimle Anadolu Demiryollarının inşasına hız verdim. Bu yolun gayesi Mezopotamya ve Bağdat'ı, Anadolu'ya bağlamak, İran Körfezine kadar ulaşmaktır. Alman yardımı sayesinde bu başarılmıştır. Eskiden tarlalarda çürüyen hububat şimdi iyi sürüm bulmaktadır, madenlerimiz dünya piyasasina arzedilmektedir. Anadolu için iyi bir istikbal hazırlanmıştır. İmparatorluğumuz dahilindeki demiryollarının inşatı mevzuunda büyük devletler arasındaki rekabet çok garip ve şüphe davet edicidir. Her ne kadar büyük devletler itiraf etmek istemiyorlarsa da bu demiryollarının ehemmiyeti yalnızca iktisadi değil, ayni zamanda siyasidir."

1856 - 1922 yılları arasında Osmanlı Topraklarında şu hatlar yapılmıştır:
    Rumeli Demiryolları 2383 km normal hat
    Anadolu-Bağdat Demiryolları 2424 km normal hat
    İzmir -Kasaba ve uzantısı 695 km normal hat
    İzmir -Aydın ve şubeleri 610 km normal hat
    Sam-Hama ve uzantısı 498 km dar ve normal hat
    Yafa-Kudüs 86 km normal hat
    Bursa-Mudanya 42 km dar hat
    Ankara-Yahşihan 80 km dar hat
    Toplam 8.619 km

Böylece, Cumhuriyet öncesi çesitli yabancı şirketler tarafından inşa edilen demiryolu hattının 4000 km.lik bölümü, Cumhuriyetin ilani ile belirlenen milli sınırlar içinde kalmıştır. Osmanlı İmparatorluğu'ndan genç Cumhuriyete, yabancı şirketlere ait 2.282 km.lik normal genişlikte hat ve 70 km. uzunluğunda dar hat ile devletin yönetiminde olan 1.378 km.lik normal genişlikte hat kalmıştır.

B. Cumhuriyet Sonrası Dönem  
1. Demiryolu Ağırlıklı Dönem (1923- 1950 Dönemi) :
Cumhuriyet öncesi dönemde, yabancı şirketlere verilen imtiyazla, onların denetiminde ve ülke dışı ekonomilere, siyasi çıkarlara hizmet eder türde gerçeklestirilen demiryolları, Cumhuriyet sonrası dönemde milli çıkarlar doğrultusunda yapılandırılmış, kendine yeterli "milli ekonomi"nin yaratılması amaçlanarak, demiryollarının ülke kaynaklarını harekete geçirmesi hedeflenmiştir. Bu dönemin belirgin özelliği, 1932 ve 1936 yıllarında hazırlanan 1. ve 2. Beş Yıllık Sanayileşme Planlarında, demir-çelik, kömür ve makine gibi temel sanayilere öncelik verilmiş olmasıdır. Bu tür kitlesel yüklerin en ucuz biçimde taşınabilmesi açısından demiryolu yatırımlarına ağırlık verilmiştir. Bu nedenle, demiryolu hatları milli kaynaklara yönlendirilmiş, sanayinin yurt sathına yayılma sürecinde yer seçiminin belirlenmesinde yönlendirici olmuştur. Bu dönemde, tüm olumsuz kosullara karşın, demiryolu yapım ve işletmesi ulusal güçle basarıldı.

İsmet İnönü, 30 Agustos 1930'da Sivas'da yaptığı konuşmada, 1920'de Mustafa Kemal Atatürk'ün riyaseti altında toplanan hükümetin ilk programına atıfda bulunarak şunları söylüyordu:

"Dünyanın bütün ateşleri başına yağarken, yarınkı mevcudiyeti hazin bir şüphe altında iken, vatandaşlar yalınayak ve sopa ile müstevlilere karşı koymaya çalışırken, bütün membaları elinden gitmişken ve hazinesinde bir tek lira yok iken, ilan ettiği ilk programında; Ankara'dan Yahşihana kadar şimendifer temdit edeceğini söylüyordu."

Atatürk de Millet Meclisinin 1 Mart 1922 tarihli toplantısında:

"İktisad hayatının faaliyet ve zindegisi ancak münakale vasıtalarının, yolların, şimendiferlerin, limanların hali ve derecesile mütenasiptir."

