17 Haziran 2006 Cumartesi

Samsun'dan Ankara'ya -I



Geçmişin Samsun’u güzel, şirin ama o günün tüm kentleri gibi yorgun ve yoksuldur.

Nasıl olmasın ki?

Bir zamanlar bilinen dünyanın tek hakim gücü olan Osmanlı İmparatorluğu 19.asra gücünden ve kudretinden çok şey kaybetmiş olarak girecek ve asrın sonunda elinde kalanlarının son kırıntısını da kaybedecektir.

Bu acı bir tespittir ama gerçektir.

Bir zamanlar gemilerinin direklerini altından, yelkenlerini atlastan, halatlarını ise ibrişimden yapabilmekle övünen imparatorluk Kırım Savaşı’nı yürütebilmek için 1954 yılında ilk dış borcunu alır. 1875 yılına gelindiğinde artık borca batık ve bitiktir. Borçlarını ödeyemeyecektir; moratoryum ilan eder.

Alacaklılar Düvel-i Muazzama denilen o zamanın süper güçleridir. Umursamazlar bizim moratoryumumuzu. Hemen adına Düyun-u Umumiye denilen bir kurum kurulur. Görevi alacakların tahsilidir. Adeta devlet içinde devlettir. 9 bine yakın çalışanı vardır ki, bu sayı Osmanlı Maliyesindeki memur sayısından daha fazladır.

Artık imparatorluk maliyesinin yönetimi Düyun-u Umumiye İdaresi’nin elindedir. Tarım ürünlerimiz, madenlerimiz, liman ve iskelelerimiz ve hatta olmayan sanayiimiz onun tekelindedir.

Bizi, yani Samsun’u yakından ve doğrudan ilgilendirdiği için küçük bir örnek vermek istiyorum.

Şimdilerde bilgisizlikten olsa gerek, adı yeniden hortlatılmak istenilen Regie İdaresi veya başka bir deyişle Regie Kumpanyası bir Fransız kumpanyasıdır.

Yine bir Fransız kumpanyasının ürünü olan Meydan Laorusaa bakarsanız Regie kelimesinin karşısında sadece ve sadece tekel idaresinin eski adı‘ açıklamasını görürüsünüz.

Bu çok kısa, çok sade açıklamaya bakar ve bununla yetinirseniz Regie’nin çok masum bir kurum olduğunu sanırsınız. Fransız cahilliği mi yoksa Fransız hinliği mi diyelim?

Gerçek hiç de öyle görüldüğü ve hatta görülmesi istendiği gibi masum değildir. Oldukça kanlı ve karanlık bir tarihi vardır Regie’nin.

Regie Düyun-u Umumiye’nin tütün tekelidir.

Öyle bir tekeldir ki, tütünün ekiminden toplanmasına, kurutulmasından satılmasına, kağıdından sigara sarılmasına kadar her anında Regie vardır ve adeta kan emici bir sülük gibi bu ülkenin kaynaklarını, bu ülke insanlarının emeklerini emip tüketmektedir.

Kolcu denen ve neredeyse jandarma yetkisine sahip olan kiralık adamları vardır. Hani şu Çökertmeli Halil’in ‘ Kolcular gelince aman kaçmayalım kurşun sıkalım’ dediği kiralık katiller. Bunlar emeğine sahip çıkmaya çalışan tütün üreticilerini vurup öldürmektedirler.

Siz tütün kaçakçısı nedir bilir misiniz?

Bunlar şimdilerde adlarını çok sık duyduğumuz esrar, eroin ya da gümrük kaçakçıları gibi organize suç örgütü elemanları değillerdir. Hatta bunlar emeğe ve insana saygılı bir yaklaşımla bakıldığında suçlu da değildirler. Ürettikleri tütünün hiç olmazsa bir kısmını Regie’nin tekelinden kaçırıp Anadolu’nun içlerindeki tiryakilere kendileri satıp üç beş kuruş para kazanmak ve evinin nafakasını sağlamak isteyenlerdir. Kısacası emeğine ve ürününe saygı duyan ve sahip çıkmak isteyen insanlardır büyük kesimiyle...

