2 Haziran 2006 Cuma

Karadeniz Sahil Yolu Üstüne



Karadeniz otoyolu 500 km.’lik sahil yolunda, kumsal üzerinden iki gidiş iki dönüş, dört şeritli asfalt yol. Projenin büyüklüğünü şöyle düşünün, GAP’tan iki-üç kat daha büyük inşaat alanı. Yani, tarihimizin en büyük inşaat projesi. 500 km.’lik sahil çoktan kayalarla dolduruldu, doldurulma işlemi birkaç yıl daha sürecek. Şimdi şu soruyu soralım: Tarihin bu en büyük inşaatından neden medya bahsetmiyor? İlle de eleştirelim asla demiyorum. Modernleşme, kalkınma, büyüme, neyse artık, iyi yanlarını anlatsınlar. Bu inanılmaz projeyle hiç mi övünmek istemiyorlar. GAP üzerine yüzlerce belgesel yapıldı. Bu yol üzerine basit bir haber dahi yapılmıyor. Bu yol nedir, ne zaman bitecek, ne iş görecek, neden anlatılmıyor? Susmanın tek nedeni var: Avrupa ve Dünya, projeyi görsün istemiyorlar. Çünkü, dünya ayağa kalkacak diye korkuyorlar! Ne zaman proje geri dönülmez bir hal alır, o zaman bahsederler. Bugün artık geri dönülmez bir yere gelmeye birkaç ay kaldı. Artık ne kadar bağırıp çağırsanız nafile, çünkü tüm sahil kayalıklarla doldurulup, iptal edildi. Doğu Karadeniz coğrafyası, değil Türkiye’nin, dünyanın en güzel yeşiline sahip. Bu coğrafya bugün tarihe gömülmüştür, geçmiş olsun. Bunu yüzlerce TV’si ve gazetesi olan bir ülkede, hikayeler yazan bir yazarın küçücük puntolarıyla duyduğunuz için, kusura bakmayın!

Hasankeyf’te sular altında kaldı, ama kamuoyuna yansıdı, duyarlılık oluştu, bir şeyler tartışıldı... Neden Karadeniz otoyolundan hiç ama hiç bahsedilmiyor? İşte ne b.k varsa, bu ‘saklamada’ var. Karadeniz otoyolu projesi bir müteahhitler cehennemi. Tam kumsalın üstünde gidiyor ve tam kumsalın üstüne kayalar dökülüyor. Tartışılsa, her kasaba, her il, kumsalını kapatmak istemeyecek; yolu, birkaç metre içerden ya da dışardan isteyecek, bu da işlerine gelmeyecek. Çünkü kumsala kaya dökmek kolay!

Hiç kimse tartışmadığı için cevaplanmamış binlerce soru var. Mesela, binlerce dereden akan seller, yolu her yıl sulara gömecek. İşte ne güzel, müteahhit firmalarla anlaşıldı, bölgeden hiç gitmeyecek, her yıl yıkılan yolları yeniden yapacaklar. Böylelikle müteahhitlerimize sonsuza kadar iş çıkmış oluyor.

İkinci facia, Karadeniz’de kumsalın yeniden oluşması imkansız. Çünkü deniz bir adımda derinleşir. Bakın, başta Trabzon, Rize kırk yıl öncesinden beri sahillerini doldurdular. Bu iki ilin de sahilinde kumsal oluşmadı. Ayrıca, denizin doldurulduğu bu bölgeden denize girilmez. Ayrıca, denizin doldurulduğu bu bölgede yürüyüş dahi yapılmaz. Doldurulan yerlerde bir avuç sahil oluşmadı. Kumsal oluşmadan, deniz temizlenmez. Şimdi, bu beş yüz kilometrelik tüm Doğu Karadeniz sahili çöpe, sonra bataklığa gömülecek. Karadeniz’in dibi çamur olduğu için, bataklaşma çok süratli olacak.. Denizin bu kadar pisliği nereye gidecek? Ağlayan kalbimle söylüyorum, tarihin bu en güzel coğrafyasını unutun. Burası, tüm dünya bilim adamlarının, fotoğrafçılarının, karar birliğiyle ilan ettikleri, tarihin en güzel coğrafya parçası! Katliamın sınırları, öyle böyle değil!