Yine Atatürk aynı tarihlerde gazetelere verdiği demeçte:

"Memleketin bütün merkezleri yekdiğerine az zamanla şimendiferle bağlanacaktır. Mühim maden hazineleri açılacaktır. Memleketimizin baştan nihayete kadar harap manzarasını mamureye tahvil etmekten ibaret olan gayenin temel taşları her yerde gözleri tesrir edecektir."

Cumhuriyetimizin ilk yıllarında demiryolu sevdası herkesi sarmıştı. İşte, demiryolunun önemini, kazandırdıklarını Hariciye Sefi Op. Doktor M. Necdet Bey'in 30 Ağustos 1930'da demiryolunun Sivas'a ulasması nedeniyle yapılan törendeki konusma çarpıcı bir biçimde ortaya koyuyor:

"Gözümüz aydın. İşte tren geldi.(.) demiryolu Cumhuriyetin çelik koludur. Artık Sivas hiçbir yere uzak değildir. Şimdi Ankara bize bir günlük yoldur. (.) Bu demirleri toprağın pasını silmek için bu yerlere döşedik. Sarı başaklı ekinleri altına çevirmek için ucuca ekledik. Ankara-Sivas arasını on günden bir güne indiren işte bu demirlerdir. Kurak tarlalarla, kıraç ovalara bolluk ve zenginlik getiren işte bu demirlerdir. Simdi bir lira eden bir rupla tahili yarından sonra beş liraya çıkaracak işte bu demirlerdir. Bu demir değil , altın yoludur. (.) Yol yerin damarıdır. Nabzıçarpmayan toprak kangren olmuş demektir. Toprağın yaşayabilmesi için vücudumuzu saran kan damarları gibi onun vücudunu da yol damarları sarmalıdır. Toprağın nabzı, insanin ki gibi bir dakika durmadan işlemelidir. (.) Bir ekini yetişene kadar su, yetiştikten sonra yol besler."

Gerçekten de onca kitliga, imkansizlıklara rağmen, demiryolu yapımı İkinci Dünya Savaış'na kadar büyük bir hızla sürdürüldü. Savaş nedeniyle 1940'dan sonra yavaşladı. 1923-1950 yılları arasında yapılan 3.578 km.lik demiryolunun 3.208 km.si, 1940 yılına kadar tamamlandı.

Milli ekonomi yaratma ve genç Cumhuriyeti kurma politikaları ulaşım politikasına şu şekilde yansımış, Demiryollarının şu hedefleri gerçekleştirmesi amaçlanmıştır:

-Potansiyel üretim merkezlerine, doğal kaynaklara ulasması amaçlanmıştır. Örneğin; Ergani'ye ulaşan demiryolu bakır, Ereğli kömür havzasına ulaşan demir, Adana ve Çetinkaya hatları pamuk ve demir hatları olarak adlandırılmaktadır.

-Üretim ve tüketim merkezleri ile özellikle limanlar ile ard bölgeler arası ilişkileri kurması amaçlanmıstır. Kalın-Samsun, Irmak ve Zonguldak hatları ile demiryolu ulaşan limanlar 6 'dan 8'e yükseltilmiştir. Samsun ve Zonguldak hatları ile İç ve Doğu Anadolu'nun deniz bağlantısı pekiştirilmiştir.

-Ekonomik gelişmenin ülke düzeyinde yayılmasını sağlamak amacı ile özellikle az gelişmiş bölgelere ulaşması amaçlanmıştır. Cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte politik merkez Batı'dan Orta Anadolu'ya kayarken, ulaşılabilirlik de Batı'dan Orta Anadolu'ya, Doğu ve Güney Doğu Anadolu'ya yaygınlaştırılmıştır. Bu politikaya göre; 1927'de Kayseri, 1930'da Sivas, 1931'de Malatya, 1933'de Niğde, 1934 Elazığ, 1935 Diyarbakır, 1939'da Erzurum demiryolu ağına bağlanmıştır.

-Milli güvenlik ve bütünlüğün sağlanması amacına dönük olarak ülkeyi sarması hedeflenmiştir.