İşte kolcular bunları arar, kovalar, bulur ve vurulardı.

Kurbanlarının sayısının 20 bin civarında olduğu söylenir.

Bir diğer rakam da şu:
Regie İdaresi 1912 yılında biten 30 yıllık imtiyaz süresinde kendisi 33 milyon lira kar sağlamış, buna karşılık Osmanlı hükümetine kar payı olarak sadece ve sadece 908.206 lira ödemiştir...

Devletin maliyesi nasıl Düyun-u Umumiye’nin yönetimindeyse, bekası da kah İngiliz’in, kah Alman’ın politik hesaplarına göre bazen birinin bazen de diğerinin politikasına bağlı ve bağımlıdır. Bunun adına da denge siyaseti denmektedir. Bu öylesine bir garip denge siyasetidir ki, Attila İlhan bir dönem sonrasını anlatırken ‘ mülk Osmanlı’nın amma Alaman’ın elinden İngiliz alır’diyecektir.

28 Temmuz 1914’de bir Sırp milliyetçisi’nin Avusturya-Macaristan Veliaht prensini vurmasıyla çıkan Birinci Dünya Harbi Osmanlı İmparatorluğunu işte bu şartlar altında yakalamış ve 4 yıllık amansız boğuşma sonunda sadece imparatorluk topraklarının çok büyük kısmını almakla yetinmemiş, aynı zamanda imparatorluk ahalisinin elinde avucunda kalan ne varsa, para, pul, üst baş, yiyeceğine, içeceğine ve hatta umutlarına kadar alıp götürmüştür. Yoksulluğun her türlüsü kötüdür ama en kötüsü de bu , yani umut yoksulluğu olsa gerektir.

Bana göre, Mustafa Kemal’in Havza yolunda karşılaştığı ve ‘ benim vatanım aha bu tarladır, düşman buraya gelinceye kadar benden bir şey bekleme, paşam’ diyen köylünün bu sözleri tüm Anadolu’daki yorgunluğun, çaresizliğin ve bezginliğin bir işaretidir.

Belki uzun bir giriş oldu ama 19 Mayıs 1919’daki genel durumu, yani meşhur deyimle ‘vaziyet ve manzara-i umumiyeyi’ anlamak için de gereklidir.

Toynbee ‘ günümüzde uçak ve füze ne ise eski zamanlarda da at o idi’ der. Atı ilk ve en iyi eğiten milletin de Türkler olduğunu kaydeder.

İşte o yüzden ve diğer başka nedenlerden dolayıdır ki Türkler, son zamanların çok popüler ve bir yönüyle de o kadar gerçekçi deyimiyle ‘ şu çılgın Türkler’ 85 milyon kilometrekarelik eski dünyanın 55 milyon kilometrekaresinde uzun süre yönetici ve yönlendirici güç olarak hüküm sürmüşlerdir.

16. asra Türk asra TÜRK ASRI derler . O asırda yeryüzünün en büyük beş devletinin üçü, Osmanlılar Safeviler, Babürlüler Türk’tür. Batılılar Osmanlılara Grand Türk, Safevilere de Petit Türk derler.

Biz Türkler bununla haklı olarak övünebiliriz. Ama nereden nereye, niye ve nasıl geldik sorusunu sormaz, tarihi gerçekçi bir gözle irdelemez ve gerekli dersi çıkartmazsak bu övünç yerini üzüntüye ve hatta utanca da bırakabilir.

Bunun yani bir zamanlar bilinen dünyanın yarısından fazlasında hakim olmanın dünden bugünlere taşınan ve kaçınılmaz bir şekilde yarınlara da taşınacak artıları olduğu gibi eksileri de olacaktır.
Her Türk aydını tarafından iyi bilinmesi gereken eski tabirle Şark Meselesi, yeni tabirle de Doğu Sorunu denen sorun da bunlardan birisi ve belki de birincisi ve en önemlisidir. Uzun ve ayrı bir, yazının, sohbetin, konferansın ve hatta panelin konusu olacak olan Şark Meselesi kısaca ‘ TÜRKLERİN AVRUPA ve ANADOLU’DAN ÇIKARTILMALARI’ sorunudur.

