30 Kasım 2016 Çarşamba

Frunze'nin Türkiye Anıları'nda SAMSUN -V -Son

VII.
SUNGURLU'DAN SAMSUN'A
8/1/1922 — 13-1-1922
(…)

Merzifon’la Havza arasındaki mesafe çok değil. Topu topu 35 verst. Aşağı yukarı saat dörtte bizi karşılamaya gelen dostlarla birlikte Havza’ya giriyoruz.

Çayımızı içip kendimizi tam olarak kendi evimizde gibi hissettiğimiz dostlarımızla konuştuktan sonra hemen Havza kaplıcalarında sıcak su banyosu yapmamız için bize hazırlanan yere gidiyoruz.

Ertesi gün Havza'dan ayrılırken pek o kadar acele etmiyoruz. Çünkü önümüzdeki konaklayacağımız yer olan Kavak, yalnızca 40 kilometre uzakta.

Havza bu günlerini, çevre bölgedeki Rum (Yunan) isyancıların bastırılması, imhası işinin etkisi altında geçiriyor.

Bu isyan hareketi Rum halkı için yalnız Samsun bölgesinde değil, Rumların yaşadığı tüm Anadolu köylerinde korkunç bir trajediyle son buluyor. Rum Pontus Devleti kurma hayalleriyle İstanbul ve Atina’dan gelen ajan ve propagandacılar tarafından sistemli bir şekilde hazırlanan isyan, 1921 yılı başlarında patlak vermiş. Hükümetin Yunanistan'la savaşa karar verip seferberlik ilân etmesi bu isyanın en büyük nedeni olmuş. Rumlardan göreve çağrılanların büyük çoğunluğu başlangıçta seve seve koşmuşlar çağrıldıkları göreve. Ama kısa bir süre sonra Yunanlılarla savaşa girdiklerini öğrenince, propagandanın da etkisiyle kütle halinde silâhlarını da alarak askerden kaçmaya başlamışlar. Başlangıçta bu hareket isyan karakteri taşımıyormuş. Bir yandan Hükümetin ceza tedbirlerinin etkisi, öte yandan gitgide artan propaganda, Anadolu kıyılarında bulunan Yunan filosunun güvencesi ve onun askeri gereç yardımında bulunmasıyla artan bir hızla alevlenmeye başlamış. Sonunda karşılıklı, gaddarca bir genel katliama dönüşmüş.

Şunu da belirtmek yerinde olacaktır ki, konuşma olanağı bulabildiğimiz bütün Türkler aynı düşüncede birleşiyorlar: Hristiyanlar isyandan önce çevrelerindeki Müslüman halkla çok iyi ilişkiler içindeymişler. Emperyalist savaş sırasında Rum köylüler de asırlık geleneklerini bir yana bırakarak (Osmanlı devletinde Hıristiyanların askerlik yükümlülüğü yoktu, bunun yerine belirli bir vergi ödüyorlardı.) devletin rızasıyla seve seve askere gitmişler ve bütün Türk cephelerinde savaşmışlardı.

Şimdi ise Türkiye’nin bütün bu zengin ve kalabalık bölgesi inanılmaz bir yıkıma uğradı. Birkaç yüz Türk ve Rum köyü yakıp yıkıldı. Samsun, Sinop ve Amasya’da yaşayan 200 bin Rum’dan yalnızca dağlarda dolaşan birkaç çete kaldı. Yaşlılar, kadınlar ve çocukların hemen hepsi ülkenin başka yerlerine, Diyarbakır, Harput, Konya bölgelerine göç ettiler. Bunlar öyle bir zamanda ve öylesine yokluk içinde gittiler ki, yeni yerlerinde yoksulluk ve kölelik hayatı yaşayan, sürünen bütün bu kitleden birkaç bin kişinin bile sağ kalmadığını söylemek mümkün.

Bizim Havza'lı dostlarımızdan, tenkil müfrezelerinin kentte olsun, isyana katılmayı kabul etmeyen Rum köylerinde olsun ne tür vahşetler yaptıklarını parça parça anılar olarak dinleme olanağı bulduk. Bu konuda özellikle daha önce sözünü ettiğim Lâz’ların reisi Osman Ağa büyük ün yapmış. Bütün bölgeyi azılı çetesiyle kan ve ateşe boğmuş. Sanırım şunu söylemek yeter bu konuda: Buradaki Türkler bile onun yaptıklarından korkuyla söz ediyorlar ve asla onaylamıyorlar. Benim için hiç ummadığım bir bilgi olmuştu doğrusu.