Bu hedefleri gerçekleştirmek üzere, demiryolu ulaşım politikasi iki aşamalı olarak ele alınmıştır.

İlk aşamada büyük parasal güçlüklere karşın, yabancı şirketlerin elindeki demiryolu hatları satın alınarak devletleştirilmiş, bir kismi da anlaşmalarla devralınmıştır.

İkinci aşamada ise, mevcut demiryolu hatlarının büyük bölümü ülkenin Batı bölgesinde yoğunlaştığından, Orta ve Doğu bölgelerinin merkez ve sahil ile bağlantısını sağlamak amaçlanmıştır. Bu amaç doğrultusunda, demiryolu hatlarının üretim merkezlerine direkt olarak ulaşarak anahatların elde edilmesi temin edilmistir. Bu dönemde yapılan ana hatlar: Ankara-Kayseri-Sivas, Sivas-Erzurum (Kafkas hatti), Samsun-Kalın (Sivas), Irmak-Filyos (Zonguldak kömür hattı), Adana-Fevzipasa-Diyarbakır (Bakır hattı), Sivas-Çetinkaya (Demir hattı)'dır. Cumhuriyet öncesinde demiryollarının % 70'i Ankara- Konya dogrultusunun batısında kalırken, Cumhuriyet devrinde yolların % 78.6'si doğuda döşenmiş ve günümüz itibari ile batı ve doğuda % 46 ve % 54 gibi oransal dağılım elde edilmistir.

Ayrıca, anahatları birbirine bağlayan ve demiryolunun ülke düzeyine yayılmasında önemli payı olan iltisak hatlarının yapımına ağırlık verilmiştir. İltisak hatların yapımı milli güvenlik açısından da son derece önem taşıyordu. Örneğin; Afyon-Karakuyu iltisak hattının açılış töreninde konuşan Atatürk; "Bu hattın olmamasından memleket müdafasıçok sikinti çekti. Bu kadar kısa bir hattın memleket müdafası bakımından göreceği işi 100.000 öküze yaptırmak ya mümkün veya değildir. İmparatorluk devrinde iltisak hatlarına çok az ehemmiyet verilmiştir. Bunu onun mali iktidarsızlığından ziyade zihniyetinin idraki haricinde olduğunda aramak lazımdır." sözleriyle bu önemi vurgulamıştır.

1935-45 yilları arasında iltisak hatlarının sağlanmasına çalışılmıştır. Cumhuriyetin başlangıcındaki ağ tipi demiryolları, 1935'de Manisa-Balıkesir-Kütahya-Afyon ve Eskisehir-Ankara-Kayseri-Kardeşgediği-Afyon olmak üzere iki adet döngüye sahip olmuştur. İzmir-Denizli-Karakuyu-Afyon-Manisa ve Kayseri-Kardeşgediği-Adana-Narlı-Malatya-Çetinkaya döngüleri elde edilmiştir. Döngüler iltisak hatları ile sağlanmıştır. Bu iltisak hatların yapımında ayrıca fiziki ve ekonomik uzaklığın azaltılması da amaçlanmıştır. Örneğin; Çetinkaya-Malatya iltisak hattı ile Ankara-Diyarbakir arasındaki uzaklığın 1324 km'den 1116 km'ye indirilerek 208 km'lik bir azalma sağlanmıştır. Bu bağlantılar ile; 19. Yüzyilda yarı koloni ekonominin yarattiğı"ağaç" biçimindeki demiryolları artık milli ekonominin gereksindiği "döngü yapan ağ" şekline dönüşmüştür.

Karayolu sistemi ise bu dönemde demiryollarını besleyecek şekilde tasarlanmıştır.

Bu dönemi, "Demiryollar" Dergisinin Şubat 1937 tarihli sayısında şu satırlar adeta özetliyor:

"Bitmez tükenmez, ardı sonu gelmez döğüşlerden yorgun ve parasız çıkan bir milletin on beş sene içinde sarp, dağınık muvasale imkanları çok çetin bir yurtta 2.700 kilometre yepyeni çelik çubuklar uzatması, dağları yararak ıssız, habide yurt köşelerini tiz lokomotif düdükleriyle çınlatması, yurdun hemen her köşesinde bir iş ve hayat kaynağı yarattıktan başka milli ülkü, milli vahdet abidelerini şirketlerden satın alınan 3.300 kilometrelik bir çelik ağla tahkim etmeğe muvaffak olması, tarihimizin yazacağı eşine tesadüf edilmeyen en yüksek bir mevzudur."