Bu sorun bu kelimelerle ilk defa 1815’lerde dile getirilse de Malazgirt’ten beri vardır ve Batıda hala birçoklarının kafasında tüm tazeliği ile yaşamaktadır.

Şark Meselesi’nin yüksek sesle dile getirildiği 19. asra adım attığımız günlerde artık Türklüğün o eski gücünden ve ihtişamından söz etmek mümkün değildir. Türk yıldızı her tarafta kararmaktadır.

Timurlular yani Babür İmparatorluğu tarih sahnesinden çekilmiştir. Yönetimi Safevi hanedanından Kaçar Hanedanına geçen İran Türklüğü dünya siyasetindeki önemini kaybetmiştir. Batı Türklüğünün temsilcisi Osmanlı ise savaştan savaşa koşmakta ve hemen hepsinde biraz daha insan ve biraz daha toprak kaybederek gerilemektedir.

Ve onlar yani sanayi devrimini yapmış, ekonomisi ve ordusu daha güçlü olanlar hızla ilerlemektedir. Bu ilerleyiş dünyanın geri kalmış her tarafında İngilizler, Fransızlar, Portekizliler, Hollandalılar ve diğerleri arasında amansız bir yarışa dönmüştür.

O yıllarda bile hala büyük, bereketli ve stratejik topraklara sahip olan Osmanlı İmparatorluğu’nun bu paylaşım yarışı ve savaşının dışında kalması, kalabilmesi düşünülemezdi. Öyle de oldu.

1914 Temmuzunda bir Sırp Milliyetçisinin Avusturya veliaht prensini vurmasıyla başlayan 1.Dünya Harbi aslında bir paylaşım harbidir ve bu harbin ana hedeflerinden birisi de Osmanlı topraklarıdır.
Biz Türkler bu savaşa çaresiz girdik, dört yıl süreyle herkesi şaşırtan bir direnç, fedakarlık ve kahramanlıkla savaştık.Övünebiliriz, hakkımızdır; ama yenilerek çıktık. Mağlupların kaderi acıdır... Bizimki de öyle oldu.

İmparatorluk coğrafyasının büyük kısmını düşman elinde bıraktık. Bizim dediğimiz Rumeli’yi, mukaddes bellediğimiz Mekke ve Medine’nin de içinde bulunduğu Arap yarımadasını, tüm Ortadoğu’yu...

Ama daha önemlisi bu toprağın altında veya üstünde ölü, yaralı, esir, kayıp, yorgun ve bitkin bıraktığımız zaten kıt olan insanımızdır.

1914 yazında Cihat-ı Mukaddes ilan ettiğimizde 2. 850. 000 insanı silah altına aldık.

Bunun yaklaşık 500.000 şehit , yine bir o kadarı esir ve kayıp, kalanının ise yine yaklaşık 1.000.000’u da ya yaralı ya da sakattır.

Anadolu kadını erkeksiz, Anadolu bebesi babasız, Anadolu toprağı tohumsuzdur. Kadın sevilmek, bebe korunmak, toprak ekilmek için erkek eline, erkek gönlüne hasrettir.

Yeri gelmişken söylemek ve hakkını teslim etmek gerekir ki Anadolu kadını bir mukaddes kadındır.
O Anadolu kadını ki, tam bin yıl erkeğini en ufak bir şüpheye düşürmeden vatan müdafaasına göndermiştir, ersiz kalmıştır, evsiz kalmıştır, ama asla arsız, ırsız,iffetsiz kalmamıştır.
Mübarektir, eli öpülesidir.

Başta Milli Mücadelenin kahramanları olmak üzere tüm kadınlarımıza şükranlarımı sunuyorum.
Savaş acılarla, kayıplarla dört yıl sürer ve 30 Ekim 1918 günü imzalanan ateşkes anlaşmasıyla sona erer. O akşam Limni Adası’nın ufkunda batan güneş sadece günün değil, Osmanlı İmparatorluğu’nun bitişine de şahitlik etmektedir.

O güneşle birlikte bir koca imparatorluk da batıyordu.

Güneş ertesi günü yine doğacaktı ama imparatorluk bir daha asla doğmayacak, doğamayacaktı.