Ankara’da bulunduğum sırada Lazistan Mebusu Osman Bey’le tanıştım. Sevimli, hoş bir insandı. Batum’da yaşamış, hattâ orada gimnaziya’da (lise) okumuş. Bu yüzden oldukça iyi Rusça konuşuyordu. O sırada gazetelerde çıkan küçük bir makale hakkında görüşmek için, daveti üzerine onun konuğu olmuştum; ayrılıp evime döndüğümde pek çok kişi tarafından soru yağmuruna tutuldum. Osman Bey’in konuğu olduğumun doğru olup olmadığı merak konusuydu. Ben de doğru olduğunu söylemiştim. İş öylece kapandı. Ama cevabımın pek hoş karşılanmadığını da anlamıştım. İşte şimdi Havza’da açığa çıktı bu merakın ve memnuniyetsizliğin sebebi. Aynı soruyla burada da karşılaştım. Doğru olduğunu öğrenince de bu adamın nasıl biri olduğunu ve onun neler yaptığını bilip bilmediğimi sordular. Ben az da olsa bildiğimi söyledim. Osman Ağa’yı gözümün önüne getirerek. Konuşma ilerleyince benim tanıdığım Osman Bey ile Osman Ağa’nın aynı kişi olmadığı ortaya çıktı. Bundan karşımdakiler de çok memnun oldular. Öğrendim ki, Osman Ağa' nın çeteleri Havza'da korku salmış, yakmış, ırza geçmiş, önüne gelen tüm Rum ve Ermenileri öldürmüş, köprüleri yıkmış... Sözün kısası Müslümanlarla Hristiyanlar arasında süregelen tarihi ve ulusal çatışmaların eskilerden bugüne değin çözümlenemeyişine işte bu yapıda adamlar ve bu acımasız usuller sebep olmuş.

Bu arada adaletli konuşmak gerekirse şunu belirtmek zorundayım ki, iki taraf da aynı biçimde davranıyor; Yunanlılar Batı Anadolu’da Müslümanları aynı biçimde imha ediyor.

Yalnız burada, tümüyle bir halkın diğerine saldırmasında, ne yere, ne yaşa aldırmamasında, ne acıma, ne merhamet bilmemesinde, vahşice bir ulusal dövüşte «uygar» burjuva Batı'nın tam anlamıyla iğrençliğini ve alçaklığını, ikiyüzlülük ve çirkefliğini hissetmek ve görmek mümkün.

Bu «Bir denizden öteki denize değin Büyük Ermenistan» gibi erişilmez hayali, Ermeni milliyetçiler grubuna aşılayan da Antant’tan başkası değildi. İşte bu yüzden, bu boş ve aptalca hayal yüzünden yüz binlerce Ermeni köylüsü, komşuları Türk ve Kürtler tarafından topraklarından sökülüp atıldı. İşte Antant’la ilişkileri yüzünden üç yıldır Anadolu'nun dağ ve tarlalarında sel gibi kan akıtılıyor. Ve İşin en kötü yanı da bunu hiçbir zaman olanların hesabı sorulmaması gereken kişiye ödetmeye çalışıyorlar.

Bizim Kavağa geldiğimiz aynı gün oraya isyancı çetelerden bir temsilci gelmiş. Niçin Türkler ve onların her zaman şerefle hizmet ettikleri Türk yönetimi şimdi onları vahşi hayvandan daha kötü bir şekilde zehirliyor, diye sormuş. Doğrusunu söylemek gerekirse bu isyancıların büyük çoğunluğu en ücra köşelerdeki köylerde yaşıyorlar ve gerçekten de işin aslını bilmiyorlar. Şurası belli ki, kentlerde oturanlar ve bütün bunların ceremesini hayatlariyle değil de, eninde sonunda parayla çekecek olanlar aldırmıyorlar bile bu köylülere. Onları İtip kakıyorlar ve onlar sonunda topraklarından koparılarak atılacakları günü bekliyorlar.

Bir yıldır orman ve dağ kovuklarında, inanılmaz yokluklar içinde yaşayan isyancılardan çoğu teslim olmaya başlamış. Hele Mustafa Kemal Paşa'nın teslim olanları öldürmeyi kesinlikle yasaklayan emrinden sonra iyice artmış teslim olanların sayısı. Ama yine de geride kalan büyük bir bölüm, Yunanlılarla savaşın bitmesine değin dövüşmeye devam etmeyi tasarlayarak inatla sürdürüyorlarmış
direnişlerini. Türklerin anlattıklarına göre bunların arasında Yunanistan ve İstanbul'dan gelen Yunan subayları da varmış.

Aşağı yukarı saat on İkiye doğru yola çıktık Kavağa doğru. Havza’dan on verst kadar ayrıldıktan sonra 60 – 70 kişilik ufak bir grupla karşılaştık. Silâhlarım bırakan Rumlardı bunlar. Hepsi de iyice zayıflamıştı. Yüzleri bitkin, kurumuştu; bazısının iskeletten farkı yoktu. Elbise yerine omuzlarına yırtık pırtık bir paçavra asmış gibiydiler. Çoğunun ayaklarında bir bez bile yoktu. Grubun ortasında uzun boylu cılız, silindir şapkalı bir papaz yürüyordu. Hava pek de ılık sayılmazdı; soğuk bir rüzgâr esiyordu. Bütün bu kalabalık, başlarındaki askerlerle birlikte Havza’ya doğru zıplaya zıplaya koşuyordu. Bir kısmı bizi görünce yüksek sesle ağlamaya, daha doğrusu ulumaya başladı. Çünkü onların göğüslerinden çıkan ses bir vahşi hayvan ulumasını andırıyordu. Bir an için durdurdum konvoyu. Bu acıklı yürüyüş yeniden başladı sonra. Kavak’a alacakaranlıkta vardık. Bizi buranın en zengini, 72 yaşındaki ihtiyar Hacı Bey'in evine yerleştirdiler.

Ev gerçekten de zengindi. Son derece güzel halılar ve aynalar vardı. Hatta mobilyaları bile vardı. Şimdiye değin Ankara'da bile gittiğimiz hiçbir yerde görmemiştik böylesini. Pek büyük değilse de ihtiyarın asıl zenginliği toprak ve hayvan yönünden; 300 dönüm, yani yaklaşık 30 desyatin toprağı var. Hayvanı eskiden çokmuş; şimdi ise ancak topraklarını sürebilecek kadar kalmış elinde.

İhtiyar hâlâ sağlam ve dinç bir erkek. En büyüğü 55, en küçüğü 32 yaşlarında yedi oğlu var. Bütün oğulları korkuyor ondan. Beşinin ayrı evi olmasına rağmen hepsi birlikte tek ataerkil aileyi oluşturuyorlar. Hacı Bey 14 yaşındayken evlenmiş. Karısı ise kendisinden 4 yaş büyükmüş. Birlikte bir yüzyıla yakın anlaşmışlar, yaşam sürmüşler. Karısı da hâlâ sağlam, diri bir ihtiyar. Benim, «kaç karın var?» soruma ihtiyar gururla «yalnız bir tane ve şimdi de onunla yaşıyorum» diye karşılık verdi. Evde yabancı olarak tek bir kadın var. Hizmetçileri.

Akşam geç saatlerde bizim kervan da ğeidi. Kavak'a (75 kilometrelik bir yol) değin durmadan ilerlemeğe karar vermişler ve dediklerini de yapmışlar. Böylece ertesi gün Samsun'a birlikte hareket edebilecektik.

13 Ocakta, saat yedide çıktık Kavak'tan. Yağmur yoktu, ama hava bulutluydu ve insanın iliklerine işleyen soğuk bir rüzgâr esiyordu. Arabalardan biraz daha geç çıktık yola. Bazısı bizi dört verst kadar geçmeyi başarmıştı bu arada. Kavak’tan bizimle birlikte, daha önceki gelişimizde tanıştığımız askeri Komutan, Binbaşı da geliyordu. Bu bölgede eşkıyalığın çok olması yüzünden işlerinin ağırlığından yakınıyordu.

Hemen hemen Kavak’tan çıkar çıkmaz Hacılar geçidine doğru bir yokuş başlıyordu. Yükseklerde güneşin varlığına rağmen keskin ve şiddetli rüzgâr yüzünden soğuk oldukça etkiliydi. Geçidin tam tepesinde bir başka kervanla karşılaşıyoruz. Bakıyorum, üstü açık arabalarda siyahlara bürünmüş kadın figürleri oturuyor ve yatıyor. Aralarında çocuklar da var. Kadınların da, çocukların da giyimleri çok kötü; soğuktan titriyorlar. Gerideki arabalara bakıyorum, arabalardan birinin arkasından yürüyen
bir asker, yırtık pırtık giysiler içindeki bir kız çocuğunu kaldırıp arabaya oturtuyor. Kızcağızın her yeri soğuktan morarmış, tüm vücudu titriyor. Başını arabada bir eleğin altına gizlemeye çalışıyor. Şaşkınlık içinde ne olduğunu soruyorum Binbaşıya. O şöyle açıklıyor: «Haydutların ailelerini götürüyorlar. Onları Amasya'ya yerleştirecekler.»

Bir süre asık yüzle ses çıkarmadan durduk, sonra Samsun’a doğru yolumuza devam ettik. Her yanda yıkıntı izleri vardı. Her tepede devriyeler kol geziyordu. Nöbetçiler dikkat kesilmiş bekliyorlardı. Hemen burada, yakın bir yerde düşmanın gizlendiği seziliyordu, kuşkulanılıyordu. Bu yol tüm yaşantım boyunca belleğimden çıkmayacaktır hiçbir zaman. 30 verstlik yol boyunca aralıksız olarak cesetlerle karşılaştık hep. Ben yalnız başıma 58 tane saydım. Ooğu zorbalığın ve şiddetin izlerini taşıyordu. Bir yerde güzel bir kız cesediyle karşılaştık. Başı kesilmiş ve elinin yanına konmuştu. Bir başka yerde çok güzel bir başka kız cesedi daha; 7 - 8 yaşlarında, sarı saçlı, yalınayak, sırtında yalnız eski bir gömlek bulunan bir kız cesedi... Kız anlaşılan ağlamış; yüzünü toprağa gömmüş yatmış. Askerin süngüsüyle de yere öylece mıhlanmış.

İşte Samsun göründü sonunda. Kente 2 - 3 verst kala bizi karşılamaya gelmişler. Bir şeref kıtası hazırlanmış. Mutasarrıfın kendisi ve 10 uncu Tümen Komutanı da buraya kadar gelmişler. Yanlarında Avrupalı tipinde giyinmiş biri daha var. Yaklaşıyoruz ve o zaman tanıyoruz ancak: Rusya Federatif Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti' nin Türkiye’ye yeni atadığı delege yoldaş Aralov’du bu.

Yolda gördüklerimizin etkisi altında Samsun'un yöneticileriyle karşılaşmamız soğuk olmuştu biraz. Mutasarrıfın daveti üzerine birlikte onun arabasına bindiğimiz zaman yolda bütün gördüklerimizi anlattım. Konvoyun muhafızları hakkında bir an önce soruşturma için tedbir almasını, bundan sonra nakledilecekler için de gereken emirleri vermesini rica ettim. Faik Bey, son derece heyecanlandı ve ona anlattıklarım hakkında hemen gerekeni yapacağını söyledi. Sonra da bu gruptan 80 kadar öksüz çocuğun Samsun'da Amerikan Kızılhaç cemiyetinin eline bırakılmasını, kalanların da annelerine verilmesini sağlamak üzere emirler verdiğini anlattı. O grupla birlikte bir özel hekim gönderdiğini ve bu gibi durumlarda yapılabilecek her şeyi yaptığını anlattı. Sonradan açıkladığına göre askerler ve Türk köylüleri öylesine kinle doluydular ki, yöneticiler ne emir verirse versin yine de şiddetten vazgeçmiyorlarmış. Ayrıca son zamanlarda Samsun sancağındaki topraklar Rum eşkıyalarının vahşetiyle çalkalanıyormuş yeniden. Rum çeteleri Türk köylerini yakıyor, Samsun - Ankara yolunda sık sık baskınlar yapıyor, hemen her gün birkaç asker öldürüyorlar ve korkunç bir faaliyet gösteriyorlar, diye anlattı Mutasarrıf. Bu durum üzerine kesin tedbirler alınarak bütün Rum halkını ülkenin içlerine gönderip yerleştirmeye karar vermişler.

Bütün bu anlatılanların doğru olduğuna kuşku yoktu. Köylerin nasıl yakılıp yıkıldığını kendi gözlerimle de görmüştüm. Aynı şekilde yol boyunca alınan koruma tedbirlerini de görmüştüm. Birbirinden birer verst aralıklarla yerleştirilen seyyar karakollar, on verstte bir ise siperli, tel örgülü, engelli bir İki bölükten oluşan büyük karakollar kurulmuştu. Ve her yerde gergin, telâşlı bir hava hakimdi. Bununla birlikte o dışardan belli olan öfkeli halimi bir türlü yenemedim ve Faik Beyle sohbetimiz çok soğuk ve gergin geçti.

Bütün kent bizim gelişimiz onuruna bayraklarla donatılmış. Halk bizi karşılamaya çıkmıştı. Akşama doğru hava son derece güzelleşmişti. Bu bayram havasındaki kalabalığa baktığım zaman geride kalan İşkence edilenleri görür gibi oldum. Bir tek şey istedim o anda. Çabuk, bir an önce bizim kıtlık içindeki yoksul yurdumuza dönmek. Orada da pek çok üzüntü, pek çok acı vardı. Ama orada canlı, İyiye giden bir halk ruhunun çarpıntısı duyulur ve halkın sorunları tamamen ayrı bir biçimde çözümlenir.

Bizi en çok sevindiren şey Samsun limanında, Rus heyetini Samsun’a getiren gemimizin bulunması oldu. Bu «Feliks Dzerjlnskiy» gemisiydi. Daha önce bizim Karadeniz Filosunu ziyaret ettiğim zaman Odessa’dan Tendra'ya kadar bir yolculuk yapmıştım bu gemide. Artık yarın yola çıkabilecektik demek kİ. Akşam, yeni gelen heyet üyeleriyle karşılıklı bilgiler, izlenimler, haberler alıp verdik ve doya doya konuştuk. Sabahleyin çabucak direğinde Rus Ukrayna bayrağı dalgalanan «Feliks Dzerjlnskiy» gemisine bindik.

Samsun limanında eskisi gibi bir Amerikan mayın tarama gemisi vardı. Ayrıca «Dzerjlinskiy»in biraz ilerisinde bizim «Meçta» gemisi duruyordu. Bu gemi Fransa bayrağı altında yüzüyordu. «Meçta»daki tayfaların çoğu ve tüm idarecileri Rus idi. Tayfaların hareketlerinden sorumlu olan Komutan Fransızdı yalnız. Buna rağmen gemilerimizin tayfaları arasında hemen bir ilişki kuruluvermişti. «Meçta» dakiler Rusya'daki işlerin durumuyla yakından ilgileniyorlar, bir Rus gazetesi vermemizi istiyorlar, yurt dışındaki hayatlarının ağır maddi ve manevi koşullarından şikâyet ediyorlar, gemi tayfalarının hepsinin bizden, Vrangel taraftarlarından olduğunu, yeniden yurda dönüş umuduyla yaşadıklarını söylüyorlardı. Yalnız «ÇEKA»nın tehlikesinden endişe ediyor çoğu. Karadenizde yabancı birçok devletin bayrağı altında bizim pek çok eski gemimiz dolaşıyor. Çoğu da Fransız bayrağıyla. İçlerinden bir kısmı Sovyet topraklarına, Batum limanına bile uğramışlar ve uğruyorlar.


VIII.
SAMSUN'DAN BATUM'A
14 Ocak — 16 Ocak 1922

14 Ocakta, saat üçte demir alıyoruz. Barometre çok düşük ama hava iyi gidiyor. Kaptan, kuvvetli bir karayel çıkacak diye korkuyor. Bizim «Dzerjinskiy» deniz yolculuğuna göre hazırlanmış bir gemi değil; basit bir çarklı nehir gemisi. Yine de takdirle anmak gerekir ki, bundan iki hafta önce Odessa’dan Batum’a giderken büyük bir fırtınaya tutulmuş ve kaptanın söylediğine göre yüzünün akıyla sıyrılmış. Ama böyle talihe güvenmek doğru değil. Kaptan bir karayel belirtisi sezer sezmez en yakın Türk limanına sığınmaya çalışacağını söylüyor.

Saat 4.30 oldu. Deniz çok güzel. Hava kararmaya başlıyor. Artık Samsun, limana doğru inen yamaçlarındaki evleriyle güçlükle seçilebiliyor. Tam karşımızda, kıyıdan biraz ilerideki tepelerde iki büyük yangın görünüyor. Anlaşılan birbirinden 4 - 5 verst uzaktaki iki köyü yakıyorlar. Kim yakıyor?.. Kendi ocaklarından sökülüp sürülen Rumlar mı, yoksa Türkler mi, bilmiyoruz. Yalnız bu karamsar kızıltı, zengin, ama şimdi böyle mutsuz bu ülke ile aramızdaki son halka oluyor.
(Sayfa: 106 - 115)
(SON)


KAYNAK: M.V. FRUNZE, Türkiye Anıları, Kasım 1921 - Ocak 1922, Cem Yayınevi, İstanbul 1978.