2. Karayolu Ağırlıklı Dönem (1950 sonrası):
Osmanlı İmparatorluğu'ndan kalan karayolu mirası, 13.885 km bozuk satıhlı dar şose ve 4.450 km toprak yol olmak üzere 18.335 km'lik yol ile 94 adet köprüden oluşuyordu.

Karayollarının adeta altın çağı olan 1950 sonrası dönem ise:
İlk Atılım Dönemi (1950-1963),
Planlı Atılım Dönemi (1963-1980),
Ulaştırma Ana Planı Dönemi (1983-1986) ve
Otoyollar Dönemi (1986- .......) olarak değerlendirilmektedir.

Karayolu, 1950 yılına kadar uygulanan ulaşım politikalarında demiryolunu besleyecek, bütünleyecek bir sistem olarak görülmüştür. Ancak karayollarının demiryollarını bütünleyecek, destekleyecek biçimde geliştirilmesi gereken bir dönemde, Marshall yardımıyla demiryolları adeta yok sayılarak karayolu yapımına başlanmıştır. ABD'nin Marshall yardımı ile Türk ekonomisi üzerinde etkin olduğu bu dönemde, özellikle tarım ve tüketim mallarına dayalı bir sanayileşme süreci iktisadi yapıya egemen olmuştur. Bu çerçevede oluşturulan ulastırma politikaları sonucunda, ulaştırma alt sistemleri içerisi.

1960 sonrası planlı kalkınma dönemlerinde, demiryolları için öngörülen hedeflere hiçbir zaman ulaşılamamıştır. Bu planlarda, ulastırma alt sistemleri arasında koordinasyon sağlanması hedeflense de, plan öncesi dönemin özellikleri devam ettirilerek ulastırma alt sistemleri arasında koordinasyon sağlanamamış ve karayollarına yapılan yatırımlar bütün plan dönemlerinde ağırlığını korumuştur. Bütün planlarda, sanayinin artan taşıma taleplerinin yerinde ve zamanında karşılanabilmesi için demiryollarında yatırımlara, yeniden düzenlemelere ve modernizasyon çalışmalarına ağırlık verilmesi öngörülmüş olmasına rağmen hayata geçirilememiştir. Bu politikaların sonucu olarak, 1950-1980 yılları arasında yılda sadece ortalama 30 km. yeni hat yapılabilmiştir.

1980'li yilların ortalarında ise, ülkemizde hızlı bir karayolu yapım seferberliği başlatılmış, otoyollar GAP ve Turizmden sonra ülkemizin 3. büyük projesi olarak kabul edilmiştir. Bu çerçevede 1990'li yilların ortalarına kadar otobanlar için yılda yaklaşık 2 milyar $'lık yatırım yapılmıştır. Buna karşılık, özellikle önemli demiryolu altyapı yatırımları konusunda her hangi bir projenin hayata geçirilmediği görülmektedir. Mevcut demiryollarının büyük bölümü yüz yılın başında inşaa edilen geometride kalmaya mahkum olmuştur. İdame yatırımları için ayrılan kaynaklarda yetersiz kalmıştır.

Ayrıca, ülkemizde yapılmış tek ulusal ulaştırma planı olan, ulaştırma sistemimizin iyileştirilmesi yönünde bir adım olarak görülen, karayolu ulaşım payının % 72'den % 36'ya düşürülmesini hedefleyen "1983-1993 Ulaştırma Ana Planı" da uygulanmamıştır. Ve 1986 yılından sonra uygulamadan kaldırılmıştır.

Bu plan hakkında genel bir değerlendirme yaptığımızda bile çarpıcı sonuçlar elde ediyoruz. Örneğin; demiryollarının sadece yük taşımacılığındaki payının artırılması sonucunda, enerji tasarrufu, trafik kazası, yaralı ve ölü sayisı ile hava kirliliğinde azalma söz konusu olmaktadır. Demiryolunun yük taşımacılığındaki payının % 30'lara çıkarılması durumunda; on yıllık dönemde yaklaşık 1.500 kişinin ölümden, 16.000'nin yaralamaktan kurtulacağı hesaplanmiştır.
Sonuç olarak, 1950'li yıllardan sonra uygulanan karayolu ağırlıklı ulaşım politikalari sonucunda, 1950-1997 yılları arasında karayolu uzunluğu % 80 artarken, demiryolu uzunluğu sadece % 11 artmıştır. Ulastırma sektörleri içindeki yatırım payları ise; 1960'li yıllarda karayolu % 50, demiryolu % 30 pay alırken, 1985'den bu yana demiryolunun payı % 10'un altında kalmıştır.

Bu ulaşım politikalarının doğal sonucu olarak ülkemiz ulaşım sistemi adeta tek bir sisteme dayandırılmıştır. Ülkemiz yolcu taşıma paylarına bakıldığında, karayolu yolcu taşıma payı % 96, demiryolu yolcu taşıma payı ise yalnızca % 2'dir. Demiryollarının, mevcut altyapı ve işletme kosullarının iyileştirilmemesi ve yeni koridorlar açılamaması nedeniyle yolcu taşımacılığındaki payı son 50 yılda % 38 oranında gerilemiştir.

Diğer taraftan, 2002 yılında yaklaşık 14 Milyon Ton yük taşımacılığı gerçekleştirilmiş bulunmaktadır.

Ülkemiz ulaşım sistemi içerisinde karayolu-demiryolu yük taşıma paylarına bakıldığında, karayolu yük taşıma oranı % 94, demiryolu yük taşıma payı ise % 4'dür. Demiryollarının yük taşımacılığındaki payı son 50 yılda % 60 oranında gerilemiştir.

KAYNAKÇA
1- CAN, Bülent Bilmez, Demiryolundan Petrole Chester Projesi ( 1908-1923), Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, Mayıs 2000,
2- EVREN, Güngör, Demiryolu, Birsen Yayınevi, İstanbul, 1999.
3- ENGİN, Vahdettin, Rumeli Demiryolları, Eren Yayınları, İstanbul, 1993.
4- GÜREL, Ziya, Kurtuluş Savaşında Demiryolculuk, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1989.
5- ONUR, Ahmet, Türk Demiryolları Tarihi ( 1860-1953, T.C. M.S.V. Kara Kuvvetleri Kumantanlığı Yayınları, Ankara, 1953.
6- ÖZDEMIR, Mehmet, Mütareke ve Kurtuluş Savaşı Baslangıç Dönemlerinde Türk Demiryolları- Yapısal Ekonomik Sorunlar ( 1918-1920), Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2001.
7- YAZICI Necdet, "Demiryollarımızın Dünü, Bugünü ve Geleceği", Kardelen Dergisi, Ocak-Mart 1995,
8- ZEYBEK, Hülya, "AB ile Entegrasyona Doğru Demiryolları", Dünya Gazetesi, 03.05.2002
9- ----------------------, Sultan Abdülhamit, Siyasi Hatıratım, Dergah Yayınları, İstanbul, 1999.
10- -------------------, Değişim Sürecinde Kamu Hizmetleri ve Demiryolu Politikalari Sempozyumu (2003), Makine Mühendisleri Odası Yayınları, Ankara, 2003.
11- ---------------------, 1. Ulusal Demiryolu Kongresi Bildirileri , Ankara, 1979.
12- ---------------------, 2. Ulusal Demiryolu Kongresi Bildirileri, Tisamat B.S., Ankara, 1997.
13- --------------------, Demiryollarının Modernizasyonu Yeni Bir Gelisme Stratejisi, Demiryol-İş Sendikasi Yayınları, Ankara, 1996

Mustafa Kemal Havza'da

Havza Atatürk Evi



HAVZALILAR!!!
Sizinle en elemli, en yeisli günlerde çalıştım. Aranızda günlerce kaldım. Bana mazinin hatırasını tekrarlatan şu daire içinde kıymetkar mesai ve muavenetinizden pek müstefit oldum.

Eğer Havzalıların o samimi ve metin hüsnü kabulleri olmasa ve Havza’nın nafi şifalı kaplıcaları ahval-i sıhhiyem üzerinde müspet bir tesir bırakmasaydı, emin olunuz ki inkılap için çalışamayacaktım. Bundan dolayıdır ki Havza ve Havzalılara çok şey borçluyum.

Kalbi rabıtam ebediyen saklayacak ve sizi hiç unutmayacağım. İlk cüreti ve cesareti gösteren sizlersiniz. İnkılap ve Cumhuriyet tarihinde kahraman Havzanın ve Havzalıların büyük yeri vardır.
Mustafa Kemal 





Atatürk' ün 9. Ordu Müfettişliği Karargahı -Mesudiye Oteli/Havza


MUSTAFA KEMAL PAŞANIN 9 ORDU MÜFETTİŞLİĞİ KARARGAHI
(ATATÜRKEVİ) HAKKINDA GENEL BİLGİLER:
Mustafa Kemal Paşa Milli Mücadele yıllarında 25 Mayıs 1919’ da Havzaya teşriflerinde Havza’da kaldığı süre içinde kendine karargah olarak Ali Baba’ nın Mesudiye otelini seçmiştir, binada 18 gün ikamet etmiş ve karargah olarak kullanmıştır. Otel ile ilgili bilgiler aşağıda sunulmuştur.


Cumhuriyet Öncesi Mesudiye Oteli

 1900’ün ilk yıllarında yapıldığı zannedilen üç katlı bir binadır. “Mesudiye Oteli ” adıyla hizmet vermekte iken Mustafa Kemal Paşa’ nın 25 Mayıs 1919 tarihinde Havza’ya teşrifiyle birlikte zamanın kaymakamı Fahri Bey tarafından kendisini ikametine tahsis edilmiştir. Yani Mustafa Kemal Paşa burayı artık karargah olarak kullanacaktır.

25 Mayıs-13 Haziran 1919 tarihleri arasında çalışmalarını yürüttüğü bu binanın odası  eşyalarıyla birlikte muhafaza edilerek , “Gazi Odası” adı altında ziyaretçilere açık tutulmuştur. 1984 yılına kadar binanın “Gazi Odası” haricindeki bölümleri Belediye hizmet binası olarak kullanılmıştır. 1993 yılında İl özel idaresinin maddi desteğiyle Kaymakamlıkça tamiratı yapılarak ziyarete açılmış, 2001 yılında Kaymakamlığın gayretiyle Kültür Bakanlığı binayı komple restore ettirerek 2002 yılında Mustafa Kemal Paşa’ nın Havza Karargahı (Atatürk Evi) adıyla yeniden hizmete ve ziyarete sunulmuştur.

 Mustafa Kemal Paşa Karargahı (Atatürk Evi ve Müzesi) 
Daha önce Belediye İtfaiye Amirliği’nce kullanılan zemin kat, bu birimin kendi binasına taşınmasından sonra restore edilen bina Kaymakamlıkça Halk Eğitim Merkezi Müdürlüğü’ne tahsis edilerek hem kaplıcalarda kalan “Turistler”için bir zaman değerlendirme ortamı haline getirilerek yabancılarında ülkemizi ziyaretinde bu yüce vatanın topraklarının ne zorluklarla kazanıldığını ve  bu uğurda yapılan çalışmaların neler olduğunu görüp gezme imkanı bulmaları yönünden, hem de Halk Eğitim Kurslarını bitiren kursiyerlere “el emeği göz nuru” eserlerini  sergileme ve pazarlama imkanı vermiştir. İkinci katta; Atatürk’ün çalışma odası, yatak odası, Havza odası  ve dinlenme odası o dönemde kullanılan eşyalarla yeniden düzenlenmiştir. Üçüncü katta ; Milli mücadelenin ön hazırlıklarının yapıldığı illere hitaben Amasya, Sivas, Erzurum ve Ankara odaları düzenlenmiştir. Bu odalarda o dönemlerde yapılan çalışmalar resim ve yazılarla yansıtılmıştır. Ayrıca iki katın salonlarında etnoğrafik (tarihi) ve folklorik (geleneksel) malzemeler teşhir edilmektedir.


Tanıtım Filmi;