Diyelim ben ve benim gibi, onlarca mühendis, bilim adamı yanılıyor, yalan-yanlış iddialarda bulunuyoruz, o halde, yol başlayalı yıllar oldu, birisi çıkıp aksini söylesin, ya da doğruları söylesin, ya da bunların hiçbiri önemli değil, sakin sakin projeyi anlatsın! Bölgeye gitmediğiniz, görmediğiniz, hiçbir basın, medya bahsetmeği için, şu anda yaşadığımız infiali sizlere aktarmam mümkün değil.

Samsun’dan Sarp’a kadar bu muhteşem coğrafya, şu anda, mendirekler ve dalgakıranlarla kesilmiş durumda. Koca sahil kayalarla dolduruldu. Karadeniz’de dalgaların gelip temizleneceği bir metrelik yer kalmadı. Bir avuçluk sahil yok.

Sinop’tan Batum arasında bu devasa deniz kirliliği yeryüzü tarihinin gelmiş geçmiş en büyük kirliliğine aday. Hangi mühendise, hangi bilim adamına sorduysak, bu yol için, dünya tarihinin en büyük katliamı gözüyle bakılıyor. Aklımız almıyor, şaşırmış durumdayız. Geri dönüş bu saatten sonra imkansızlaştığı için, Karadeniz’de sivil kurumlar dört şeritli yolu, hiç değilse üç şeride indirip, üç-dört metre kadar yeşil alan kavgasından başka mantıklı çıkış olmadığını söylüyor... İşte bu katliam, hayatımı, yazarlığımı, çok yakından ilgilendiren bir sorun. Şimdi, oturup düşünün; medya halkı doğrudan ilgilendiren, tüm dünyayı ilgilendiren, bu büyük katliamı, ya da ne diyelim güzelim kalkınma yatırımını neden duyurmuyor? Boğuyorlar, başarıyorlar. Medya yazarlarına her bölgeden yüzlerce e-mail gönderilmesine rağmen, hiçbiri sesini çıkartmıyor... Bir insanın onuru, ülkesine olan sevgisidir. Tabiattan sorumlu olan bizleriz.

Tarihin bu en nefis coğrafyası kağıt gibi yırtılıp paramparça edilirken susmamız, hâlâ, şirin hikayeler yazmaya devam etmemiz mümkün değil. Bu saatten sonra, yazmanın, çizmenin hiçbir anlamı yok! Bu kadar delirmiş, sessiz, susturulmuş, bir ülkede, bu vahşi doğa katliamını görmeyip; oturup, kuzu kuzu güzelim hikayeler yazmak mümkün değil.

Ahlaklı insanlarsak, bu infialin bedenimizde yarattığı derin sarsıntıyı herkese göstermek zorundayız. Bu kadar uyuşuk, aşağılık, şerefsiz insanların, yazarların ülkesinde yazar olarak hayatıma devam etmem mümkün değil! Hadi bırakın medyayı, Samsun, Ordu, Giresun, Rize’de on binin üstünde mühendis, öğretmen, yüz binlerce aydın insan var. Neden hepsi susuyor, yan gelip oturuyor? Neden hiç kimse kendini sorumlu hissetmiyor? Hiç kimseden ‘Bergama Köylüsü’ olsun beklentim yok, ama, küçük bir rahatsızlık da mı duymadılar?

Karadenizli olmaktan utanıyorum. O toprakların çocuğu olduğum için kendimden iğreniyorum. Bu kadar derin bir infiale bir de Sivas katliamında düşmüştüm. Mutsuzluğun, hayal kırıklığın sonundayım. Şu anda, hayatta tek bir hedefim kaldı, yazarlığa bir an evvel son vermek. Sırf ekmek param için bir yıl kadar daha yazılarımı sürükleyebilirim, ama, sırf ekmek param için...

