4 Aralık 2013 Çarşamba

Sivrihisar’lı Mülazım (Teğmen) Ahmet Hamdi Bey

(Mülazım(Teğmen)Ahmet Hamdi Bey(AYKER)” Halil İbrahim oğlu,1316-(1900) SİVRİHİSAR doğumludur.)

"Ben o zaman 20-22 yaşlarında idim. Rumlar bize aman vermiyorlardı, hatta evlerimizden bile çıkamıyorduk. Rumlar azmış ve Rum Pontus Hükûmetini kurmak için komiteler meydana getirmişlerdi. Biz Rumların vaziyetleri karşısında bocalayıp duruyorduk. Silahımız yoktu ama buna rağmen biz gençler boş durmadık. Çevremizdeki köylerden gençler topladık; özellikle bileği kalın gençlere sorumluluk verdik. Ve biz de Rumlara dirlik vermemeye başladık." (O günkü faaliyetlerde bizzat görev alan Recep Ünlü) 


 İngilizler 9 Mart 1919 tarihinde Samsun’a 200 kişilik askerî birlik çıkarmışlar, bir müfreze de Merzifon’a göndermişlerdi. Kurtuluş Savaşı öncesi, çoğu Rum olmak üzere,50-60 kadar çete, Samsun sancağı içinde, huzur ve asayişi kökünden sarsmıştı.

Rum Pontus çetelerinin saldırıları şiddetlenince, bu durumu ulusal onura yediremeyen Samsun'daki 15.Tümen Makinalı Tüfek Takım Komutanı Mülazım (Teğmen) Hamdi Efendi birliğinin bütün erlerini, silah ve cephanesini yanına alarak 17-18 Mart gecesi dağa çıktı. Mahmur Dağı'na doğru Rum çetelerinin üzerine yürüdü. Bu durumdan kuşkulanan Rum Pontus çetelerinin liderleri İngilizlerden, büyük bir yaygara ile güvenliklerinin sağlanması için yardım istediler. 19 Mart günü Samsun açıklarında bekleyen bir İngiliz gemisinden kente 100 asker çıkarıldı. 
Bu olay Kurtuluş savaşının ilk kıvılcımı ve ilk direnişi göstermesi bakımından çok önemli bir olaydır. Bu olaydan sonra İngilizler dikkatlerini bu bölgeye çekti ve İngiliz Yüksek Komiserliği’nin de Türk halkının silâhlandığı konusundaki şikâyetleri arttı.

Teğmen Hamdi birlik komutanının uyarıları ile birliğe döndü ise de onun bu davranışı İngilizlerce İstanbul'a Osmanlı Hükûmetine şikâyet edildi. Bu durum Türklerin soykırıma geçtikleri biçiminde duyuruldu. Türklerin Rumları öldürme hazırlığı içinde oldukları yalanları ile dolu raporların işgal kuvvetlerinin temsilcilerine bildirmesi "Canik Bölgesi Asayiş Dosyası" adıyla bir raporun hazırlanmasına neden oldu. Aynı günlerde İtilaf Devletleri sadarete başvurarak Samsun ve civarında bulunan Rum köylerine Türk çetelerince saldırıldığını, hükümetin güvenliği sağlamaması hãlinde söz konusu bölgeyi işgal edeceklerini bildirince, kaygılanan Damat Ferit Paşa, Dahiliye Nazırı Mehmet Ali Beyin tavsiyesi ile bölgeye Mustafa Kemal Paşayı göndermeyi kararlaştırdı.

 
Atatürk'ün Samsun'a gidişinin nedeni 

Dönemin şartları içinde Samsun ve dolayları mütareke Türkiye'sinin en çapraşık çete faaliyetlerine sahne olan ilimizdi. Mevcut çete faaliyetlerinin çoğunluğunu Pontusçu Rumlar oluşturmaktaydı. Mustafa Kemal Paşa'nın, IX. Ordu müfettişliğine atanmasının başlıca nedeni de bu yöredeki Rumları, orada yaşayan Türklere karşı korumak ve Anadolu'da kurulmakta olan milli cemiyetleri dağıtmaktı.

30 Nisan 1919'da 9. Ordu Müfettişliğine atanan Mustafa Kemal, Samsun'a, görev bölgesindeki iç huzuru sağlamak, silah ve cephaneleri toplamak, vatandaşlara silah dağıtılmasını engellemek ve bunu yapan kuruluşları ortadan kaldırmak üzere gönderildi. 

Atatürk beraberindeki 18 kişi ile 16 Mayıs 1919 Cuma günü öğleden sonra “Bandırma” adındaki eski bir vapurla Galata rıhtımından ayrılır. 17Mayıs 1919 Cumartesi günü Bandırma Vapuru saat 21.40 sıralarında İnebolu’ya varır. 19 Mayıs 1919 Pazartesi günü beklenen yolculuğun sonuna gelinir. 

Atatürk, Samsun’dan, bekli de ilk raporunu 22 Mayıs 1919 da, İstanbul hükümete verir. 
Raporda: “ İngiliz kıtasının, Samsun’ a çıkması üzerine, memleketin yabancı istilasına uğradığı hissine kapılan ve Rum taşkınlıklarına kızan, 15. fırka (Tümen) makineli Tüfek Subayı Ahmet Hamdi Efendi, Rum çetelerinin, Türk Köylerine ve halkına yapmakta oldukları zulüm ve tecavüzden üzülerek, bir makineli tüfek ve emrindeki askerlerle, 17-18 Mart gecesi dağa çıkmıştır. “ şeklinde göndermiştir.

Kurtuluş Savaşı’nda, ilk kıvılcımı yakan, Sivrihisar’lı, Yedek Subay,ın bu kahramanlığı, Genel Kurmay Başkanlarımızdan, Rahmetli Fevzi Çakmak Paşa’nın, anılarında da görmek mümkündür.

Sabahattin Selek,”Anadolu İhtilâli”, İstanbul, 1981, sayfa.206. da;”Türk Makineli Tüfek birliğinden Sivrihisar’lı Mülazım (Teğmen) Ahmet Hamdi Bey, adındaki bir teğmenin askerlerini alarak dağa çıkması ve kurtuluş savaşının ilk kıvılcımını ve ilk direnişini göstermesi bakımından çok önemli bir olaydır”demiştir.

Kamuran Gürün ise; “Savaşan Dünya ve Türkiye” adlı kitabında,Mülazım Ahmet Hamdi Bey, dağa çıkarak, “İngilizlere nota verdirmesine”, “Mustafa Kemal Paşa’nın görevlendirilmesine”, “KURTULUŞ SAVAŞI’ NIN, DOLAYISIYLA DA OLSA, BAŞLANGICINA SEBEP OLMUŞ OLUYORDU.” ifadelerini kullanmıştır. 

Ahmet Hamdi Bey’e, Kurtuluş Savaşı’ndaki başarılarından dolayı, 24 Şubat 1926’ da T.B.M.M tarafından, 2094 sayılı berat’ la kırmızı şeritli İstiklal Madalyası verildi. 

1922 de zabit yapıldı.1923’te de terhis oldu. Ancak 22 Mayıs 1942 de (2.Dünya Savaşı sırasında) ihtiyat olarak tekrar askere çağrıldı. Ağustos 1942de terhis edildi. İzmir’e yerleşti.
19 Mayıs 1919, tam bağımsızlığın başlangıcıdır. Bu başlangıç, 29 Ekim 1923'te sonlanmış ve ilk meyvesini vermiştir.Adı “CUMHURİYET’tir. Hürriyet ve özgürlük kavramları, Cumhuriyetle yerine oturmuş, ulusumuz hak ettiği yönetime kavuşmuştur. 

Ne vatan-millet aşkı diye rol yapan mafyaların, ne din simsarlarının, ne ulus ve mezhep ayrılıkçısı bölücülerin, ne de dış güçlerin yıkamayacağı bir kaledir TÜRKİYE CUMHURİYETİ. Bu kalenin duvarları; bilim ve mantık, Askerleri yılmaz savaşçı, Topraklarındaki su şehit kanıdır. Bu kalenin derdi uygar toplumlar düzeyinin üstüne çıkmaktır. Kumandanı ve örnek insanıysa Mustafa Kemal ATATÜRK'tür!.. 

3 Aralık 2013 Salı

Tarladan Reji İşçisine Tütün Emeği

Kartpostallarda Osmanlı İşçileri


 Samsun Reji Fabrikası 1887 yılında inşa edilmiş. Refik Baskın’ın Samsun Yerel Tarih Grubu tarafından hazırlanmış Reji adlı kitapta yer alan “Tarladan Reji işçisine tütün emeği,” yazısından aktarıyorum. “Samsun’da ilk işçi sınıfı bilinci ve buna bağlı olarak ilk işçi eylemleri elbette Reji işçileri arasında ortaya çıkmıştır.” Samsun Reji işçileri tarihinde bilinen ilk grev, diğer bir çok iş kolunda olduğu gibi 1908 yılında yapılıyor. Bu grev sırasında Samsun Tütün İşçileri Sendikası da kuruluyor. Samsun tütün ticarethanelerinde çalışan işçiler, greve başladıktan sonra bir bildiri yayınlayarak; 12 kişilik bir yönetim kuruluna sahip bir sendika kurduklarını bildiriyorlar. Reji İdaresi ve American Tobacco Company’nin yanı sıra, diğer ticarethanelerin de artık işçi taleplerini sendikaya bildirmek zorunda olduklarını, sendikasız işçilerin atölyelerde çalıştırılmasına izin verilmeyeceğini açıklıyorlar. Daha sonraki dönemler, bu kartpostalın zamanından çok uzak....

Samsun Reji işçilerini kanlı canlı tanımamısı sağlayan yukarıdaki kartpostal Hakan Akçaoğlu koleksiyonundan ödünç alındı. Üzerine düşülen not 1906, bir ihtimal yayınlandığı tarih. Osmanlı İmparatorluğu’nda kartpostal yayıncılığı, işçi sınıfı tarihimize de önemli bir miras bıraktı. Çeşitli yayınlarda karşımıza tek tek de olsa çıkıyorlar. Ama bunları daha biraraya getirip, dönemin üretim ve sanayi yaşamına da ışık tutacak bir kitap haline getiren olmadı. İlgilenen olur mu dersiniz? İşçi konuları bu ara nedense pek az kişinin ilgisini çekiyor da...