Mondros silah bırakışmasının –bugüne de pek yabancı gelmeyen ve bugüne de çağrışımlar yaptıran- ana esasları şunlardır:
1-Çanakkale ve İstanbul boğazları açılacak ve bütün istihkamlar
müttefiklere teslim edilecektir.
2-Türk donanması teslim edilerek bir limanda tutuklu bulunacaktır.
3-Osmanlı yönetiminde bulunan bütün liman ve demiryollarından itilaf devletleri yararlanacaktır.
4-Toros tünelleri itilaf devletleri tarafından işgal edilecektir.
5-Telsiz, telgraf ve kablolar İtilaf devletlerinin memurları tarafından denetlenecektir.
6-Bütün demiryolları İtilaf devletlerine verilecektir.
7-Müttefikler emniyetlerini tehdit edecek bir durum karşısında herhangi bir askeri noktayı işgal etmek hakkına sahip olacaklardır.
8-Osmanlı Ordusu derhal terhis edilecek ve silahları İtilaf devletlerinin denetimi altında belili yerlerde depo edilecektir.

MERAK EDİLEN SORU ŞUYDU: ACABA İMPARATORLUKLA BİRLİKTE TÜRK GÜNEŞİ DE BİR DAHA DOĞMAMAK ÜZERE BATMIŞ MIYDI?
Batının ve cihanın beklediği cevap gecikmedi. HAYIR BATMAMIŞTI, BATMAYACAKTI...

Daha 1919’un Şubat’ında, İzmir’in işgali konuşulmaya başlayınca gazeteci Hasan Tahsin köşesinden
‘ BU VATAN YA BİZİMDİR YA HİÇ KİMSENİN. ONU ANCAK ALLAH’A TESLİM EDERİZ. O DA İNSANSIZ OLARAK’ diyordu.
Hasan Tahsin blöf yapmıyordu, inanmadığını yazmıyordu.

Türkler tarihlerinde başka yenilgiler de yaşamışlardır ama ilk defa anavatanlarını ve bağımsızlıklarını kaybetme tehlikesiyle karşılaşıyorlardı. Bunu anlamaları ve kabullenmeleri, hazmedebilmeleri kolay değildi ve düşünülemezdi.

Nitekim Yunan Efzun birliklerinin Kordon’da karaya ayak basmalarından daha birkaç dakika sonra ilk silah patladı, ilk kurşun sıkıldı ve ilk şehit verildi. Silahı sıkan, tabancasındaki tüm mermileri boşalttıktan sonra -belki de kaçamayacağını bildiği için- kaçmamıştır. Bedeni düşman süngüleriyle önce delik deşik daha sonra da paramparça edilmiştir. Naşı ve mezarı yoktur o ilk şehidin.
Konak Meydanını süsleyen heykelinin kaidesinde ise HASAN TAHSİN yazar...

Hani şu
‘ BU VATAN YA BİZİMDİR YA HİÇ KİMSENİN’
DİYEN, DİYEBİLEN GAZETECİ HASAN TAHSİN VAR YA, İŞTE BU ŞEHİT O GAZETECİDİR...
NUR İÇİNDE YATSIN...

Yunan hırsı, Yunan kini Hasan Tahsin’i öldürmekle, delik deşik etmekle dinmez; Yunan süngüleri o gün hiç durmaz: Kadın, erkek, genç ,ihtiyar, çoluk çocuk, asker sivil önüne kim gelirse batar çıkar, tekrar batar, tekrar çıkar...

Saat 10 sularında Basmahane Postanesinden ismi belirsiz bir görevli bir sonraki menzile iki satırlık şu metni teller:

‘ YUNANLILAR İZMİR’İ İŞGAL ETTİLER...
FECİ KATLİAM YAPIYORLAR...
VATAN ORDUSU İMDADA YETİŞ...
BU TELGRAFI ALAN ARKADAŞ BİR SONRAKİ MENZİLE YETİŞTİR...
ALLAHINA, NAMUSUNA, ERKEKLİĞİNE HAVALE...’