Çok düşündüm, tarihin bu en güzel topraklarına karşı yapılan acımasız saldırılar karşısında bir halk susuyorsa, medya susuyorsa, artık benim söyleyecek sözüm yok! Bu kadar enayi, köle, sessiz, alçak, bu kadar korkak bir toplumda insan çok ürküyor. Herkes, dairesinde, evinde, işyerinde, düşünsün, şu soruyu sorsun: Türk tarihinin bu en büyük inşaat alanı için, neden tek kelime duymadı? Sizler neden kandırılıyorsunuz, neden sessizsiniz? Ekranlarda, gazetelerde, tarihin gelmiş geçmiş bu en büyük katliamı karşısında tek bir ses duysaydım, belki içim rahat ederdi.

Burası işgal edilmiş toprak parçası mı? Bu halk köle mi? Bu aydınların hepsi mi fasa fiso? Neden herkes, küçük bahaneler buluyor kendine? Bir yazarın söyleyeceği son sözü söylüyorum, aranızda işim yok! Köpeksiniz, zavallısınız! Ne hakkımda açılan onlarca tazminat davasından, ne yargılandığım ağır cezalardan korktum, bundan sonra da korkmam. Asla yorulmadım. İçimde dünyaları yazacak kadar hikaye var. Ama bu suskunluk, bu katliam... Bunu tarif edemiyorum.

Ben hayatımı nerde olsa kazanırım. Ne devletten burs, kredi, avans; ne kimseden borç alarak yaşadım, yazdıklarımla geçindim. Şimdi bunları söylüyorsam, çok düşündüm. Aklını yemiş bu halka hikaye yazılmaz. Bu maç burda biter.

Bu kadar kitap okudum, şunu öğrendim. Bir coğrafya üzerinde kültürler ölebilir. Dinler değişebilir. İnsanlar ölebilir. Depremler, soykırımlar yaşayabiliriz. Coğrafya üzerinde her şeyimiz allak bullak olur ve bir şekilde ayakta durmaya çalışırız. Çok kötü günler görebiliriz. Ancak, en ağır, en dayanılmaz olan, kıyamete dek yaşayacak olan bu enfes coğrafyanın top yekün katledilmesidir! Buna dayanabilen varsa, yazmaya, devam etsin! Ben o dağlarda büyüdüm, kalbim dayanmıyor artık.

Yolunuz bir gün Trabzon Maçka’ya, Hacevera’ya, Kadıköy’e, Sümela’ya düşerse, bu çocuğun neden aklını yemiş gibi durmaksızın coğrafya parçalarını yazdığını o zaman anlarsınız. Buna dayanmam mümkün değil. Toprağımdan hiç kuşkuya düşmedim, ama üstünde yaşayan uyuşuk kitlelerden, alçaklardan, üç kağıtçılardan, sıtkım sıyrıldı. Sizlere, bir yoksul çocuğun neler yapabileceğini göstermeye çalıştım, kelimelerime erdem, onur, vicdan dışında hiçbir şey giydirmedim. Ama şimdi...

Benjamin mi söylemişti; gaz odalarından sonra artık şiir yazılmaz... Bu coğrafyanın en güzel parçası ortadan kaldırılırken, artık hikaye yazılmaz. Anamdan, babamdan, ailemden daha çok sevdiğim toprağım, coğrafyam, dalgasıyla, dağı taşıyla katledilirken, oturup seyredemem. Bir yazar, toprağını ve insanlarını ‘ölümsüzleştirmek’ için yazar ama şimdi orada, onbinlerce kamyon, grayder, kepçe, canavarlar gibi tarihin bu en güzel coğrafyasını katlediyor... Grayderleri, kepçeleri bu kadar serbest hareket edebilen bir ülkede yazarlar yaşayamaz. Başka birşey değil, bir küçük ses istiyorum. Bu küçük ses, beni kelimelerin içinde hoplatıp zıplatmaya yetecek. Bu ses dışında, hiç kimse, hiçbir şey beni ikna edemez! Nisan-Mayıs ayları yollarda geçiyor. Orda konuş, burda konuş. Eskiden beş-altı yere yetişiyordum, şimdi, iki-üç yere gitmek bile çok yoruyor insanı. Gittiğim yerlerde kalma adetim yok. Zaten vaktim de yok. Hemen dönmem lazım. Geceyarıları hiç bilinmeyen otobüsler içinde buluyorum kendimi. Cama dayanmış başım. Dışarıda bitmek bilmeyen karanlıklar...

"Leman" Dergisi'nden Nihat GENÇ'in yazısı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder