28 Eylül 2015 Pazartesi

1919 Yılı Samsun Panoraması


Samsun, güzel Samsun, eskiden beri çileli bir şehirdi. Buğday yetiştirecek tarlaları kıttı. Mısır yetiştirecek suyu yoktu. Doksan üç savaşında Kırım'dan gelen göçmen Tatarlar, bu şehri ilk kez adamakıllı darlığa düşürmüştü. Deniz kıyısının gümüş kumsalları üzerine kurulan şerit gibi bir sıra tahta barakalarda barınan Kırımlılar, halleri vakitleri biraz düzelince Samsun'un yamaçlarındaki Rum ve Ermeni mahallelerine yakın yerlerde küçük tuğla evler yapmış, deniz kıyısını boşaltıp gitmişlerdi.

Arkasından Balkan Savaşı çıktı. Samsun, bir kez daha göçmen kafileleriyle dolup taştı. Bu aç, yoksul, kırmızı kuşaklı, yeldirmeli, sarışın Avrupalı kardeşler, yoksul Samsun'un güzel görünüşüyle bir türlü doyamadılar. Tatar kardeşlerinin boşaltıp kaçtığı evlerde açlıktan ve hastalıktan kırılıp giderken Birinci Dünya Savaşı çıktı. İşte, o zaman çileli Samsun, en korkunç günlerini yaşamaya başladı.

Rus ordularının eline geçen Trabzon bölgesi insanları, göçmen olup yollara düştüler. Tifüsten, koleradan, veremden ve sıtmadan kırıla kırıla Samsun'a vardılar. Öldürücü hastalıklar, açlıktan bir deri bir kemik kalmış Samsunluları sinekler gibi kırıp geçirmeye başladı. Rumlar ve Ermeniler, Samsun'un bu mutlu ve zengin insanları, daha önce itilâf hükümetlerince kötü yollarda Türkiye aleyhine kullanılmak istendiklerinden yerlerinden oynatılmışlardı. Şehrin nüfusu çoğalır gibi oluyorsa da, her gün yüzlerce ölü taşıyıp kazılmış çukurlara atan çöp arabaları, bunların sayısını azaltıp duruyordu. Yeni doğmuş yavrular, sütsüzlükten çabucak dönülmez yolculuğa çıkıyor, erkekleri cephelerde can veren ev kadınları, ölü çocuklarını, bahçelerinde, ya da sahipsiz topraklarda kazdıkları çukurlara gömüyorlardı. Takatsiz mezar işçileri, derin çukurlar kazamadığından ölüler aç köpeklerin pençeleriyle çıkarılıp parçalanıyor ve iştahla yeniyordu. Issız mezarlıklarda sahipleri kaybolmuş sürülerle köpek, karanlık geceleri korkunç ulumalarıyla dolduruyor, mezbahanın dolaylarında yuvalanmış serseri köpekler, kudurarak hem birbirlerini, hem de oradan geçen yolcuları parçalıyorlardı. Ormanlarda da kudurmuş kurt, çakal ve tilkiler dolaşıyor, yolları şehre uğrayınca köpeklerle bir ölüm dirim savaşına tutuşuyorlardı.

Samsun Belediyesi, kuduzun önüne geçmek için on yaşındaki çocukların eline zehirli et parçaları veriyor, her yanda zehirlenmiş köpekler, kıvranıp duruyor, kuduz salgınının ve köpek ulumalarının ardı arkası bir türlü kesilmiyordu.

Bu da yetmiyormuş gibi Rus savaş gemileri, çileli Samsun'u kaç kez topa tutmuş, birçok canlara kıymış ve yoksul halkın yüreğini ağzına getirmişti.

Birinci Dünya Savaşı'nın sonlarına doğru Samsunlular, tam anlamıyla bitkin bir haldeydiler. Rusya'da patlayan Bolşeviklik ihtilâli, Trabzon bölgesinden Rus ordusunun çekilip gitmesini sağlamış ve oradan gelmiş olan göçmenlerin sağ kalanları memleketlerine dönmüşlerdi. Yalnız, dağlarda Pontosçu Rum çeteleri kuvvetlenmeye başlamış, şehri çepeçevre çevirmişlerdi. Suyu, Murat ırmağının kaynaklarına yakın yerlerden kapalı harklar yoluyla gelen Samsun halkı, yeni bir korkuyla karşı karşıya gelmeye başlamıştı. Halk, aç olduğu gibi susuz da kalmaya mahkûm olmanın yolu üzerindeydi. Her gün, halkın
ağzında dolaşan söylentilere göre Rum ve Ermeni çetelerinin suları zehirleyeceğinden korkuluyor, bu yüzden birçok günler halk, susuz kalmak pahasına çeşmelerden su doldurmaktan çekiniyor, şurdaki burdaki su sızıntılarından yararlanarak su gereksinimini gidermeye çalışıyordu.

Şehrin bütün işe yarar erkekleri Enver Paşa'nın Allahüekber dağlarından aşırmaya çalıştığı o yüz bin kişilik «meşhur» ordu ile kar fırtınaları içinde, ya da Muş'ta, İran, Ermenistan sınırlarında ve karlı buzlu Erzurum yaylalarının korkunç soğuğu altında donmuş, yeryüzü güneşinin tatlı ışıklarından ve yeşil köylerinin mutlu güzelliklerinden yoksun bir karanlığa gömülüp gitmişlerdi. Şehrin bedel verebilen varlıklı birkaç bin kişisinden gayrı her ev, erkeklerinin en yiğitlerini o sonsuz karanlığa yolcu etmiş, şimdi de kimsesiz ve umarsız, açlığın, hastalıkların, zehirlenmek, dağda bayırda tutulup öldürülmek korkusunun elinde yardımsız kalmış inleyip duruyorlardı.

Cephelerde, ancak çoluk çocuklarını felâketlere emanet edebilmek için can veren yiğit Samsun erkeklerinin çocukları, sokaklardan toplanarak Ermeni mahallesinin boş okul ve evlerinde kurulan Darüleytam adlı öksüz yurtlarına doldurulmuş, bu kez de orada açlık ve yoksulluktan öldürülmek üzere yüzüstü bırakılmışlardı. Ayrı ayrı iki Darüleytam'da kız ve erkek olarak iki bin çocuk kapatılmış, sadece umutla yaşatılmaya çalışılıyordu. Açlıktan ne yapacağını şaşırmış bu çocukların en güçlüleri, en acar ve afacanları duvarlardan atlayarak hırsızlıkla karnını doyurmak için şehre dağılıyor, tutularak yeniden getiriliyor, ya da açlık şehitlerinin çocukları Darüleytamların sayısını arttırmak üzere toplanıp buraya depo ediliyordu. Bin öksüz kızın sayısı son günlerde hızla azalmaya başlamıştı.

Şehrin paralı erkekleri için bunlar ucuz birer zevk matahı haline geldiğinden bol bol evlâtlık alınıyordu. Gözü açık kimi kadın ve erkek kişilerin elinde bir gelir kaynağı haline getiriliyorlardı. Savaş bitip de hükümet büyükleri sınır dışına kaçtıktan sonra, Darüleytamlar birdenbire bir maden ocağı gibi çökmüştü. Bin kızdan kala kala yirmi otuz kişi, erkek öksüzlerden de yüze yakın çocuk kalmıştı. Ancak, Darüleytamları besleyen tahsisat birdenbire kesilmiş, İstanbul'dan, Rusya'dan ve dağ başlarından dönen Rumlar ve Ermeniler, eski evlerine, kiliselerine, okullarına sahip çıkmaya, Türk öksüzlerini kapı dışarı ederek buralara Rum ve Ermeni öksüzlerini yerleştirmeye başlamışlardı. En son kalan kırk elli kişilik bir çocuk grubunu açlıktan kurtarmak üzere Samsunlu tüccarlar davranmış, onların başlarına Cevat adlı genç bir adam koymuş, yiyecek ve içeceklerini vererek onları ölümden kurtarmaya çalışmışlardı.

İşte. Mustafa Kemal, Samsun'a ayak bastığında, dört korkunç savaş yılında can veren sayısız Türk askerinin öksüzlerinden arta kalan birkaç kız ve erkek çocuk, belediyenin karşısındaki medreseye kapatılmış durumdaydı.
KAYNAK: Kutsal İsyan-II, Hasan İzzettin Dinamo, Tekin Yayınevi 1986, Sayfa:58-61