Telgraf bu kadardır...Belli ki, postane işgal edilmiştir ve tahmin edilir ki, bu telgrafı çeken görevli de şehit edilmiştir.

Ama bu yarım metin bu haliyle hep bir sonraki menzile iletile iletile, tüm telgraf istasyonlarına uğraya uğraya, uğradığı her yerde yürekleri yaka tüm Anadolu’yu dolaşır.

Anadolu yorgundur, Anadolu yoksundur, Anadolu’da para yoktur, Anadolu’da asker ve hatta insan yoktur ama hala canlı bir iman ve inanç vardır. Bu iman ve inanç sahiplerinin gayretleri vardır. Ama bunlar dağınıktır. Birbirinden bağımsız ve habersizdir. Ufukları dar, hedefleri küçüktür. Herkes kendi ilini, ilçesini koruma gayretindedir.

En geniş ufukluları Trakya ve Paşaeli Müdafaa-i Heyet-i Osmaniye Cemiyet-i ile Şarki Anadolu Müdafaa-i Hukuk-u Milliye Cemiyetleridir. Birisi Trakya’nın, diğeri ise tüm Doğu Anadolu’nun bağımsızlığını hedef alır. Ancak o kadar...Anlayın gerisini...

Bütün bu gayretleri, bütün bu irili ufaklı kuruluş ve gurupları, gurupçukları derleyip toparlayacak, bütün bir vatanı kucaklayacak bir görüş etrafında planlı programlı bir hedefe yöneltecek bir iradeye, bir bilgiye ve bir zekaya ihtiyaç vardır...

KISACASI
BİR BÜYÜK LİDERE,
BİR BÜYÜK KUMANDANA
BİR BÜYÜK DEVLET ADAMINA
İHTİYAÇ VARDIR...
O KUMANDAN,
O LİDER,
O DEVLET ADAMI çok uzaklarda değildir, Bandırma Vapurunun kah kamarasında, kah güvertesinde kah derin düşüncelerde kah kurmay heyetiyle bir vatan haritası üstünde fikir alış verişindedir.
O SARI PAŞADIR...
O ÇANAKKALE KAHRAMANIDIR...
O YILDIRIM ORDULARI GURUP KOMUTANIDIR...
•9.ORDU KITAATI MÜFETTİŞİ,
•YAVER-İ HAZRET-İ ŞEHRİYARİ MİRLİVA
MUSTAFA KEMAL PAŞADIR...

Ve Yunan’ın İzmir’e çıkışından, daha doğrusu çıkartılışından sadece 1 gün sonra İstanbul’dan yola çıkacak ve 3 gün sonra Samsun’da şu bir zamanların sahil kenti, bizim kentimiz Samsun’da mübarek Anadolu topraklarına ayak basacaktır.

Samsun’a gelişinin öyküsü uzundur, bir başka yazı, bir başka sohbet ve hatta panel konusudur.
Samsun’dan Ankara’ya gidişinin öyküsü de uzundur ve bu işte bu yazının konusudur. Ancak o gidiş öylesine büyük ve önemli bir gidiştir ki, değil bir, değil bin, belki de on bin, yüz bin yazıya, sohbete, panele konu olacaktır, kaynaklık edecektir. Tarihimizi öğrenmek, anlamak ve ondan ders çıkartmak istiyorsak eğer olması gereken de budur.

Mirliva Mustafa Kemal’in Samsun’a ayak bastığı günlerde durum ve vaziyet kendi ifadesiyle şöyledir:
‘ 1919 senesi Mayısının 19 uncu günü Samsun’a çıktım. Vaziyet ve manzara-i umumiye:

Osmanlı Devletinin dahil bulunduğu gurup Harb-i Umumide mağlup olmuş, Osmanlı ordusu her tarafta zedelenmiş, şeraiti ağır bir mütarekename imzalanmış.

Büyük Harbin uzun seneleri zarfında, millet yorgun ve fakir bir halde...

Saltanat ve hilafet mevkiini işgal eden Vahdettin, mütereddi,şahsını ve yalnız tahtını temin edebileceğini tahayyül ettiği deni tedbirler araştırmakta. Damat Ferit Paşanın riyasetindeki kabine; aciz, haysiyetsiz, cebin, yalnız padişahın iradesine tabi ve onunla beraber şahıslarını vikaye edebilecek herhangi bir vaziyete razı...