(Mayıs 2008 tarihli Toplumsal Tarih dergisinde yayınlanan "Resimli Roman: Konumuz İşçiler," çalışmasından bir bölüm)

/Gökhan AKCURA

http://gokhanakcura.blogspot.com/2008/05/yaasin-1-mayis.html

Sivrihisar’lı Mülazım (Teğmen) Ahmet Hamdi Bey

İngilizler 9 Mart 1919 tarihinde Samsun’a 200 kişilik askerî birlik çıkarmışlar, bir müfreze de Merzifon’a göndermişlerdi. Kurtuluş Savaşı öncesi, çoğu Rum olmak üzere,50-60 kadar çete, Samsun sancağı içinde, huzur ve asayişi kökünden sarsmıştı. Bu gelişmelere ilk tepki, 17-18 Mart 1919 gecesi, Samsun’daki, Türk Birliği’nden geldi. Türk Makineli Tüfek birliğinden Mülazım (Teğmen) Ahmet Hamdi Bey, adında bir teğmen askerlerini alarak dağa çıkmıştı. Bu olay Kurtuluş savaşının ilk kıvılcımı ve ilk direnişi göstermesi bakımından çok önemli bir olaydır. Bu olaydan sonra İngilizler dikkatlerini bu bölgeye çekti ve İngiliz Yüksek Komiserliği’nin de Türk halkının silâhlandığı konusundaki şikâyetleri arttı.

Atatürk beraberindeki 18 kişi ile 16 Mayıs 1919 Cuma günü öğleden sonra “Bandırma” adındaki eski bir vapurla Galata rıhtımından ayrılır. 17 Mayıs 1919 Cumartesi günü Bandırma Vapuru saat 21.40 sıralarında İnebolu’ya varır. 19 Mayıs 1919 Pazartesi günü beklenen yolculuğun sonuna gelinir.

Atatürk, Samsun’dan, bekli de ilk raporunu 22 Mayıs 1919 da, İstanbul hükümete verir. Raporda: “ İngiliz kıtasının, Samsun’ a çıkması üzerine, memleketin yabancı istilasına uğradığı hissine kapılan ve Rum taşkınlıklarına kızan, 15. fırka (Tümen) makineli Tüfek Subayı Ahmet Hamdi Efendi, Rum çetelerinin, Türk Köylerine ve halkına yapmakta oldukları zulüm ve tecavüzden üzülerek, bir makineli tüfek ve emrindeki askerlerle, 17-18 Mart gecesi dağa çıkmıştır. “ şeklinde göndermiştir.

Mülazım(Teğmen)Ahmet Hamdi Bey(AYKER)” Halil İbrahim oğlu,1316-(1900) SİVRİHİSAR doğumludur.

Kurtuluş Savaşı’nda, ilk kıvılcımı yakan, Sivrihisar’lı, Yedek Subay,ın bu kahramanlığı, Genel Kurmay Başkanlarımızdan, Rahmetli Fevzi Çakmak Paşa’nın, anılarında da görmek mümkündür.

Sabahattin Selek,”Anadolu İhtilâli”, İstanbul, 1981, sayfa.206. da;”Türk Makineli Tüfek birliğinden Sivrihisar’lı Mülazım (Teğmen) Ahmet Hamdi Bey, adındaki bir teğmenin askerlerini alarak dağa çıkması ve kurtuluş savaşının ilk kıvılcımını ve ilk direnişini göstermesi bakımından çok önemli bir olaydır”demiştir.

Kamuran Gürün ise; “Savaşan Dünya ve Türkiye” adlı kitabında,Mülazım Ahmet Hamdi Bey, dağa çıkarak, “İngilizlere nota verdirmesine”, “Mustafa Kemal Paşa’nın görevlendirilmesine”, “KURTULUŞ SAVAŞI’ NIN, DOLAYISIYLA DA OLSA, BAŞLANGICINA SEBEP OLMUŞ OLUYORDU.” ifadelerini kullanmıştır.

Ahmet Hamdi Bey’e, Kurtuluş Savaşı’ndaki başarılarından dolayı, 24 Şubat 1926’ da T.B.M.M tarafından, 2094 sayılı berat’ la kırmızı şeritli İstiklal Madalyası verildi.

1922 de zabit yapıldı. 1923’te de terhis oldu. Ancak 22 Mayıs 1942 de (2.Dünya Savaşı sırasında) ihtiyat olarak tekrar askere çağrıldı. Ağustos 1942'de terhis edildi. İzmir’e yerleşti.

19 Mayıs 1919, tam bağımsızlığın başlangıcıdır. Bu başlangıç, 29 Ekim 1923'te sonlanmış ve ilk meyvesini vermiştir.Adı “CUMHURİYET’tir. Hürriyet ve özgürlük kavramları, Cumhuriyetle yerine oturmuş, ulusumuz hak ettiği yönetime kavuşmuştur.

Ne vatan-millet aşkı diye rol yapan mafyaların, ne din simsarlarının, ne ulus ve mezhep ayrılıkçısı bölücülerin, ne de dış güçlerin yıkamayacağı bir kaledir TÜRKİYE CUMHURİYETİ. Bu kalenin duvarları; bilim ve mantık, Askerleri yılmaz savaşçı, Topraklarındaki su şehit kanıdır. Bu kalenin derdi uygar toplumlar düzeyinin üstüne çıkmaktır. Kumandanı ve örnek insanıysa Mustafa Kemal ATATÜRK'tür!..

Saygılarımla
/Necmi GÜNAY

http://sivrihisarliyiz.blogcu.com/sivrihisar-li-mulazim-tegmen-ahmet-hamdi-bey/7335919

1 Aralık 2013 Pazar

“Bir Zamanlar Ordu (Anılar)” Kitabında Samsun

Bir Zamanlar Ordu

“Karadeniz sahilinde tekerlekli araçlar için yol yoktu. Kuzeydoğu cephesine askeri malzeme sevk etmek için kayıklardan faydalanmak düşünüldü ve örgütlenildi. Her kayıkta bir reisle iki tayfa, askerliğini bu görevde yapacaktı. Bu küçük tekneler Samsun-Trabzon-Rize arasında iyi çalıştılar ve görevlerini yaptılar.

Böylece Rus torpidolarıyla bizim kayıklar arasında yıllarca süren bir kedi-fare oyunu başladı. Sahilden açılmak kayıklar için büyük tedbirsizlikti. Gecenin karanlığında heyula gibi beliriveriyorlardı. O zaman yapacak iki şey kalıyordu; ya kayığı batırıp intihar etmek ya da teslim olmak.” (s.12-13)

Muhacirlik şimdi büktü belumi
Hayın Urus yaktı yıktı evumi

Dünya Savaşı sırasında Rus orduları Doğu Anadolu ve Doğu Karadeniz kıyılarını işgal ettiler. 14 Nisan 1916’ da Trabzon’a Rus ordularının girmesiyle birlikte, binlerce aile batıya doğru büyük bir göç başlattı. Ordu’dan Kastamonu’ya kadar, hemen hemen her yerleşim birimine dağılan Doğukaradenizli göçmenlerin büyük bölümü 24 Nisan 1918 tarihli Brest-Litovsk anlaşması sonucu Rus Ordularının çekilmesiyle birlikte yurtlarına döndüler. Göçmenlerin bir bölümü ise yurtlarına dönmeyip göç ettikleri yerlere yerleştiler.

Bu, Ruslara tutsak olmaktan kaçan yüz binlerin göçüydü. İzlediği yollarda çaresizlik, hastalık, açlık ve ölüm vardı bu bozgunun. Gölonsa’nın önünde kıçları kuma çekili otuz altışar karış boyundaki iki kayıkla kol kuvveti, rüzgâr yardımı ve Tanrı’nın inayetiyle uzun ve yorucu bir yolculuğa hazırlanılıyordu.

Yola çıkacak aileler yanlarına yalnızca en gerekli eşyalarını almak zorundaydılar; yatak, çamaşır ve birkaç kap kacak. Bizim bir yatak dengi, bir çamaşır sandığı, iki sepet ve bir de ayı postumuz vardı götürecek. Av çiftesini de ben elimle yerleştirdim dengin içine.

Ağabeyim Ali Sait Bey, Donanma dergilerini bir güzel yaktı bahçede. Ruslara askeri bilgi olabilirmiş bunlar!  O, bizimle gelemiyordu. Kaymakamlıkça Göneşera nahiye merkezindeki erzak ambarını koruma görevi verilmişti. Anneme yol harçlığı olarak birer liralık iki altın be birer liralık iki banknot verdi. “Önce banknotları harcayın” demeyi de unutmadı. Ben şaşırdım; ilk kez gördüğüm bu banknotlar cicili bicili, yepyeni kâğıtlardı ve üzerlerinde altı ay sonra altın lira ile değiştirilebileceği yazılıydı. Altını da zamanın Maliye bakanı Cavit Bey imzalamıştı. Neden inanmıyorlardı buna? Oysa zaman ağabeyimi haklı çıkardı ve bu banknotların altınla değiştirilmesi hiçbir zaman mümkün olmadı.

Evet, bir güz sabahı düştük yollara. Büyük göç bizimle başladı Karadeniz kıyısında. Tarih Eylül 1915.

Eskilerin “sümbüli” dedikleri kapalı ve sıkıcı bir hava vardı o güz sabahı. Denizin yüzü gülmüyordu ama hiç değilse uslu duruyordu. İlk hedef Ordu’ydu. Ondan sonra bakalım Tanrı ne gösterirdi.

Yolculuk günlerce sürecekti. Rus gemileri yüzünden kıyıya yakın gitmek, geceyi de karada geçirmek gerekiyordu. Mevsim de ilerlemişti kışa doğru; fırtınalar da hesaba katılmalıydı. Kayıkların kıç üstlerine kilimler serilmiş, minder ve yastıklar atılmıştı. Ve kayıklar denize itildi; tayfalar ve reisler yerlerini aldılar. Teknelerin başı batıya döndü, kısmet bu kadarmış. Sürmene!

Yorumlananların hepsi geldi başımıza. Rus gemilerinden mi kaçmadık, fırtınaya mı tutulmadık, yağmur altında uzun yollar mı tepmedik… Vakfıkebir’e doğru karayel esti, yağmur başladı. Bizi kayıklardan çıkardılar. Onlar bata çıka denizden, biz karadan, yorgun ve sırılsıklam ulaştık kasabaya. Tirebolu yakınlarında gemilerden zorlukla kaçıp gizlendik. Bütün bunlar bana eğlenceli geliyordu. Uykumuz gelince annemin bir dizine Samiye, ötekine de ben koyuyorduk başımızı; oh! mışıl mışıl uyuyorduk, kayığın kıç üstünde. Sonunda bir gün Ordu’yu bulduk.

Ordu’da birkaç gün Vahap Süreyya Bucak’ın evinde konuk olduk. Sonra İbrahim Reisler’in evlerinden birini tuttular bize. Bu ev o zamanlar Fidangör’den Hüküme Konağı’na giden yolun üzerinde tek başınaydı. Bu evde çok az kaldık (on bir gün.) Mahallenin Rum çocuklarıyla kaydırak ve top oynuyordum. Geceleri yorgun argın ayı postunun üstüne seriliyordum.

Kısa bir süre sonra ailenin büyükleri ne düşündüler bilmem, Samsun’a gitmeye karar verildi. Yine kayıklarla düştük yollara.

Vona’da sütlimandı deniz. Buruna vardık, sert bir karayel fırtınası başladı. Bocaladık. Çeşmeönü’nde karaya çektik kayıkları. Tam bir hafta denizin düzelmesini bekledik burada. Sahildeki camide yatıp kalkıyorduk. Arada Vona’ya (Perşembe) gidip geliyorduk yürüyerek. Hava açınca yeniden düştük yolla. Vona ve Yason burunlarını aşıp Fatsa’ya vardık. Akşam yakındı. Kayıkları kumluğa baştankara ettiler. Yöre halkı birden başımıza üşüştü. Muhacirler gelmişti! Evlerine konuk etmek istiyorlardı. Bizim ise Allah için muhacir denecek bir tarafımız yoktu. Üstümüz başımız, sağlığımız yerindeydi, hatta neşeliydik de. Bu halimizi yadırgadı biraz Fatsalılar.

Biz ailecek, Topaloğlu Ali Bey’in evine konuk olduk. Evde sofralar kuruldu hemen. Yemekler bol ve güzeldi ama o akşam yediğim karalâhana diblesinin tadını yıllarca unutamadım. Kalın ve yumuşacık yataklar serildi altımıza. Ertesi sabah yine açıldık denize. Ünye, Çaltı burnu ve Samsun...” (s.17-18-19)


Samsun Günleri

(…)

“Samsun, kış mevsimiyle birlikte kalabalıklaştı. Meydanlar, sokaklar, mahalle araları Rize, Sürmene, Trabzon şivesiyle konuşanlarla doldu. Saathane Meydanı günün her saatinde mahşeri andırıyordu. Pazar kuruluyordu orada. Neler alınıp satılmıyordu ki; eski elbiseler, ev eşyaları, giyecekler. Kağıt paranın da değeri git gide düşüyordu. Bir gün, anımsıyorum, belediye tellalları bağıra bağıra dolaştılar mahalleleri: “Osmanlı lirasının (kağıt para) değeri 108 kuruştan 100 kuruşa düşmüştür, duyduk duymadık demeyin…” (s.21)

Pahalılık her gün artıyor, yiyecek maddeleri de bulunmaz oluyordu. Hükümet bir süre sonra muhacirlere parasız “vesika ekmeği” dağıtmaya başladı. Her gün ekmeğin dağıtıldığı fırının önünde toplaşır, kepenklerin açılmasının beklerdik. Fırıncı tek tek adlarımızı okurdu; Cennetkuşuzade Melek Hanım… Osmanefendizade Fevzi Efendi… Zade… Zade.. zadegandan (soylu) meydana gelen bir muhacir topluluğu idik! Bu biraz gülünç oluyordu.

Besin darlığı çekiyordu halk. Karaborsaya para dayanmıyordu. Çocuklar şiş karınlı ve sıskaydılar. Bahar gelince herkes kırlara yayıldı. Ellerinde kör bıçaklar, yenebilecek yeşillik arıyorlardı; kazayağı, karahindiba vb…

Samsun Divanı Harbi, asker kaçaklarını idama mahkûm ediyordu. Ölüm cezası o kadar çoğalmıştı ki, Saathane Meydanı’nın deniz yönündeki caminin (Büyük Cami) taş duvarları önünde sık sık darağaçları sıralanıyordu. İpe çekilenler göğüslerinde yaftaları, akşama dek asılı kalıyordu. Ama bu yıldırma gösterisi istenilen etkiyi yaratmaktan uzaktı. Dağlar asker kaçaklarıyla doluydu.

Ağabeyim bahara doğru Samsun’a geldi. Yaşadıklarını uzun uzun anlattı. Rus ordusunun öncüleri Göneşera’ya yaklaştıklarında emir gereği ambarı ateşe vermiş ağabeyim ama halk yanmadan yağmalayıvermiş yiyecekleri. “Yağmacılar haklıydı” diyor ağabeyim, ambarda yığın yığın peksimet çuvalları, kavurma tenekeleri, şeker, zeytin stokları vardı. Asker de halk da açtı.”

Ağabeyim göç kafileleriyle günlerce yol yürümüştü. Gördüklerini, yaşadıklarını anlattı: “Yorgunluk, açlık ve hastalık eziyor, kırıyordu insanları. Yürümek, barınacak, beslenecek bir yer bulmak çok zorundaydılar. Bunun için de önceki kafileleri geçmek gerekiyordu. Çoğu yalınayaktılar. Geceleri açıkta titreşerek birbirine sokulanlar vardı.”

Göç, sahil boyu durmadan akan bir sel gibi devam etmiş. Bu akışın yoğun günlerinde öyle acıklı olaylar olmuş ki söylemeye dilim varmaz, yürek dayanmaz. Ağabeyim, “Birbirini yitirenlerin seslerini, sızlanışlarını duyuyorduk” diyordu. Bağrışıyorlarmış avaz avaz: “Haticeee, kiz Haticeee, nereysun?” Bir kadın rast geldiğine sorup duruyormuş: “Uşağumu gördünüz mü? Aha şuncacık Ali’mi he! Haburadaydı demincek? Sonra dört bir yana sesleniyormuş: “Aliii, Aliii.” Bu kaybolan ya da bırakılan çocukları sonradan Trabzon Valiliği topladı ve açtığı Yetimler Evine (Dar-ul Eytam) yerleştirdi. Orada barındılar, okudular ya da sanatkâr oldular. Birçoğu da yollarda öldü tabi.

“Ve göçmenler yorgun, soluk soluğa, ter içinde yürüdüler, yürüdüler. Arkalarında Ruslar, ağır ağır izledi bu yürüyüşü. Bu Harşit Irmağı (Trabzon- Giresun sınırı)’na dek sürdü. Bu arada çetin savunmalar yaptı Osmanlı Ordusu. Of’taki savunma ise bir başka oldu. Oflular, kadını kızı, ihtiyarı genci, yurtlarını haftalarca savundular. Karşılarında çok üstün kara kuvvetleri vardı. Üstelik Rus Kruvazörleri denizden toplarıyla vuruyorlardı. Kahramanca dayandı Oflular ama sonunda yenildiler. Ölen öldü, kaçan kaçtı, kaçamayan tutsak oldu ve bir türkü dolaşır oldu dilden dile: “Muhacirlik şimdi büktü belumi…” Ağabeyim böyle anlatıyordu.

Bahar geçti, yaz geldi Samsun’da.

Ufak para darlığı günden güne artıyordu. Banknot lira bozdurmak ancak esnaftan paranın dörtte üçü tutarında mal satın almakla mümkün olabiliyordu. Daha küçük değerde kağıt paralar henüz basılmamıştı. Sorun önemliydi. Aile büyükleri düşündüler ve şöyle bir çare buldular; Banknotun tümüyle bir şeyler alıp, ufak para karşılığında satmak! Zararına da olsa sonuç yararlı olacaktı, ufak para elde edilmiş olacaktı en azından, kâr edilirse de ne âlâ!

İş Sedat’la benim sırtıma yüklendi. Önce ekmek alıp sattık Saathane Meydanı’nda. Sonra hıyar ticaretine döktük işi! Sepetin birer kulpundan tutarak mahallelerde dolaşıyorduk:

“Hıyaarrr… Salatalık hıyarlaaarrr!.”

Akşama dek yorgunluktan iflahımız kesiliyordu. Satılan satılıyor, satılmayan evlere bölüştürülüyordu. İlk günler eğlenceli bulduk işi ama kısa zamanda tadı kaçtı. Bununla beraber bu angarya işini biraz daha sürdürdük. Derken Samsun’u kırıp geçiren sıtma bizim yakamıza da yapıştı. Kinin azdı ya da bulabilen de kullanmayı mı bilemiyordu nedir, kurtulamıyordu kolay kolay bu afetin elinden.

Biz evcek, birimiz kalkar sıtma nöbetinden, üçümüz serilirdik yatağa… Kimimiz iki üç yorgan altında tir tir titrerken, kimimiz kan ter içinde kıvranırdı. Bir dert ki düşman başına. Samsun denildi mi, bu sıtmayı hatırlar, ürperirim.” (s.22-24)


Yeniden Ordu’ya

Güz geldi dayandı. Bir düşüncedir aldı aileyi, bu kışı da mı Samsun’da geçirecektik? Devlet, ağabeyimin aylığını ödüyordu ama bu geçim sıkıntısını aşmamıza yetmiyordu. Uygun bir yere tayin edilebilse her şey yoluna girerdi herhalde. 1916 yılının Eylül ayında bir gün ağabeyim müjdeyi verdi: Ordu ilçesi (Ordu ilimiz o yıllarda Canik Sancağının bir ilçesiydi.) tapu memurluğuna atanmıştı. “Hemen hazırlanalım, kayığı bile tuttum” dedi.

Hazırlanmanın lafı mı olur, kuş ol uç, deseler, uçacağız sevinçten. Eşya diye de ne vardı ki ortada; iki saat bile sürmedi toplanmamız. Tutulan kayık, askeri nakliyatta çalışan, Oedu’nun Kirazlimanı mahallesinden Parmaksız Ali Reis’in idi.

Bir ikindi üzeri Samsun geride kaldı… Yüzlerimiz gülüyor, mutlu ve gelecekten umutluyuz. Denize güle oynaya açıldık ama Çaltı’ya doğru rüzgâr sertleşti. Akşam karanlığıyla dalgalar büyüdü. Reis tekneyi karaya çekmeye karar verdi. Sığ bir yerden yanaştık karaya. Kayığın karnı kumlara değince, Şükrü Çavuş bizleri sırtında taşıdı karaya. Sonra kayığı çektik elbirliğiyle. Bunu tam zamanında yapmışız, karayel fırtınası olanca hızıyla patladı. Karanlıklar içinde deniz uğulduyordu. Tekne feleklerin üzerine alındı, serenin üstüne tente gerildi. Serenin ortasına asılan denizci feneri ışıtmaya başladı içeriyi. Biz yolcular, kıç üstüne yerleştik. Gemiciler ambardaki yerlerini aldılar. Denizi, rüzgârı ve tentedeki yağmur tıpırtısını dinleyerek uyuduk bir güzelce.

Sabahleyin ortalığı gözden geçirdim. Ortalama beş yüz metre genişliğinde bir kumsal uzanıp gidiyordu iki yöne. Yer yer küçük göller vardı. Arkamızı sık bir orman kaplamıştı. Görünürde ne köy vardı ne de ekili bir yer. İn cin top oynuyordu ortalıkta. Biz bu ıssızlıkta bir küçük kayığa sığınmış, başımıza gelecekleri bekliyorduk. Orman hiç de güven vermiyordu insana. O zamanlar Çaltı ormanları Rum çetecilere sığınak olmuştu. Onlardan insaf ummak da budalalık olurdu. Tek silahımız da Şükrü Çavuş’un içinde altı fişeği bulunan tabancasıydı. Çavuş, ilk günün sabahı kayığın bordasına yaslanıp güzelce sildi, yağladı onu.

Çaltı’daki üçüncü günümüzde uzakta bir kağnı göründü. Ağır ağır yanımıza yaklaştı, içinde köylüler vardı. Kağnıdaki bir kadınla annem Çerkesçe konuşmaya başladı birden. Yüzleri güldü, bakışları parladı hatunların! Bizi şaşırtan, annem ve kadının anlaşmalarındaki gizdi. Bu nasıl bir duyguydu, birbirlerinin Çerkes olduklarını kokularından mı anlamışlardı? Bizim çözemediğimiz bu gizem, iki taraf arsında candan bir yakınlık yarattı hemen. Kadının yaşlı kocası tütün kesesini uzattı bizimkilere. Bir süre de Türkçe sohbet ettiler. Ertesi sabah aynı kağnı yine gıcırtılarla geldi yanımıza. Hediyeler getirmişlerdi. Tavuk, yumurta, peynir, yoğurt ve bal. İki de büyük taze ekmek verdiler. Ağabeyim hemen kesesine davrandı. Önlediler, satılık değildi bunlar; hediye idi. Hem biz onlardan değil miydik?

Ayrılırken annemin ve Çerkes kadının gözleri yaşardı, kucaklaştılar.

Çaltı’daki beşinci günümüzün sabahında, uzaktan doludizgin koşan atlılar gördük; tozu dumana katarak geliyorlardı. Korkulu gözlerle izlemekten ve dua etmekten başka bir şey yapamıyorduk: “Ey ulu Tanrım, sana sığındık!” Ancak atlılar bizi görmediler, önlerindeki yılkıyı kovalıyorlardı sanırım. Kendilerini yılkı avına öylesine kaptırmışlardı ki bizim görmeden geçip gittiler. Başımıza bir hal gelmeden uzaklaşmalıydık buradan. Dalgalar yine köpüklüydü ama hava açılmıştı biraz. Az sonra apar topar açıldık denize. Rus gemilerinin korkusundan kıyı kıyı yol aldık. Ertesi gün Ordu’daydık.” (s.25-26)

KAYNAK: Fevzi GÜVEMLİ, Bir Zamanlar Ordu (Anılar), Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1999.

28 Kasım 2013 Perşembe

Alaçam Eğitim Tarihinden...

Habibe Ergün(1921)
Habibe ERGÜN
1337 (1921) Sındırgı doğumlu. Babası Hasan Efendi’dir. İstanbul Kız Öğretmen Okulu mezunudur. İlk görev yeri Alaçam Merkez İlkokulu’dur. 28.09.1941 yılında Bafra Gazi İlkokulu’na tayin oldu. 11.10.1953 yılında Sındırgı Gölcül İlkokulu’na tayin oldu ve Bafra’dan ayrıldı.

Veside ÖZTAN(1903)
Veside Hanım (ÖZTAN),
1903 Bafra doğumlu. Babası Hasan Efendi’dir. 1929 yılında Bafra Kız Mektebi’nden mezun oldu. İlk görev yeri Alaçam Muallim Mektebi Muallimliği’dir. 21.10.1933 yılında Bafra Gazi İlk Mektebi Muallimliğine atandı ve emekliye ayrıldığı 25.10.1936 yılına kadar burada çalıştı.

Şefika Busen(1895)
Şefika BUSEN
1319 (1895) Batum doğumlu. Babası Yusuf Efendi’dir. Edirne Öğretmen Okulu’ndan 01.12.1929 yılında mezun oldu. İlk görev yeri Alaçam’ın Gümenüs (Gümeliöz) Köyü İlkokulu’dur. 21.10.1935 yılında Bafra Gazi İlkokulu’na tayin olmuştur. 21.08.1963 yılına kadar bu okulda çalıştı ve emekli oldu. O ünlü Ebcet Öğretmen’in annesidir. Ayrıca Arjantin Merkez Bankası Başkanlığı yapmış olan Bafralı Ekonomist Ahmet ERİŞ’i de o okutmuştur.
KAYNAK:  https://www.facebook.com/BafraninNostaljikFotograflari 

Reşat Aydınlı(1910)
Reşad AYDINLI
1326 (1910) yılında Bozdoğan (Aydın)’da doğdu. Baba adı Edip, anne adı Rahime’dir. Edirne Muallim Mektebi’ni bitirdi. 30 Eylül 1930-1 Ekim 1931 arasında Alaçam Merkez Mektebi öğretmenliği ve başöğretmen vekilliği, 5 Ekim-5 Kasım 1931 arasında Bafra Gazi Mektebi öğretmenliği yaptı. 31 Ocak 1932’de Ankara Kalecik Kaza Merkez Mektebi Öğretmenliğine başladı. 1 Mayıs 1933 tarihinde askere alında ve 31 Ekim 1934’te teğmen rütbesiyle terhis edildi.

1936 yılında Gazi Terbiye Enstitüsü Beden Eğitimi Şubesi’ni bitirdi. 30 Aralık 1936’dan itibaren önce Nazilli Ortaokulu’nda, sonra da Hatay Antakya Erkek Lisesi’nde Beden Eğitimi öğretmenliği yaptı; buradan 26 Nisan 1942 tarihinde müstafi sayıldı. Bu arada ikinci kez askere alınarak 23 Mayıs-4 Kasım 1941 tarihleri arasında Yedek Subay olarak görev yaptı.

Daha sonra Ankara Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. 30 Nisan 1944-30 Nisan 1946 tarihleri arasında üçüncü kez (Üsteğmen olarak) askerlik yaptı.

1946 seçimleri öncesi müteahhitlik yapıyordu. 1946 seçimlerinde bağımsız olarak Denizli’den milletvekili seçildi. 12 Ağustos 1946 tarihinde ad çekme suretiyle Seçim Tutanaklarını İnceleme Komisyonuna seçildi. 12 Ağustos 1946 tarihinde TBMM Milli Eğitim Komisyonu üyeliğine seçildi. 11 Kasım 1946, 5 Kasım 1947, 5 Kasım 1948 ve 7 Kasım 1949 tarihlerinde aynı üyeliğe tekrar seçildi. Bağımsız iken Millet Partisi’ne katıldı, daha sonra Millet Partisi’nden de istifa ederek tekrar bağımsız oldu.

Nuriye Hanım’la evlenen Aydınlı, 11 Kasım 1966 tarihinde İstanbul’da Beşinci Ağır Ceza Mahkemesi’nde irtikâp suçundan muhakeme edilen eski Komiser Erol Uyak’ın savunmasını yaparken fenalaşarak vefat etti.
(27.11.1989 tarihli Hizmet Belgesi’nde adı Reşat Ugetay (Öngen) Aydınlı olarak geçer.) 
KAYNAK:  http://www.tbmm.gov.tr/yayinlar/mustafa_cufali/cilt3.pdf  

29 Mayıs 2013 Çarşamba

Vahdettin Atatürk'ü Neden Anadolu'ya Gönderdi

Kurtuluş Savaşı'nın büyük onurunu Atatürk'e layık görmeyen şaşkınlar, 1929 yılından beri tarihi "eğip bükerek", belgeleri çarpıtarak ve beyinleri yıkayarak "Kurtuluş Savaşı'nı Vahdettin'in başlattığını" iddia etmişlerdir.

Her şey aslında tescilli bir Atatürk düşmanı olan Mevlanzade Rıfat'ın başının altından çıkmıştır. 1929 yılında kaleme aldığı Türkiye İnkılabı'nın İç Yüzü adlı kitabında, "VI. Mehmet Vahdettin Han, Anadolu'da Milli bir kuvvet hazırlamayı düşünmüş ve bu kuvveti meydana getirmek için yakınında bulunanların telkini ile yaverlerinden Mustafa Kemal Paşa'yı geniş bir yetki ve özel bir talimatla galip devletlerin İstanbul'da bulunan temsilcilerinin bilgisi dışında gizlice Anadolu'ya göndermiştir." demiştir. 1 Turgut Özakman'ın haklı olarak "yalan, yanlış ve martaval yığını" olarak adlandırdığı bu kitabı kaynak olarak kullanan Necip Fazıl, Kadir Mısıroğlu, Nihal Atsız, Hasan Hüseyin Ceylan, Vehbi Vakkasoğlu gibi Vahdettinci yazarlar, Türk toplumunun gözünün içine baka baka yalan söylemişlerdir.

Tarihi yeniden yazan Vahdettinci yazarlar, "Kurtuluş Savaşı'nı Vahdettin başlattı" diyebilmek için Vahdettin'in sözüm ona gizli bir planı olduğunu ileri sürmüşlerdir. K. Mısıroğlu bu planı şöyle açıklamıştır: "İstanbul ve Ankara iki hasım (düşman) pozunda, karşı karşıya olacaktır. Bu oyun düşmana karşı Anadolu ile el ele, bir siyasi komplo, bir ince politika olarak başlatılmış, Padişah ve İstanbul Hükümeti, bu oyunu büyük bir ciddiyet ve teatral bir kudretle oynamışlardır." 2

Mısıroğlu'nun bu iddiasına Turgut Özakman şu soruyla karşılık vermiştir: "Ama o fetvalar, o isyanlar, o Anzavur, o milliyetçileri tepelemek için İngilizlere türlü türlü önerilerde bulunmalar, bunlarla ilgili binlerce belge, tanık, Vahdettin'in kendi itirafları filan nedir? Eğer bu oyunsa buna olsa olsa Kanlı Nigar oyunu denilebilir." 3

Mevlanzade Rıfat, K. Mısıroğlu, H. Hüseyin Ceylan, N. Fazıl Kısakürek gibi Vahdettinci yazarlara göre Padişah Vahdettin, Kurtuluş Savaşı'nı başlatması için "göstermelik" bir görevle ve geniş yetkilerle Mustafa Kemal Atatürk'ü Anadolu'ya göndermiştir. Bu Vahdettinci yazarların, hiçbir somut belgeye dayanmadan, üstelik de Padişah Vahdettin'in, Damat Ferit ve İngilizlerle birlikte Milli hareketi yok etmek için yapıp ettikleri ortadayken böyle bir tez ileri sürebilmeleri cidden "komik" bir durumdur. İşte bu komikliğin farkında olan bu Vahdettinci yazarlar, söz konusu "güdük" tezlerini kanıtlamak için birtakım tanıklıklara, anılara dayanmışlardır.

Bu tanıklar şunlardır: Mütareke dönemi polislerinden Radi Azmi Yeğen, Fevzi Çakmak'ın eşi Fıtnat Çakmak, Erzurum Kongresi Sivas Delegesi Fazlullah Moran, Atatürk'ün silah arkadaşlarından Refet Bele, Abdülaziz'in torunlarından Şehzade Mahmut Şevket Efendi, Çankaya Köşkü garsonlarından Cemal Granda. Ayrıca Nihal Atsız ve Necip Fazıl'ın "öteden beriden duyduklarını" iddia ettikleri bir takım dedikodular... Bu anıları tek tek analiz eden Turgut Özakman, bir kısmının uydurma, bir kısmının çarpıtma, bir kısmının da mantık hatalarıyla dolu yakıştırmalardan ibaret olduğunu bütün delilleriyle gözler önüne sermiştir. 4

Şimdi bu "komik" ve "güdük" yalanı deşifre edelim.

"Vahdettin, Kurtuluş Savaşı'nı başlatmak için Mustafa Kemal'i Anadolu'ya gönderdi!" diyen Vahdettinci yazarları yine bizzat Vahdettin yalanlamıştır. Şöyle ki, Vahdettin, 1923'te Mekke'de yayınladığı beyannamede Atatürk'ü, Kurtuluş Savaşı'nı başlatması için seçerek Anadolu'ya göndermediğini, "Mustafa Kemal'i Anadolu'ya gönderen kabineye uydum" diyerek itiraf etmiştir. 5

Ayrıca Vahdettin'e çok yakın olan Başkatip Ali Fuat Bey de anılarında Vahdettin'in Kurtuluş Savaşı'nı planladığına yönelik en ufak bir bilgi kırıntısına bile yer vermemiştir. 6

Anılarında Vahdettin'le ilgili çok küçük ayrıntılara bile yer veren Ali Fuat Bey'in böyle önemli bir noktayı kaçırması imkansızdır.

Son zamanlarda "resmi tarih eleştirisi" adı altında bazı tarihçiler ve yazarlar yeniden bu "güdük tezi" dillendirmeye başlamışlardır. Örneğin Murat Bardakçı, Vahdettin'i anlattığı "Şahbaba" adlı kitabında "Atatürk'ü, Vahdettin'in Anadolu'ya gönderdiğini" kanıtlamak için birçok belge yayınlamıştır.

Bardakçı'nın "yeni bir şey keşfetmiş gibi" davranması çok anlamsızdır; çünkü Atatürk'ü, Vahdettin'in Anadolu'ya gönderdiği zaten bilinen bir gerçektir. Bu gerçeği 1926 yılında bizzat Atatürk, Falih Rıfkı Atay'a açıklamıştır.

Atatürk, Damat Ferit Hükümeti'nin, Padişah Vahdettin'in ve İngilizlerin bilgisi dahilinde hatta "İngiliz vizesiyle" Anadolu'ya geçmiştir. Evet! Atatürk'ü Padişah Vahdettin Anadolu'ya göndermiştir! Burada kilit soru şudur? Peki ama niye göndermiştir? Git Kurtuluş Savaşı'nı başlat, düşmanla savaş diye mi? Yoksa git, bölgedeki karışıklıkları önle, asayişi sağla diye mi?

Cevap bulunması gereken soru "Atatürk'ü kim gönderdi?" sorusu değil, "Atatürk niye gönderildi?" sorusudur.

Vahdettin, Atatürk'ün Anadolu'ya gönderilmesindeki son halkadır. Her şey İngilizlerin isteğiyle başlamıştır. Atatürk, kabinedeki ve genelkurmaydaki nüfuzlu arkadaşlarını devreye sokarak atamasını yaptırmış, yetkilerini genişletmiş, Damat Ferit'i ikna ederek ve stratejik hamlelerle İngilizleri "uyutarak", Anadolu'ya geçmeyi başarmıştır. Vahdettin, sonradan bizzat itiraf ettiği gibi, hükümetin yaptığı atamayı sadece onaylamıştır; hepsi bu!

Şimdi bütün bu süreci adım adım izleyelim:

İNGİLİZLERİN İSTEĞİ

Mondros Ateşkes Antlaşması'nın 7. Maddesi'ne göre, "Karışıklık çıkan yerler İtilaf devletleri tarafından işgal edilecektir". Bu maddeye dayanarak Anadolu'da birçok yeri işgal eden İtilaf devletleri, "karışıklık çıkmaması" konusunda birçok kere ağır bir dille hükümeti uyarmıştır. İngilizlerin emperyalist emelleri açısından Karadeniz bölgesi ve Kafkaslar çok önemlidir; çünkü Kafkaslardaki doğal kaynakları ve Hindistan ticaret yolunu kontrol etmenin biricik yolu bu bölgeyi kontrol etmektir. Kafkaslara ve Güney Asya'ya açılan bir koridor durumundaki Karadeniz bölgesi ve Karadeniz limanları İngilizleri çok fazla ilgilendirmektedir. Bu nedenle İngilizler, 26 Aralık 1919'da Batum'u işgal etmişler ve o bölgedeki 9. Ordu'nun terhisi ve silahların teslimi işlerinin yavaş gittiği gerekçesiyle bu ordunun komutanı Yakup Şevki Paşa'nın görevinden uzaklaştırılıp, yerine emirleri uygulayacak birinin getirilmesini istemişlerdir. 7

İstanbul hükümeti hiç zaman kaybetmeden İngilizlerin bu isteğini yerine getirmiştir. İngilizler, Ermenilerin yaşadığı doğudaki altı ille de özel olarak ilgilenmişlerdir; çünkü Mondros Ateşkes Antlaşması'nın 24. maddesine göre bir karışıklık durumunda oralar işgal edilebilecektir.

İngilizler, Mondros Ateşkes Antlaşmasından hemen sonra Kafkaslardan, Doğu illerinden ve Karadeniz'de özellikle Samsun'dan şikayet etmeye başlamışlardır. Mütareke döneminin en huzursuz ve karışık yerlerinden biri Samsun'dur. Bu karışıklığın temel nedeni bölgenin etnik yapısı ve Pontus Rum çetelerinin faaliyetleridir. Rum çetelerine karşı kurulan Türk çetelerinin çatışmaları, mütarekenin başından beri İngilizlerin dikkatini çekmiştir. 8

İngiliz Calthorpe ve Amet 1918 Kasım sonlarında, "Samsun'da mütareke hükümlerinin henüz uygulanmamış olduğunu ve Hıristiyanları toptan öldürmek için Müslüman ahalinin silahlandırıldığını" iddia etmişlerdir. 9

Ocak'ta Amerikan Tobacco Company, Londra'ya gönderdiği bir raporda "Bütün Müslümanların ve özellikle köylülerin silahlandırıldığını" bildirmiştir. Bunun üzerine Forcign Office, "Bu durumun gemi veya silah gönderilerek düzeltilmesi için gerekli tedbirin alınıp alınamayacağını" sormuştur.Bu soruya Webb, 13 Ocak'ta, "Normal şartlara dönüş için bütün bölgenin tamamıyla silahsızlandırılması gereklidir. Bu da ancak büyük bir askeri kuvvetle yapılabilir"şeklinde cevap vermiştir. 10

Bunun üzerine İngilizler, 9 Mart 1919'da Samsun'a 200 kişilik küçük bir askeri birlik çıkarmışlar, 50 kişilik bir müfrezeyi de Merzifon'a göndermişlerdir. 11

Ayrıca Teğmen Perring ve Yüzbaşı Hurst de incelemelerde bulunmak için bölgeye gönderilmiştir. 12

İngilizlerin Samsun'a asker çıkarmaları bölge halkının tepkisini çekmiş, 17/18 Mart 1919 gecesi Makineli Tüfek Bölüğü'ne bağlı Teğmen Hamdi Bey, askerleriyle birlikte dağa çıkmıştır. 13

Teğmen Hamdi Bey'in mücadele etmek için dağa çıkması İngilizler açısından bardağı taşıran son damla olmuş, İngiliz yetkililer, hükümetin bir an önce bölgede asayişi sağlamasını, aksi halde meydana gelecek olayların sonucuna katlanması gerekeceğini belirtmiştir.

İngiliz Yüksek Komiseri Amiral Calthorpe, 21 Nisan 1919'da Osmanlı Harbiye Nazırlığı'na bir nota vermiştir. Notanın içeriği şöyledir:

1- Erzurum, Erzincan, Bayburt ve Sivas yörelerindeki ordunun terhis ve silahlarının toplanması işi çok yavaş gitmektedir.

2- Bu yörelerde, Kars'ta olduğu gibi baştan başa şuralar kurulmuştur.

3- Bu şuralar, ordunun denetimi altında asker toplamaktadır. Bu gelişmeler o bölgede yaşayan halkı rahatsız etmektedir.

4- Bu gelişmeler, Ermenistan hakkında verilecek karara karşı koymak için İttihatçı-Jön Türklerce örgütlenmektedir. 14

Bu İngiliz notasının sonunda Amiral Calthorp'e, "Gereken her türlü önlemin derhal alınmasını, ilgililere emir ve talimat verilmesini, yoksa işin ciddiyet kazanacağını" bildirmiştir. 15

Amiral Calthorpe, Sadrazam Damat Ferit'e gönderdiği resmi yazıyla yetinmemiş, Padişah Vahdettin'le de görüşerek, "Karadeniz'deki karışıkların bastırılması konusunda" ona da kesin uyarılarda bulunmuştur. Calthorpe, Vahdettin'e, "Yüksek yetkiler sahip askeri bir kurulun, başlarında yetenekli bir generalle derhal görev yerine giderek, o bölgedeki 9. Ordu'yu disiplin altına almasını" söylemiştir. 16

Aynı hafta içinde, 25 Nisan 1919 Cuma günü, İngiliz Komiser Vekili Amiral Webb de Sadrazam Damat Ferit'i ziyaret ederek aynı istekleri tekrarlamıştır. 17

Damat Ferit, İngiliz yetkililere, bu sorunun en kısa zamanda çözüleceğini bildirmiştir. 18

O günlerde Osmanlı yönetiminin en çok dikkat ettiği nokta Paris Barış Konferansı'nda Osmanlının aleyhine kullanılabilecek bir durumun oluşmamasıdır. Bu bakımdan özellikle İngilizlerin memnun olması çok önemlidir. Bu amaçla İngilizlerin 21 Nisan tarihli notasına uygun olarak Karadeniz ve Doğu Anadolu bölgelerinde asayişi sağlayacak önlemler alınmalıdır. Zaman kaybetmeden güçlü bir komutan bölgeye gönderilerek, asayiş sağlanmalı ve Paris Barış Konferansı öncesinde İngilizler memnun edilmelidir.

Sadrazam Damat Ferit ve Padişah Vahdettin işte bu düşünceler içinde Atatürk'ü 9. Ordu Müfettişi olarak Anadolu'ya göndermişlerdir.

Atatürk'e verilen görev ve yetkiler şunlardır:

1- Bölgedeki asayişin düzeltilmesi, asayişsizlik sebeplerinin saptanması.

2- Silah ve cephanenin biran önce toplattırılıp koruma altına alınması.

3- Şuralar varsa ve asker topluyorsa, bunun kesinlikle engellenmesi.

4- Şuraların kapatılması.

Görüldüğü gibi Padişah Vahdettin, Vahdettinci yazarların iddia ettiği gibi "durup dururken bir görev icat edip Atatürk'ü Anadolu'ya göndermiş" değildir; Vahdettin doğrudan doğruya İngilizlerin "notası" ve "isteği" üzerine harekete geçmiştir. Görev ve yetkilerden de anlaşılacağı gibi Atatürk'ten istenen ve beklenen Anadolu'da bir direniş başlatmak değil, tam tersine başlamış olan direnişleri etkisiz hale getirmektir.

Atatürk'e geniş yetkiler verildiği doğrudur. Ancak Vahdettinci yazarların, Vahdettin'in, Atatürk'e bu geniş yetkileri, "gizlice bütün yurtta direnişi örgütlemesi" amacıyla verdiği iddiaları yalandır. Çünkü bu yetkilerin geniş olmasının iki nedeni vardır.

Birincisi, 21 Nisan 1919 tarihli İngiliz notasında sadece Karadeniz bölgesinden değil doğu illerinden de söz edilmektedir. Yani yetkilerin geniş tutulmasının birinci nedeni, doğudan İngiliz notasıdır. İkincisi de bu yetkileri Genelkurmay İkinci Başkanı Kazım İnanç Paşa'yla yaptığı görüşme sonunda bizzat Atatürk genişletmiştir. 19

Atatürk'e mülki (idari) yetkiler verilmesinin nedeni ise, yine İngiliz notasında belirtilen "şuralara" son verebilmesi içindir. Atatürk'ün, bu sivil örgütlere son verebilmesi için, askerler dışında sivillere de emir verebilmesi gerekir.

Ayrıca Atatürk'ün Batı'ya ya da İç bölgelere değil de Karadeniz'e, doğuya gönderilmesi, onu gönderenlerin tamamen İngiliz istekleri doğrultusunda hareket ettiklerini kanıtlamaktadır. 20

Peki ama Vahdettin neden bu görev için Atatürk'ü seçmiştir? Neden Atatürk gönderilmiştir?

Öncelikle Atatürk'ü seçen Vahdettin değildir, kendisinin de bizzat itiraf ettiği gibi, Atatürk'ü hükümet bu göreve getirmiş, Vahdettin sadece bu atamayı onaylamıştır. Vahdettin bu atamayı neden onayladı? sorusuna cevap vermeden önce, Damat Ferit Hükümeti neden bu göreve

Atatürk'ü neden seçti? sorusuna cevap verelim

Bu konuda Atatürk'ün çabaları belirleyici olmuştur. İşgal İstanbul'unda bulunduğu 6 aylık sürede Atatürk'ün kafasının bir köşesinde hep Anadolu'ya geçerek "direniş" başlatma düşüncesi vardır. Bu amaçla İttihatçı yer altı örgütleriyle temas kurarak "Anadolu'ya gizli geçiş planı" üzerinde çalışmıştır.

Mim Mim Grubu'ndan Topkapılı Cambaz Mehmet, Karakol Cemiyeti'nden Yenibahçeli Şükrü Bey ve Yahya Kaptan gibi kişilerle İstanbul'da gizli görüşmeler yaparak "Gebze Kocaeli yolunun" kontrol edilmesini istemiştir. Yaveri Cevat Abbas Gürer, Atatürk'ün Gebze-Koacaeli yolu üzerinden gizlice Anadolu'ya geçmeyi düşündüğünü, bu konuda her türlü hazırlığı yaptığını belirtmiştir. 21

Bir taraftan Anadolu'ya "gizli geçiş planı" üzerinde çalışan Atatürk, diğer taraftan güvendiği arkadaşlarıyla Şişli'deki evde görüşmeler yaparak bir "kurtuluş planı" hazırlamıştır. İşte bu görüşmeler sırasında hükümetteki ve genelkurmaydaki nüfuzlu arkadaşlarını devreye sokarak müfettişlik görevini almayı başarmıştır. Şöyle ki, Atatürk yakın arkadaşlarından Ali Fuat Cebesoy'un babası İsmail Fazıl Paşa aracılığıyla Dahiliye Nazırı (İçişleri Bakanı) Mehmet Ali Bey'le tanışmış, ve birkaç kere Şişli'deki evde Mehmet Ali Bey'le görüşüp nabzını yoklamıştır. Daha sonra da Bahriye Nazırı (Denizcilik Bakanı) Avni Paşa'yla diyalog kurmuştur. Sonra da yaveri Cevat Abbas aracılığıyla Harbiye Nazırı Şakir Paşa'yla temas kurmuştur. Ayrıca daha önce değişik cephelerde birlikte mücadele ettiği Genelkurmay İkinci Başkanı Kazım İnanç Paşa'yla irtibata geçmiştir. İşte Atatürk, hükümetteki bu tanıdıklarını kullanarak Damat Ferit'e ulaşmıştır. İngilizlerin hükümete ültimatom verdiği günlerde Damat Ferit, "Acaba Anadolu'ya kimi göndersek?" diye düşünürken devreye giren Mehmet Ali Bey'in, Damat Ferit'e telkinleri sonrasında ve Avni Paşa, Şakir Paşa ve Kazım İnanç Paşa'nın onayıyla, görev Atatürk'e verilmiştir. Ancak Damat Ferit çok temkinlidir, önce Atatürk'le birkaç görüşme yapmış, hatta onu İngilizlere bile sormuş, hükümete ve padişaha bağlılığına kanaat getirince Atatürk'ü 9. Ordu Müfettişliği görevine getirmiştir. 22

Bu sırada Atatürk, genelkurmaydaki güvendiği arkadaşları Kazım Paşa ve Fevzi Paşa'dan yardım istemiştir.

Örneğin Fevzi Paşa, İngilizlere, bu karışıkları ancak Atatürk'ün önleyebileceği konusunda telkinlerde bulunmuştur. 23

Atatürk'ün İstanbul'da kaldığı 6 ay boyunca izlediği "stratejik İngiliz politikası" da buna eklenince, Atatürk'ün Anadolu'ya gönderilmesine İngilizler de itiraz etmemiş, hatta ona vize bile vermişlerdir.

Atatürk bu arada genelkurmayda Fevzi Paşa ve Cevat Paşa'yla gizli bir "üçlü görüşme" yaparak, Anadolu direnişi konusunda onlarla anlaşmıştır.

29 Nisan 1919 Salı günü Atatürk'e 9. Ordu Müfettişliği görevi verilmiştir. Atatürk genelkurmaya çağrıldığında görevin detaylarını öğrenmek için Genelkurmay İkinci Başkanı Kazım İnanç Paşa'yla görüşerek yetkilerini biraz daha genişletmeyi başarmıştır. Yetki belgesini cebine koyup Kazım İnanç Paşa'nın yanından çıkarkenki duygularını 1926 yılında Falih Rıfkı Atay'a, "Tarih bana öyle müsait şartlar hazırlamış ki, kendimi onların kucağında hissettiğim zaman ne kadar bahtiyarlık duydum, tarif edemem. Bakanlıktan çıkarken, heyecanımdan dudaklarımı ısırdığımı hatırlıyorum. Kafes açılmış, önümde geniş bir alem, kanatlarını çırparak uçmaya hazırlanan bir kuş gibi idim" diyerek anlatmıştır. 24

Harbiye Bakanlığı, Atatürk'ün Anadolu'ya atanması kararını 30 Nisan 1919'da Padişah Vahdettin'e arz etmiştir. 25 "Atatürk'ün 9. Ordu Müfettişliği'ne Tayini Hakkındaki İrade" aynı gün saraydan çıkmıştır. 26

Atatürk'ün Samsun'a gönderilmesiyle ilgili kararname 4 Mayıs 1919 Pazar günü Meclisi Vükela (Bakanlar Kurlu)'da görüşülüp kabul edilmiştir.

Şimdi de "Vahdettin Atatürk'ün bu göreve getirilmesini neden kabul etti?" sorusuna cevap verelim. Bu durumun belli başlı nedenlerini şöyle sıralamak mümkündür:

1- İngilizlerin çok önemsedikleri bu zor görevi Atatürk'ün yerine getirebileceğini düşünmesi: Vahdettin, askerlik geçmişindeki başarılardan dolayı Anadolu'da tanınan Atatürk'ün bu görevi kolayca yerine getireceğini düşünmüştür. Paris Barış Konferansı arifesinde işini şansa bırakmak istemeyen Vahdettin, İngilizlerin çok önem verdikleri bu görevi Atatürk'e vermeyi doğru bulmuştur.

2- Atatürk'ü tanıması ve ona güvenmesi: Vahdettin, 1917 Almanya gezisinden beri Atatürk'ü tanımaktadır. Atatürk o tarihten itibaren hep bir şekilde Vahdettin'in yanında olmuştur. Bir ara Padişahın "Fahri yaverliğini" yapmıştır. "Bir fahri yaveri hazreti şehriyarinin efendisine karşı isyan edebilmesi her ikisi için de (Vadettin ve Damat Ferit) tasavvur edilmeyecek bir şeydi". [27]

Ayrıca, Atatürk, 13 Kasım 1918'-de İstanbul'a geldikten sonra tam 8 kere Padişah Vahdettin'le görüşmüştür. Hatta bir ara Vahdettin'in kızı Sabiha Sultan'la evlenmesi gündeme gelmiştir. [28]

Bu nedenle az çok padişahın güvenini kazanmıştır.

3- Atatürk'ün İttihatçı Olmaması: 21 Nisan tarihli İngiliz ültimatomunda, doğudaki Ermeni karşıtı olayların, Ermeni karşıtı İttihatçı Jön Türklerce örgütlendiği belirtilmiştir. Bu

nedenle bu göreve getirilecek kişinin İttihatçı olmaması gereklidir. Ayrıca Padişah Vahdettin de İttihatçılara ve Enver Paşa'ya düşmandır. İşte bu noktada Atatürk'ün İttihatçı olmaması ve Enver Paşa'ya karşı olması, bu göreve getirilmesinde etkili olmuştur.

4- Alman karşıtlığı: Bir Alman karşıtı olan Padişah Vahdettin, Atatürk'ün de Almanya'ya sıcak bakmadığını bilmektedir. Özellikle katıksız bir İngiliz yanlısı olan Damat Ferit açısından Atatürk'ün Alman karşıtlığı çok önemli bir durumdur. 29

5- Atatürk'ün İstanbul'dan uzaklaştırılmak istenmesi: Atatürk, 1926 yılında Falih Rıfkı Atay'a, Anadolu'ya gönderilmesinin nedenlerinden birinin de İstanbul'dan uzaklaştırılmak olduğunu belirtmiştir: "Vahdettin kabinlerinde benim için iki zıt fikir vardı:

Biri beni lehlerine kazanmaya çalışanlar, diğeri hiçbir surette güvenilmemesi gerektiğini iddia edenler!

Aylarca münakaşalardan sonra hangi fikir hak kazanmış bilir misiniz: Mustafa Kemal'e güvenilmez! İstanbul'da birtakım menfi telkinler, belki hazırlıklar yapıyor. Bu adamı İstanbul'dan uzaklaştırmak lazımdır. Mustafa Kemal'i Anadolu dağlarına atmalı ve orada çürütmeli! Nihayet bu karar üzerinde mutabık kalmışlar. Bunu işiten yakın arkadaşlarım, beni tebrik ettiler. Beni İstanbul'dan çıkarmakla ağır bir yükten kurtulacaklarını zannedenler, makul bir sebep aramakla meşgul idiler. Nihayet bu sebep, işgal kuvvetleri zabitlerinin raporları ile dolu bir dosya halinde ellerine geldi." 30

Atatürk'ün işgal İstanbul'undaki altı aylık dönemdeki yoğun temasları ve gizli çalışmaları, hatta hükümete ve padişaha karşı "darbe" hazırlıkları, birtakım çevreleri rahatsız etmiş olabilir. Bu durumda İstanbul Hükümeti'nin ve İngilizlerin Atatürk'ü tutuklayacakları düşünülebilir. Ancak, kamuoyunca tanınıp çok sevilen Çanakkale kahramanı bir subayı tutuklamanın hem İngilizlerin hem de İstanbul Hükümeti'nin başını ağrıtacağı muhakkaktır. Bu durumda yapılabilecek en akıllıca iş onu İstanbul'dan uzaklaştırmaktır. 31

Padişah Vahdettin ve Sadrazam Damat Ferit, Atatürk'ü Anadolu'ya göndererek bir taşla iki kuş vurmayı planlamışlardır. Şöyle ki; Padişah ve Sadrazam, hem İngilizlerin verdiği ültimatom doğrultusunda bir an önce Anadolu'daki karışıklıkları önlemek, (Burada Atatürk'ün askerlikteki şöhretinden yararlanmak istemişlerdir) hem de İstanbul'da "her işe burnunu sokan" bu paşadan kurtulmak istemişlerdir. 32

6 - Damat Ferit'in sözünden çıkmaması: Vahdettin'in bu görevlendirmeyi kabul etmesinin gözden kaçan nedenlerinden biri de, Padişahın adeta Damat Ferit'in kuklası durumuna gelmiş olması, onun her dediğini kabul etmesidir. Dolayısıyla Damat Ferit, Atatürk'ü bu göreve atayınca Vahdettin buna itiraz etmeyi düşünmemiştir.

Atatürk Nutuk'ta bu "Samsun'a gidiş" konusuna şöyle açıklık getirmiştir: "Onlar bu yetkiyi bana bilerek ve anlayarak vermediler, ne pahasına olursa olsun benim İstanbul'dan uzaklaşmamı isteyenlerin buldukları gerekçe 'Samsun ve dolaylarındaki güvenlik olaylarını yerinde görüp tedbir almak üzere Samsun'a kadar gitmem idi. Ben bu görevin yerine getirilmesinin bir makam ve yetki sahibi olmaya bağlı bulunduğunu ileri sürdüm. Bunda hiçbir sakınca görmediler. O tarihte genelkurmayda bulunan ve benim maksadımı bir dereceye kadar sezmiş olan kimselerle görüştüm. Müfettişlik görevini buldular. Yetki konusu ile ilgili emri de ben kendim yazdırdım. Hatta Harbiye Nazırı olan Şakir Paşa, bu talimatı okuduktan sonra imzalamaya çekinmiş, anlaşılır, anlaşılmaz bir biçimde mührünü basmıştır."

Görüldüğü gibi önce İngilizler, bir notayla Hükümetten ve Padişahtan Karadeniz'deki ve Doğu Anadolu'daki karışıklıklann bir an önce önlenmesi istemişler, Sonra Sadrazam Damat Ferit bu doğrultuda bir müfettiş ararken, Atatürk'ün kişisel girişimleri sonrasında iletişim kurduğu İçişleri Bakanı Mehmet Ali Bey gibi bazı hükümet üyeleri devreye girerek bu müfettişin Atatürk olabileceğini belirtip Damat Ferit'i ikna etmişler ve böylece bu görev Atatürk'e verilmiştir. Ve son olarak da bu görevlendirmeyi, yukarıdaki nedenlerden dolayı, Padişah Vahdettin de onaylamıştır.

PAŞA, PAŞA DEVLETİ KURTARABİLİRSİN

"Vahdettin, Atatürk'ü Kurtuluş Savaşı'nı başlatmak için Anadolu'ya gönderdi" diyen Vahdettinci yazarların kendilerince en güçlü kanıtı, Atatürk'ün Vahdettin'le yaptığı son görüşmede, Vahdettin'in Atatürk'e, "Paşa Paşa devleti kurtarabilirisin!" demiş olmasıdır.

İstanbul'da kaldığı altı ay boyunca birçok kere Padişah Vahdettin'le görüşen Atatürk, Samsun'a hareket etmeden bir gün önce, 15 Mayıs 1919 tarihinde Yıldız Sarayı'na giderek Padişah Vahdettin'le görüşmüştür.

Atatürk, bu görüşmenin detaylarını 1926 yılında Falih Rıfkı Atay'a anlatmıştır:

Şimdi Atatürk'e kulak verelim: "Yıldız Sarayı'nın ufak bir salonunda Vahdettin'le adeta diz dize denecek kadar yakın oturduk. Sağına dirseğini dayamış olduğu bir masa, üstünde bir kitap var. Salonun Boğaziçi'ne doğru açılan penceresinden gördüğümüz manzara şu: Birbirine paralel hatlar üzerinde düşman zırhlıları! Bordolarındaki toplar sanki Yıldız Sarayı'na doğrulmuş! Manzarayı görmek için başımız sağa sola çevirmek yeterliydi. Vahdettin, unutamayacağım şu sözlerle konuşmaya başladı:

'Paşa, Paşa! Şimdiye kadar devlete çok hizmet ettin. Bunların hepsi artık bu kitaba girmiştir. (Elini demin bahsettiğim kitabın üstüne bastı ve ilave etti.) tarihe geçmiştir.' (O zaman bunun bir tarih kitabı olduğunu anladım. Dikkatle ve sükunla dinliyordum). 'Bunları unutun' dedi. 'Asıl şimdi yapacağın hizmet hepsinden önemli olabilir; Paşa Paşa, devleti kurtarabilirsin!" 33

İşte, Vahdettin'in, ağzından dökülen, "Paşa Paşa devleti kurtarabilirsin" cümlesini, "Vahdettin'in Atatürk'ü gizli bir planla Kurtuluş Savaşı'nı başlatması için Anadolu'ya gönderdiği" biçiminde yorumlayanlar vardır. Evet, aslında Vahdettin'i tanımasam ve Kurtuluş Savaşı sırasında Anadolu'daki Milli hareketi yok etmek için yaptıklarını, ayrıca İngilizlerle nasıl gizlice anlaştığını bilmesem, ben de bu sözleri "Vahdettin'in, Atatürk'ü, Kurtuluş Savaşı'nı başlatması için Anadolu'ya gönderdiği" biçiminde yorumlayabilirdim. Ancak bütün bu gerçekleri bilen biri olarak bu kadar iyi niyetli olamayacağım.

Vahdettin'in bu sözlerini, Vahdettin'i "Kurtuluş Savaşı kahramanı" ilan etmek için kullananlar, Atatürk'ün, Vahdettin'in bu sözleri hakkındaki yorumunu nedense görmezden gelmişlerdir.

Atatürk'ün, Vahdettin'in bu sözleri hakkındaki yorumunu ve görüşmenin sonraki aşamalarını yine Atatürk'ün anılarından takip edelim: "Bu son sözlerden hayrete düştüm. Acaba Vahdettin benimle samimi mi konuşuyor? O Vahdettin ki, ecnebi hükümetlerin yüzüncü derece aletleri ile temas arayarak devletini ve saltanatını kurtarmaya çalışıyordu. Bütün yaptıklarından pişman mıydı? Aldatıldığını mı anlamıştı? Fakat böyle bir tahminle başka bahislere girişmeyi tehlikeli buldum. Kendisine basit cevaplar verdim: 'Hakkımdaki teveccüh ve itimada arz-ı teşekkür ederim.Elimden gelen hizmette kusur etmeyeceğime emniyet buyurunuz.'

Söylerken kafamdaki bulmacayı da halletmeye uğraşıyordum. Çok iyi anladığım, veliahtlığında, padişahlığında bütün his ve fikirlerini, eğilimlerini, sahtekarlıklarını tanıdığım adamdan nasıl yüksek ve asil bir hareket bekleyebilirdim?

Memleketi kurtarmak lazımdır. İstersem bunu yapabilirmişim! Nasıl hemen hüküm veririm:

Vahdettin demek istiyordu ki, hiçbir kuvvetimiz yoktur. Tek dayanak noktamız, İstanbul'a hakim olanların siyasetine uymaktır. Benim memuriyetim, onların şikayet ettikleri meseleleri halletmektir. Eğer onları memnun ede-bilirsem, memleketi ve halkı bu siyasetin doğru olduğuna inandırabilirsem ve bu siyasete karşı gelen Türkleri tutuklarsam Vahdettin'in arzularını yerine getirmiş olacaktım.

'Merak buyurmayın efendimiz! Nokta-i nazar- şahanenizi anladım. İrade-i seniyeniz olursa hemen hareket edeceğim ve bana emir buyurduklarınızı bir an unutmayacağım!

'Muvaffak ol!' hitab-ı şahanesine mazhar olduktan sonra huzurundan çıktım.

Naci Paşa, Padişahın yaveri, fakat benim hocam, derhal benimle buluştu. Elinde ufak muhafaza içinde bir şey tutuyordu. 'Zat-ı Şahane'nin ufak bir hatırası' dedi. Kapağın üzerinde Vahdettin'in inisiyalleri işlenmiş bir saatti. 'Peki, teşekkür ederim' dedim, yaverim aldı.

Sonra sanki Yıldız Sarayı'ndan çıktığımızı ve hareket etmek üzere olduğumuzu gizlemek, saklamak ister gibi ihtiyatla, ayaklarımızın pıtırtısını işittirmekten korkarak saraydan uzaklaştık." 34

Başından beri anlattığım gibi Vahdettin'in kurtuluş planı, "düşmana karşı silahlı direniş" değil, "düşmanın merhametine sığınmaktır." Vahdettin, özellikle Paris Barış Konferansı'nın arifesinde, İzmir'deki kanlı olaylardan dolayı Batı kamuoyu da Türkiye'nin lehine dönmüşken, İngilizleri memnun ederek, onların bir dediğini iki etmeyerek İngiliz desteğini arkasına aldığı takdirde işgallerin sona ereceğini ve devletin kurtulacağını düşünmektedir. Yani Vahdettin'e göre"devletin kurtuluşu" İngilizleri memnun etmekle mümkündür. O sırada İngilizleri memnun etmenin biricik yolu ise, İngilizlerin 21 Nisan tarihli notası doğrultusunda Anadolu'daki karışıklıkları önlemektir. Dolayısıyla Padişah Vahdettin'in, bu karışıkları önleyecek paşaya, Yıldız Sarayı'nda "Paşa Paşa devleti kurtarabilirsin" derken kastettiği şey, İngilizlerin notası doğrultusunda Anadolu'daki karışıklıkların önlenmesi ve asayişin sağlanmasıdır. Ayrıca Vahdettin tek "kurtuluş planının" İtilaf devletlerine güvenmek olduğunu anılarında açıkça itiraf etmiştir:

"Devlet tehlikede ve İstanbul sallantıda idi. Şahsen müstakil bir siyasetim yoktu, ama kurtuluşumuz için babam Abdülmecit Han'dan miras aldığım İtilaf devletlerine yakınlık politikasını, İngilizlerin zıddına hareket etmemek ve Fransızlarla İngilizleri gücendirmemek şeklinde, uyuşmacı bir siyaseti seçmiştim. Böylelikle anlaşma olmasa bile hiç olmazsa husumetlerini (düşmanlıklarını), şiddet ve nefretlerini azaltmaya çalışıyordum" 35

Vahdettin ile Atatürk'ün "devletin kurtuluşundan" anladıkları çok farklı şeylerdir. Vahdettin'in "devletin kurtuluşu" yöntemi, İngilizleri memnun etmek ve onların desteğini almak biçimindeyken; Atatürk'ün "devletin kurtuluşu" yöntemi, bütün düşmanlara karşı mücadele ederek tam bağımsızlığı elde etmek biçimindedir. Ayrıca, Vahdettin, "devletin kurtuluşu" derken aynı zamanda kendi tahtı ve tacını kastederken, Atatürk, "devletin kurtuluşu"derken, ulusun egemenliğini kastetmektedir. 36

"Müttefiklerin, bitip tükenmeyen isteklerini yerine getirmekten bıktığını söyleyen Padişahın özlemini çektiği kurtuluş, onların şikayetlerinin giderilerek Osmanlı taç ve tahtını koruyacak olabildiğince ılımlı bir barışa bir an önce kavuşmak olmalıdır. Mustafa Kemal ise başından beri bireysel ya da hanedana sınırlı bir kurtuluş değil, yurdu ve ulusu içeren bütünsel bir kurtuluş amaçlamaktadır." 37

Atatürk, Samsun'a çıkıp, kafasındaki "kurtuluş planı" doğrultusunda direniş hazırlıklarına başlayınca İngilizler, Sadrazam Damat Ferit ve Padişah Vahdettin'den"Atatürk'ü bir an önce İstanbul'a geri çağırmalarını istemişler", bu doğrultuda hemen harekete geçen Damat Ferit ve Padişah Vahdettin, birkaç defa Atatürk'ü İstanbul'a geri çağırmışlar, ancak Atatürk bütün bu çağrılara olumsuz cevap vererek, gerekirse "sine-i millette bir ferdi mücahit olarak" mücadelesini sürdüreceğini bildirmiş ve istifa etmiştir. Bunun üzerine Padişah Vahdettin, 8 Temmuz 1919'da Atatürk'ün müfettişlik görevine son vermiştir. 38

/Sinan Meydan
29.05.2013

1 Rıfat. age, s.209.
2 Mısıroğlu, Osmanoğullannın Dramı, s.80.
3 Özakman, age. s.234.
4 Bkz. Özakman, age, s.236-246.
5 Bu beyannameyi yayınlayanlardan biri olan K. Mısıroğlu bu beyannamedeki ifadeleri dikkate almamıştır. Kadir Mısıroğlu, Geçmişi ve Geleceği île Hilafet, İstanbul, 1993, s.194, vd; Özakman, age, s.246.
6 Özakman. age. s.234.
7 Jaeschke, İngiliz Belgeleri, s.102.
8 Sabahattin Selek, Anadolu İhtilali, 11. bs. İstanbul, 2004, s.216.
9 Jaeschke, age, s.102.
10 age, s.103.
11 Aksin, İstanbul Hükümetleri ve Milli Mücadele, s.243; Selek, age, s.216.
12 Jaeschke, age, s.103.
13 Selek, age, s. 216.
14 Özakman, age, s.252.
15 Jaeschke, age, s.104.
16 Sir Andrew Ryan, The Last of the Dragomans, Londra, 1951, s.129-131'den aktaran Osman Ozsoy, Kurtuluş Savaşının Perde Arkası, İstanbul, 1999, s.133; Meydan, age, s.483.
17 Jaeschke, age, s. 107.
18 Aksin, age, s.247,248.
19 Bkz. Meydan, age, s.489-492.
20 Özakman, age, s.253,254.
21 Ayrıntılar için bkz. Meydan, age, s.344 vd.
22 Bu sürecin bütün ayrıntıları için bkz. Meydan, age, s. 463 vd.
23 Akın gazetesi, 20 Mayıs 1948.
24 Atay, Atatürk'ün Bana Anlattıkları, s.129.
25 Selek, age, s.219,221.
26 Jaeschke, age, s.109.
27 age, s.114.
28 Aksin, age, s.291-294.
29 age, s.287
30 Atay, age, s.124.
31 Bayur, age, s.292.
32 Meydan, age, s.535.
33 Atay, age, s.139.
34 age, s. 139,140.
35 Murat Bardakçı, "Birinci Cumhuriyetçilere Dev Bir Hizmet", Hürriyet, 12 Mayıs 1996.
36 Meydan, age, s.521.
37 Turan, Mustafa Kemal Atatürk, s.214.
38 Saime Yücer, "Mustafa Kemal Paşa'nın Samsun'a Çıkısı ve Geri Çağrılması Üzerine Bir İnceleme", Askeri Tarih Bülteni, Ankara, 2001, S.51, s.141.