Ordunun elinden esliha ve cephanesi alınmış ve alınmakta...

İtilaf donanmaları ve askerleri İstanbul’da. Adana vilayeti Fransızlar; Urfa, Maraş, Ayıntap İngili,zler tarafından işgal edilmiş. Antalya ve Konya’da İtalyan kıtaat-ı askeriyesi; Merzifon ve Samsun’da İngiliz askerleri bulunuyor....’

Bu uzun bir açıklamadır, hepsini buraya almamız imkansızdır ama bu girişten sonra zaten gereksizdir de. Çünkü bu giriş her şeyi anlatmaya yetmektedir.

Bugün Samsun-Ankara arası 440 kilometredir ve yaklaşık 5 saatlik bir yoldur. Samsun-Kavak- Havza- Merzifon- Çorum- Sungurlu ve Kırıkkale’den geçen bu yol asfalttır, düzdür, engebesiz ve güvenlidir. Bazı hızlı Türkler bu mesafeyi 4 saatte, bazı çılgın Türkler ise 3 ve hatta 2.5 saat almaktadırlar.

Mustafa Kemal ve arkadaşlarının yolu çok daha dolambaçlı, çok daha engebeli ve üstelik güvensizdir. Bu yolun yolcuları Havza’dan sonra bildiğimiz güzergahtan ayrılır Amasya- Tokat- Sivas-Erzincan üzerinden Erzurum’a varır, orada şöyle bir soluklanır, orada şöyle bir derlenir toparlanırlar.

Ama oraya varmadan önce Havza ve Amasya’da kısa molalar vardır. Mustafa Kemal Türk’ün varolma ve bağımsız kalma iradesini ilkin buralarda dile getirir. Ali Fuat Cebesoy, Rauf Orbay ve Refet Bele ile birlikte imzalayıp yayınladıkları Amasya Tamiminde ‘ VATANIN BÜTÜNLÜĞÜ, MİLLETİN İSTİKLALİ TEHLİKEDİR... MİLLETİN İSTİKLALİNİ GENE MİLLETİN AZMÜ KARARI KURTARACAKTIR denilmekte ve bunun için ‘ HER TÜRLÜ TESİR VE KONTROLDEN UZAK BİR MİLLİ HEYETİN KURULMASI’ önerilmektedir. Lütfen bu öneriyi bir kenara not ediniz. Bu ilk adımdır, önemlidir ve bundan sonraki adımların da habercisidir.

23 Temmuz 1919’da Erzurum Kongresi diye bildiğimiz Şark Vilayetleri Kongresi toplanır. Bu kongre 15. Kolordu Komutanı Kazım Karabekir Paşa’nın öncülüğünde o zaman Vilayet-i Şarkiye denilen Doğu Anadolu vilayetlerinin ve Trabzon ile Canik Sancağının Rum ve Ermenilere verilmek istenmesini engellemek için toplantıya çağırılmıştır.

Mustafa Kemal Erzurum’da ‘ sine-i millette yani milletin bağrında bir nefer olarak mücadele edeceğini’ belirterek Osmanlı ordusundaki askerlik görevinden istifa eder. Kongre başkanı seçilir ve kongreden kongre adına karar vermek üzere Heyet-i Temsiliye adı altında bir yürütme organı, tabir yerinde ise bir bakanlar kurulu çıkartır. Heyet-i Temsiliye’nin başkanı da kendisidir.

Bu organ seçilmiş bir organdır, yetkisini kongreden almaktadır ve kongreye karşı da sorumludur.
Bu Atatürk’ün çok önem verdiği ve bizim de üzerinde çok durmamız gereken en büyük özelliğidir.

YETKİYİ MEŞRU ORGANLARDAN ALMAK VE BU YETKİYİ ESASLARI, SINIRLARI VE YÖNTEMLERİ ÖNCEDEN BELİRLENMİŞ BİR ŞEKİLDE KULLANMAK...

KISACASI MEŞRUİYET İÇİNDE OLMAK...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder