2 Aralık 2008 Salı

Sergi; Belge ve Fotoğraflarla Samsun Tarihi(1870-1930)



Samsun 75.Yıl Kültür Merkezi Sergi Salonu’nda “Belge ve Fotoğraflarla Samsun Tarihi (1870–1930)” adlı sergi Büyükşehir Belediye Başkanı Yusuf Ziya Yılmaz tarafından açıldı. Serginin açılış töreninde konuşan Yılmaz, sosyal belediyecilik anlayışının ön plana çıkartılacağını söyledi

Samsun Büyükşehir Belediyesi tarafından gerçekleştirilen “Belge ve Fotoğraflarla Samsun Tarihi (1870–1930)” adlı sergi 75. Yıl Kültür Merkezi Sergi Salonu’nda açıldı. Samsun’un tarihi dokusunu, gerek fotoğraflarla gerekse belgelerle gün yüzüne çıkarmak amacıyla açılan sergiye Samsun Büyükşehir Belediye Başkanı Yusuf Ziya Yılmaz, Sahil Güvenlik Komutanı İlyas Koçak, Sağlık İl Müdürü Mustafa Kasapoğlu ve çok sayıda davetli katıldı.

SOSYAL BELEDİYECİLİK YAPACAĞIZ
Sergi hakkındaki düşüncelerini açıklayan Yılmaz, mühendisliğe dayalı belediyeciliğin yerine sosyal belediyeciliğin ön plana çıkartılacağını söyledi. Sosyal ve kültürel faaliyetlere önem vereceklerini ifade eden Yılmaz, “Biz artık mühendislik belediyeciliğini geri plana atmak ve sosyal belediyecilik yapmak istiyoruz çünkü artık sosyal belediyecilik ön plana çıktı. Sosyal belediyecilik insanların tamamen kendilerine yönelik yapabileceği faaliyetler demektir. Kent turizmini canlandırmak, sosyal ve kültürel faaliyetlere ağırlık vermek, sanatsal etkinliklerle şehri canlandırmak ve kültür seviyesini yükseltmek bizim görevimizdir” dedi.

Samsun’un 1870–1930 yılları arasında çekilmiş çok sayıda fotoğraf ve yazılı belgelerinin gösterildiği serginin açılışı müzik ve slayt gösterileri eşliğinde yapıldı. Sanatseverler tarafından sergi 10 Aralık Çarşamba gününe kadar ziyaret edilebilecek. 
(Halk Gazetesi)

22 Kasım 2008 Cumartesi

Bandırma Vapuru'nun Pusulası Bozuk, Kaptanı Acemi miydi?



16 Mayıs 1919 İSTANBUL
Mustafa Kemal Paşa, Yıldız’da Hamidiye Camii’ndeki Cuma Selâmlığı’ndan sonra Mahfil-i Hümayun’da Padişah Vahdettin tarafından kabul edilmiştir. Cuma Selâmlığı’ndan sonra Şişli’deki evine dönmüştür.


Çeşitli kaynaklarda, Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a gidişine  bir esrarengiz hava vermek amacıyla, Bandırma vapurunun pusulasının bozuk, Kaptan İsmail Hakkı (Durusu ) Bey’in , Karadeniz’e ilk defa çıkan acemi bir kaptan olduğu ileri sürülür.

Gerçekte, ne geminin pusulası bozuk, ne de kaptan acemiydi.

Bandırma Vapuru’nun Kaptanı İsmail Hakkı Durusu, 1871 yılında, Kayseri’nin Zincidere beldesinde  dünyaya gelmişti.

Babası Kaptan Hacı Ahmet Efendi’dir.

İsmail Hakkı, 1891 yılında “ Leyli Ticari Bahriye Mektebi”ni bitirdi.

Bir yıl sonra, 24 Mart günü Kayseri Vapuru’nda stajyer kaptan olarak göreve başladı.

Daha sonra sırasıyla “ Bahri Cedid “ ( 1892),

“ Dolmabahçe” ( 1892 ),

“ Ali Saib Paşa” ( 1893 ) gemilerinde üçüncü kaptanlık yaptı.

İkinci Kaptanlığa terfi ettikten sonra “ Şeref “(1897), “ Medine”( 1897), “ Mekke”( 1899), “ Selanik”(1900), “ kaplan”( 1900), “ Sakarya “ ( 1901) gemilerinde çalıştı.

1905 yılında hastalandığından bir süre denizlerden uzak kaldı.

İsmail Hakkı Kaptan, “ Bahri Cedid” ( 1905), “ Sakarya” (1907), “ Kaplan” (1907) gemilerinde İkinci Kaptan olarak hizmet yaptıktan sonra, 1 Nisan 1915 günü Doğan Vapuru kaptanlığına atandı. Ancak, aynı yıl içinde bu vapur, bir fırtına sırasında Marmara Denizi’nde battı.

Kaptan İsmail Hakkı Bey, Osmanlı Seyr-i Sefain İdaresi’nce  suçlu bulunarak açığa alındıysa da, kısa süre sonra kusuru olmadığı anlaşılınca, yeniden göreve başladı.

Bu kez Ankara Gemisi İkinci Kaptanı oldu.

5 yıl Karadeniz’de sefer yaptı.

1919 yılının 1 Mayıs günü, bu kez Bandırma Vapuru kaptanlığına getirildi.

Bandırma Vapuru’nun Kaptanı iken tarihe geçen ve bu tarihi seferi yaparken 27 yıllık denizci olan İsmail Hakkı Bey, 1922 yılının 10 Ağustos günü yaş haddinden emekliye ayrıldı.

Soyadı kanunu çıkınca, DURUSU soyadını aldı.

Ömrünün son yıllarını Kasımpaşa Çiviciler Mahallesi’ndeki  üç katlı ahşap evinde geçirdi.

Kuş beslemek, bahçedeki çiçeklerle uğraşmak onu dinlendiriyordu.

Atatürk, Kurtuluş Savaşı’ndan  sonra ilk kez geldiği İstanbul’da, 1 Temmuz 1927 günü olağanüstü bir coşkuyla karşılanırken , ilk işlerinden biri  kaptanı aratıp buldurmak olmuştu. Yaverini göndererek onu Dolmabahçe Sarayı’na çağırttı.

Ancak Hakkı Durusu Kaptan, ziyaretinin yanlış anlaşılacağından, yaptığı hizmet için para ya da ihsan isteyeceğinin zannedilmesinden korkuyordu.

O yıllarda, geminin mürettebatından biri, aldığı emekli aylığıyla geçinemediğini belirterek  Atatürk’e başvurmuş ; Atatürk,onun bu isteğini geri çevirmemiş ; Denizyolları’ndan aylığının 25 liraya çıkarılmasını istemişti. 25 lira o dönem için büyük paraydı. Kaptanın aylığı ise 8 liraydı.

Bu parayla geçinmek zordu. Yakınlarından bazıları bu durumu bildiğinden “ Atatürk’e git…Seni ihya eder” diye kandırmaya çalıştılar.

Ama Kaptan bu istekleri reddetti.

Atatürk, daha sonraki gelişlerinden birinde daha onu çağırttı. Ne var ki, bu kez de kaptan rahatsızdı, gidemedi.

İsmail Hakkı Durusu Kaptan, 22 Aralık 1940 günü, 69 yaşındayken aramızdan ayrıldı.

Feriköy Mezarlığı’nda toprağa verildi.

19 Mayıs 1998’de, İstanbul’da, bir gemiye adı verildi.


16 Mayıs 1919 günü İstanbul’dan Samsun’a hareket eden Bandırma Vapuru’nun  personelini de  bu arada saygı ve rahmetle anmak gerekir.


Bandırma Vapuru küçük bir gemi değil, sanıldığından daha büyük ve konforlu muydu?

Değişik zamanlarda, değişik yayın organlarında Bandırma Vapuru ile ilgili çeşitli yayınlar yapılmış, çeşitli iddialar ortaya atılmıştır.

Ortaya atılan ilgi çekici bir iddia da şu şekildedir:

“Atatürk’ün, Padişah Vahdeddin’e rağmen, 1919 yılı Mayıs’ında Karadeniz’e giderek kurtarma hamlesinin ilk vuruşunu yaptığı da, hayalhanede uydurulmuş ayrı bir masaldı. Çünkü Atatürk, Sultan tarafından görevlendirilmiş, yanına, Teşkilât-ı Mahsusa’dan yedi tane subay verilmiş, gitmesi için özel yatını tahsis etmişti.

Gerçekte Osmanlı limanlarına kayıtlı Bandırma Vapuru diye bir gemi yoktu, hiç olmamıştı. Gemi, padişahın yatlarından biriydi. Padişah, bütün malların, mülklerin tek efendisi olduğu için limanlara kayıtlı değildi. İstanbul’u işgal altında bulunduran İngilizler, ‘Saray Anadolu’ya asker gönderiyor’ demesin diye üstüne ‘Bandırma Vapuru’ adı yazılmıştı."

Şimdi, "Ben bu sözün neresini düzelteyim?" diye bir söz vardır ya, işte buna tam uyuyor.

Ne yazık ki, hiç bir belgeye dayanmayan, tamamen hayal gücüyle yazılmış  böyle saçma iddialar, rağbet buluyor, inanılmaz ama kabul görüyor.

Bir ara, vapurun boyunun   236 metre olduğu bile dile getirilmişti.

Örneğin, bir televizyon programında, Mustafa Kemal Paşa’yı Samsun’a götüren Bandırma Vapuru diye büyük bir geminin fotoğrafı gösterilmiş; bu geminin boyunun 236 metre, baca yüksekliğinin 19 metre olduğu ileri sürülmüştü.

(Unutmayalım, dünyanın en büyük transatlantiği olan Queen Elizabeth’in boyu 313  metre; döneminin en büyük savaş gemilerinden biri olan ünlü Yavuz Zırhlısı’nın boyu  186 metre idi.)

Bitmedi..

Ankara’da, 15-23 Nisan 1995 tarihleri arasında yapılan Kitap Fuarı sırasında, değişik yerlere büyük bir geminin afişi asıldı. Afişte büyük harfli “ BİZE  YALAN  SÖYLEDİLER” başlığı altında şunlar yazılıydı:

“ 70 yıllık resmî tarihin kitaplarında, bizlere taka diye öğretilen, pusulası olmayan, kırık dökük, yol iz bilmeyen bir kaptanla yola çıkılan Bandırma vapurunun fotoğrafı ! Osmanlı donanmasına bağlı, 236 metre uzunluğunda, 19 metre baca yüksekliğindeki  bu dev şilep, hiç takaya benziyor mu? Sultan Vahdettin tarafından Kurtuluş Savaşı’nın meşalesini yakmakla görevlendirilen Mustafa Kemal Paşa’ya maiyetiyle birlikte Anadolu’ya geçmesi için tahsis edilen taka, işte bu gemidir.”

Gerçekte, Lloyd sigorta kuruluşunun kayıtlarına göre gemi, 1878’de İskoçya’nın  Paisley bölgesindeki McIntyre kuruluşu tarafından  Hutson and Cardett tezgahlarında 21 numarayla, 279 grostonluk yolcu ve yük gemisi olarak inşa edildi.

Yelken ve buhar donanımlı, demir uskurlu ve 48,9 metre uzunluğunda, 6 metre genişliğindeydi.

Denize indirildiğinde adı “ Trocadero” ydu.

İlk sahibi Dansey and Robinson şirketi gemiyi 1883’te Yunanlı armatör  H. Psicha’ya sattı.

Pire limanına kaydedilen geminin adı, 1885’te “Kyma” ( Yunanca’da - Dalga ) olarak değiştirildi.

1890’da Kaptan Andreadis’in mülkiyetine geçti.

“ Rama P. Derasimo-İstanbul “ kumpanyasına satıldı.

1891 yılında Erdek’te kayalıklara bindirdi.


Kurtarıldığında, İstanbul’da Rama P. Derasemo Vapur kumpanyası tarafından satın alındı.

İstanbul limanına gene Kymi adı ile kayıt ettirilmiş.

1893’te, Osmanlı Devleti’nin  resmi denizcilik kuruluşu “ İdare-i Mahsusa”, gemiyi satın aldı.

İsmi önce “ Panderma” ya, İdare-i Mahsusa 1910’da “ Osmanlı Seyrüsefain İdaresi “ olunca da “ Bandırma’ya çevrildi ve posta vapuru yapıldı.

Mürefte-Şarköy posta seferini yaparken, Silivri açıklarında bir İngiliz denizatlısı tarafından batırıldı.Denizden çıkarıldı, bakımı yapıldı ve tekrar sefere kondu.

İki kez batan, her seferinde yeniden yüzdürülen Bandırma, Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarının Samsun yolculuğuna tahsis edildiği  sırada Haliç’te tezgâhtaydı.

Gemi elden geçirilip, onarıldıktan sonra 16 Mayıs 1919 akşamı, tarihi yolculuğuna başladı.

1924’te Seyr-i Sefain İdaresi Umum Müdürlüğü emrinde, Tekirdağ- Mürefte arası posta vapurluğu yaptı.

1925 yılında arızalandı. Uzun süre  arızası giderilemedi. Kadro harici bırakılarak hurdacılara satıldı.

Ahmet Akyol
(1 Mart 2006)

9 Kasım 2008 Pazar

Samsun'da Öz Türkçe Yer Adları Değiştirilen Köyler


Yer adları, bir toplumun sosyal ve kültürel yapısı ile bulundukları, kullandıkları mekânın tarihî geçmişi ve coğrafî özellikleri hakkında önemli ipuçları verir. Aynı zamanda insanlığın ve uygarlığın izlerini yansıtırlar. Bu bakımdan bir yerin isminin değiştirilmesi, sonuçları itibarıyla halkının göç ettirilmesi kadar vahimdir.


Ancak her şeye rağmen tüm dünyada geçerli olan millî devlet anlayışı, bölücülük ve ülke güvenliği endişeleri zaman zaman hem zorunlu iskânı, hem de yer ismi değişikliklerini gündeme taşımıştır.

Bunun en bariz örneği ise Osmanlının terk ettiği Balkanlar coğrafyasında yaşanmıştır. Söz konusu ülkelere terk ettiğimiz yerlerin sakinleri Türk olsa bile, hemen hemen adı değiştirilmeyen Türkçe yer ismi kalmamıştır. Ülkemizde yer isimlerinin değiştirilmesi konusundaki çalışmalar, Balkan savaşları akabinde ulus-devlet anlayışının geliştiği yıllara kadar gitmektedir. O yıllarda Rumca ve Ermenice yer isimlerinin değiştirilmesi çalışmalarıyla başlayan bu anlayışa, Cumhuriyet döneminde, özellikle de 1940'lardan sonra Arapça, Farsça, Kürtçe, Çerkez ya da Gürcüce dillerindeki yer isimleri de ilave olmuştur. Türkçe olmasına rağmen ekinde Gürcü, Tatar, Laz, Arap gibi kelimeler barındıran köy isimleri de aynı gerekçelerle değiştirilmiştir.

Ancak Anadolu'da hemen hemen bir o kadar da Türkçe olduğu halde değiştirilen yer isimleri mevcuttur. Bunların sebeplerini de birkaç başlık altında toplamak mümkündür.

Birbirine yakın mekanlardaki iki köyün aynı ismi taşıması, anlamları güzel çağrışım uyandırmayan, insanları utandıran, alay edilmesine fırsat tanıyan, gurur incitici kelimelerden oluşması (Çakal, Çürük, Domuzağı, Dönek, Kötüköy, Şeytanabat vb.), adında "kom, oba, mezraa, çiftlik" gibi eklerin bulunması (Akmezraa, Hamidiyeçiftliği, Akkom gibi) Türkçe olmasına rağmen değiştirilmesi için yeterli bir gerekçe olarak ortaya konmuştur. Ülkemizde en yoğun isim değişikliği, Trabzon ve Rize yörelerinde olmuştur. Urfa, Mardin ve Viranşehir bölgeleri de yoğun isim değişikliklerinden nasibini alan bölgelerimizdendir. Bununla beraber Anadolu'nun diğer yerlerinde ve Trakya bölgemizde de isim değişikliklerine tesadüf edilmektedir. Bu çerçevede ülkemizde 12.000 kadar köy adının değiştirildiği bilinmektedir. Bu sayı, tüm köylerimizin % 35'idir.

Samsun ilimizde ise, 2000 yılına kadar değiştirilen köy ismi sayısı 185'tir. Kastamonu ve Sakarya ile beraber ilimizin de içinde yer aldığı guruptaki değişiklikler daha çok basit harf dönüştürmelerinden ibaret kalmışsa da keyfî, bilinçsiz ve bilgisizce yapılan değişiklikler de oldukça yoğundur. Bunun en çarpıcı örneğini geçen haftaki yazımda üzerinde durduğum Badırlı Köyü oluşturmaktadır. İlginçtir, Badırlı'ya oldukça yakın ve yine tarihî kayıtları Badırlı kadar eski ve köklü olan Kadamut ve Gödekli ile yine merkeze bağlı Demircisu köylerinin adları da değiştirilmiştir.

Kadamut; anlam itibarıyla Türk oymak adlarındandır. 600 yıllık geçmişi bulunan bir Türk köyüdür. Osmanlı Arşivi'nde yer alan 1850'li yıllara ait kayıtlarda aynı isimle merkeze bağlı Müslüman köyler arasında görülmektedir. Osmanlı'nın son döneminde Türkçe olmayan yer isimlerini değiştirme çalışmaları esnasında bu köye"Güzelpınar" adı verilmesi önerilmişse de çalışma sonuçsuz kalmıştır. Her nedense Kadamut ismi yakın zamanlarda yine birilerini rahatsız ettiğinden köye "Çatkaya" ismi verilmiştir. Ancak köyde ve civarda yaşayan halk, buranın adını hâlâ KADAMUT olarak telaffuz etmektedir.

Gödekli; yakın zamana kadar Badırlı köyünün bir mahallesi olarak idare edilirken geçen yıllarda köy haline getirilmiştir. Köyün içinde önceden bir demiryolu istasyonu bulunuyor olması nedeniyle de adı, "İstasyonköy" olarak tescillenmiştir. Türkçe'yi yabancı hâkimiyetinden kurtarmak için yoğun çalışmaların yapıldığı şu günlerde bu köyümüzün Türkçe olan adı Fransız menşeli bir isimle değiştirilmesi hayli üzücüdür. Gödek kelimesi küçük, kısa, anlamlarına gelmektedir.

Demircisu; Osmanlı Devleti döneminde Rumların oturduğu, ancak 1924 mübâdele (Nüfus Değişimi) antlaşması ile, bu gün Yunanistan sınırları içerisinde kalan Kayalar kazasından nakledilen mübadillerin iskân edildiği bir köyümüzdür. Osmanlı kayıtlarında da köyün adı -Rumlarla meskun olmasına rağmen- yine Demircisu olarak geçmektedir. Aynı zamanlarda, Rumların yaşadığı çevredeki Kızıloğlak, Demirciköy ve Avdan köylerinin de Türkçe isimlere sahip olması dikkat çekicidir. Yüzlerce yıldır arşiv kayıtlarına Demircisu Köyü olarak giren bu köyümüzün adı, geçtiğimiz yıllarda köyden bazı kişilerin talebiyle "Başkonak" olarak değiştirilmiştir. Köyde tarihî önem taşıyan bir konaklama yeri veya ağa, paşa konağı bulunmamaktadır.
/Mümin YILDIZTAŞ
02.09.2008
myildiztas@mynet.com

Samsun Büyük Camii

Büyük Cami İnşa Ediliyor.



İlimizin simge eserleri arasında önemli bir yer teşkil eden Büyük Cami'nin tarihi hakkında tüm resmî ve gayr-i resmî yayınlarda şu ifadelere yer verilmekedir: "Ulu Camii, Hamidiye Camii, Valide Camii gibi çeşitli adları vardır. 9 Eylül 1884’de Batum’lu Hacı Ali tarafından yaptırılmış, Sultan Abdülaziz’in annesi tarafından onarımı yapılmıştır."

Fakat İlginçtir, Sultan Abdülaziz'in annesi olan Pertevniyal Valide Sultan, bu tarihten evvel yani 5 Şubat 1883 tarihinde vefat etmiştir. Batum'dan Çarşamba'ya göç etmiş bir tüccar olan Hacı Ali Ağa ise, Osmanlı Arşivi kayıtlarında, bu caminin inşaatına yapmış olduğu 120 kuruşluk yardımdan başka 1910 senesinde Çarşamba kaymakamıyla aralarındaki bir sorun sebebiyle yer almıştır. Bununla beraber her iki ismin camii ile birlikte anılmalarına sebep teşkil edecek başka durumların olması gerektiğini düşünüyorum.

Samsun'da büyük bir camiin yapılması fikri resmî olarak ilk defa 1863 yılında Sultan Abdülaziz tarafından Anadolu Canib-i Yesarı (Anadolu'nun Sol Tarafı) Müfettişliği ile görevlendirilen Ali Rıza Paşa tarafından dile getirilmiştir.

Ali Rıza Paşa, burası hakkında İstanbul'a yazdığı raporda, Samsun'un son yıllarda hem imar hem de nüfus açısından gelişmekte olduğunun gözlendiğini, bu bakımda iki minareli, kesme taştan büyük bir caminin de ihtiyaç haline geldiğini söylemekte, bunu şehirde yaşayan Müslümanların yanı sıra şehrin kalkınmasına katkıda bulunacağını düşünen gayrimüslimlerin de dile getirdiğini söylemekteydi.

Paşa, bu raporunda caminin yeri hakkında da aynen bu günkü yerini tarif etmekteydi. Rapora cevap olarak sadrazamlık makamından Anadolu Cânib-i Yesar-ı Müfettişliğine gönderilen yazı da ise bu düşüncenin "pek becâ" (yerinde) bulunduğu söylenerek, yalnız padişah adına henüz İstanbul'da iki minareli bir cami yapılmamış olduğundan cami için keşif defteri hazırlanırken minare sayısı hakkında herhangi bir görüş belirtilmemesi istenmektedir [Bak: Başbakanlık Osmanlı Arşivi (BOA), Sadaret Mektubi Kalemi (A. MKT. MHM), 274/45]. Bilindiği gibi Osmanlı döneminde iki minareli camiler sadece padişah ve ailesi adına yapılabilmekteydi. Bu camiin inşaât masraflarında kullanılmak üzere kale civarındaki devlete ait bazı arazilerin satılması da kayıtlarda mevcuttur (BOA., A.MKT.MHM., 284/37).

Bu iki belgenin dışında 1873 senesine kadar arşiv kayıtlarında Samsun Büyük Camii hakkında herhangi bir belgeye ulaşamadım. Bununla beraber sonraki birçok belgede 1870 yangınında Samsun Cami-i Kebiri'nin (Büyük Cami) de yandığından bahsedildiğine göre, cami inşaatı gündeme gelmesinin akabinde kısa sürede tamamlanmış olmalıdır. Muhtemel ki Pertevniyal Valide Sultanın, camiye ismini verdirecek katkıları da bu dönemde gerçekleşmiş olmalıdır.

Mayıs 1873 tarihinde Sadrazamlık makamından Maliye ve Evkaf (Vakıflar) Nezaretleri (bakanlıkları)'ne yazılan bir yazıda ise,  Samsun'da 1870 yılında yaşanan büyük yangında, kale içindeki Cami-i Kebir'in de yanmış olduğu, bu camiin kendine mahsus vakfı ve geliri de olmadığından masraflarının hazine tarafından tesviyesi ile padişah adına kesme taştan bir cami yapılmasının umum ahali adına gönderilen bir dilekçe ile talep olunduğu belirtilmektedir (BOA, A. MKT. MHM., 455/9). Bundan yaklaşık bir ay sonra yine Sadaretten, Maliye ve Evkaf Nezaretleri ile Canik Mutasarrıflığına yazılan bir yazıda cami inşaatının "kış gelmeden arkasının alınması" vurgulanmaktadır (A. MKT. MHM. 455/55).

Ne var ki Samsun Cami-i Kebiri'nin inşaatı üzerine çok karlar yağmış, aradan dokuz yıl geçmiş olmasına rağmen arkası hâlâ alınamamıştır. 1892 yılına gelindiğinde bütün gelirler tükenmiş fakat cami inşaatının sadece dört duvarı ve son cemaat yeri tamamlanabilmiştir. Gelir gider hesabı da halka arz edilmediği için zihinlerdeki kuşkular oluşmuş ve yeni bir yardım kampanyası da bu yüzden başlatılamamıştır.

Nihayet Samsun sancağının da kendisine bağlı olduğu Trabzon Valisi duruma el koymuştur. Samsun Redif Kumandanı Ferik Hüseyin Fevzi Paşa'nın başkanlığı altında bir komisyon kurularak durumun incelenmeye tâbi tutulmuştur. Çıkan netice maalesef ki üzücüdür; muamelelerin baştan sona kadar suistimal içinde yürütüldüğü ortaya çıkmıştır. Gerek devlet tarafından yapılan ana ödeme ve gerekse ahali yardımların da birçok kayıplar tespit edilmiştir.

Ancak yarım bırakılmasının uygun olmayacağı ve aynı zamanda padişahın adına da yakışmayacağı gerekçesiyle Trabzon Valisi Sırrı Paşa, bundan sonra gerekecek olan meblağın Samsundaki vakıf köyleri öşür bedeli (ürünlerden genellikle % 10 oranında alınan vergi)'ne mahsuben Evkaf Nezâreti'nce karşılanmasına dair İstanbul'a yazdığı Haziran 1883 tarihli yazısında, "İslamiyet ve insaniyet adına" müsaade istemektedir.

Vali tarafından İstanbul'a gönderilen bu yazından anlaşıldığına göre cami için o zamana kadar 350 bin'i devlet hazinesinden, 200 bin'i Evkâf Nezareti hazinesinden ve 144.370 kuruşu da ahalinin yardımlarından olmak üzere toplam 700 bin kuruşa yakın para harcanmıştır. Bu harcamalar yazıya iliştirilen bir defterde de ayrıntılı olarak gösterilmiştir. Harcamalar ve o zamanın para değeri hakkında bir fikir vermesi için birkaç örnek vermek gerekirse; dahili döşemeler için 11790 kr., demir kafesler için 8106 kr., iç sıvaları içinse 7323 kr. masraf yapılmıştır. Defterde bu rakamlara ayrıntılı olarak yer verilirken yapılan iş kalemleri de bütün ayrıntıları ile zikredilmiştir. Mesela temel tabanına taş kum ve kireçten oluşan harç dökülmeden önce pelit ağacından kazıklar kakılmış, yine pelitten ızgaralar döşenmıştir. Belgeler arasında camiye ait ayrıca bir de röleve bulunmaktadır (BOA, Y.PRK, 5/101)

Samsun büyük camiinin bitiş tarihi 1884 yılı olarak kaydedilmiş olduğuna göre Trabzon Valisi paşa'nın bu isteği yerine getirilmiş ve bu komisyon tarafından Samsun Cami-i Kebiri tamamlanmıştır. Samsun büyük cami ile ilgili ulaştığım en son tarihli belge ise Haziran 1901 tarihini taşımakta ve Cami civarında ahali çocuklarından Kuran hafızı yetiştirmek maksadıyla yine ahali yardımları ile tamiri tamamlanan  iki katlı vakıf mektebinin hizmete girdiğine dairdir (BOA., DH. MKT. 2504/2)

/Mümin YILDIZTAŞ
25.06.2008
myildiztas@mynet.com  

Mert Irmağı Kıyısında Piknik Keyfi


Osmanlı yıllıklarında Samsun kasabasının eğlence ve mesire alanı olarak bahsedilen Mert ırmağı kıyıları son yıllarda aynı niteliğini tekrar kazanmaya başladı. Bilhassa deniz kenarlarındaki iç içe eğlence ve dinlence anlayışına sıcak bakmayan aileler dinlenme alanı olarak buraları tercih ediyorlar. Çorak köyü altlarından itibaren başlayan bu piknik alanları Demirciköy, Kızıloğlak ve Avdan köylerinin Mert ırmağına sahil olan bölgelerinde yoğunlaşıyor. Özellikle hafta sonları bu bölgelerdeki çınar ağaçlarının gölgelerine kilimlerini seren Samsunlular tabiatla iç içe olmanın keyfini çıkarıyorlar.

Sabah kahvaltısı ve mangal KeyfiDoğrusu bu alan henüz ticarî olarak değerlendirilemiyor. Bir çok piknik alanında görülen kahvaltılık taze tereğağ, köy peyniri, yufka, yoğurt, süt gibi ürünlerin satışı henüz bu güzergahta yok. Bence, yine de siz kahvaltınızı yarım saat erteleyerek piknik alanında yapmayı tercih edin. Ama bunun için güneşin iyice yükselmiş olmaması gerekli. Kahvaltı sofranızın görünmeyen çeşidi bol oksijen olacaktır. Erken geldiyseniz mangal yakmak için acele etmeyin. Çünkü günü doyasıya yaşayacaksınız. Biraz yürüyüş yapın. Suyun akışını izleyin. Hatta yanınıza oltanızı aldıysanız yüz metre ilerideki gölde şansınızı bile deneyebilirsiniz.

Üç çeşit balık
Kontrolsüz bir şekilde elektro-şok ve dinamitleme yöntemleriyle yapılan balık katliamlarına rağmen Mert ırmağında halen üç çeşit balık türü görülebilmektedir. Gelecek nesillerin bu tabiat parçasından yararlanma hakkı olduğu bilincinde olan Samsunlular, bu çeşit avlanma yöntemlerine başvurmadan olta ve serpme gibi basit av araçlarıyla burada eğlenceli vakit geçirebilirler. .

Aman dikkat!
Aman dikkat. Çünkü Mert ırmağı aynı zamanda çok tehlikeli. Hemen hemen iki-üç yüz metrede bir ırmağın kıvrım yerlerinde oluşan küçük göller bazen oldukça tehlikeli olabiliyor. Bir önceki göl yarı bele kadar gelirken biraz ilerideki, bazen misafirlere zor anlar yaşatabilir. Hatta zaman zaman ölümle neticelen vakıalara bile son yıllarda oldukça sık rastlanıyor. Eğer yüzme bilmiyorsanız ya da iyi yüzen birisi sizin için bu gölün derinliğini test etmemişse aman girmeyin. Çünkü ilk attığınız adımda su dizinize gelmişse, ikincisi size tehlike yaşatacak derinlikte olabilir. O yüzden aman dikkat.

Şeftali ağaçları
Mert ırmağı kenarlarında yoğunlaşan şeftali bahçeleri Çorak köyünden başlayarak Demirciköy, Kızıloğlak, Avdan ve Demircisu köylerinin en önemli geçim kaynağıdır. Samsun şeftalisinin en lezzetlisi bu bölgede olur. Mert ırmağı boylarını piknik için tercih edenlerin dikkat edeceği bir husus da bu şeftali bahçelerine izinsiz girmemeleri olmalı. Şeftali üreticileri yılın on iki ayı aralıksız emek verdikleri ürünleri hususunda davetsiz misafirlere hayli kıskanç davranıyorlar. Ama bahçeden satış yapan üreticiler de yok değil. Bu da meyveyi dalından kopar kopmaz yemeyi ayrıcalık kabul edenler için kaçırılmaması gereken bir fırsat. Haziran ayının ikinci yarısından itibaren olgunlaşmaya başlayan buralardaki şeftali ağaçlarından Eylül ortalarına kadar ürün alınabiliyor.

GSM operatörlerinin dikkatine!
Özellikle haftasonları binlerce kişinin piknik yaptığı bu alanlarda en çok ihtiyaç duyulan nesne cep telefonu. Yurdun her köşesine hizmet götürdüklerini, doğudaki en ücra köşelerde bile iletişim hizmeti sunduklarını reklam eden GSM şirketleri maalesef Samsunun hemen 10-15 km. mesafesindeki bu piknik alanlarını unutmuş durumdalar. Bu bölgeler, hiçbir cep telefonu vericisinin kapsama alanı içerisine girmiyor. Bence buraların müdavimleri bu alanda da iletişime ihtiyaç duyabileceklerini düşünerek Turkcell, Avea ve Vodafon şirketlerinin Samsun temsilciliklerini rahatsız etmeliler. Yada cep telefonu şirketleri bu yazıyı dikkate almalılar.
Güzel günler temennisiyle,
/Mümin YILDIZTAŞ
02.06.2008
myildiztas@mynet.com  

7 Kasım 2008 Cuma

Amisos’tan Samsun’a


Geçen hafta rotamı Akdeniz’den Karadeniz’e çevirdim. Samsun’da hem geçmişin izini sürdüm, hem bugünün görüntüleri arasında dolaştım. Bu arada yemeklerin tadına bakmayı da ihmal etmedim. Yazımda kuzey kıyılarındaki gezintimi sizinle paylaşacağım.

Bu sefer kuzeydeydim. Akdeniz’in turkuvaz şıkırtısından sonra Karadeniz’in koyu lacivert sularının üstünde oynaşan beyaz yanaklı dalgaları seyrettim. Açıklarda korkutan, öfkesini kıyıdaki kayalardan salya köpük çıkartan kuzucuklardı onlar. Ben Karadeniz’i seyrederken avlanma yasağı sona ermişti. Onun için tekneleri, nafaka peşinde süzülürken izledim. Ağlarını yusyuvarlak çevirmiş, ha patladı ha patlayacak fırtınanın griliğinde bekleşiyorlardı. Çığlık çığlığa pike yapan martılara bakılırsa ağlarda kısmet boldu. Karadeniz ile balıkçı teknelerinin birbirlerine ne kadar da yakıştıklarını düşündüm. Tıpkı balıkçı kayıklarının Boğaz’a yakıştığı gibi.
Kayıkları görünce aklıma nasıl lüfer, sarıkanat, çingene palamudu, istavrit, kıraça üşüşüyorsa, Karadeniz’in dev tekneleri de nedense hep hamsiyi çağrıştırıyordu. Halbuki o ağların, Boğaz’a doğru göç hazırlığı yapan çingene palamutlarını, lüferleri, uskumruları çevirdiğini çok iyi biliyordum. Ama yine de beynimdeki fotoğrafta ağlar dolusu hamsi görüntüsü vardı hep.

Haksız da değildim. Karadeniz deyince herkesin aklına hamsi düşmez miydi? Koca denizin küçük kutsal balığıydı o!..

BİR KENTİN GEÇMİŞİ
Samsun’a gidiyordum. Karadeniz’in tam ortasındaki kente. Yıllar önce yine yolum düşmüştü buralara. Neden gelmiştim, nereleri görmüştüm, ne yiyip içmiştim? Hiçbirinin yanıtını net olarak hatırlamıyordum. Bölük pörçük görüntüler gelip gidiyordu aklıma. Tek net görüntü, sahildeki Bandırma Vapuru’ydu.

Zaten bir kentten geriye insanın aklında ne kalırdı ki? Bir köprü, birkaç tarihi eser, han hamam, çirkin evler, gökdelenler, dar sokaklar, kalabalıklar, lokantalar, belki de birkaç kap lezzetli yemek!.. Bir kentin sadece bugününde gezinip durmak çok keyiflendirmiyordu beni.

İşte Samsun... Kentin kılcallarına dalmadan önce, her yerin kuşbakışı göründüğü Toptepe’den etrafı seyrettim. Aşağıda sanayi mahallesinin derme çatma çatıları görünüyordu. Sonra da evler. Apartmanlar tepelere tırmanmaya başlamıştı. Sahil kıvrım kıvrım Karadeniz’le kol kola gidiyordu.

Limanda bandırasını göremediğim koca bir gemi vardı. Tepeden indim, kentin yüreğinde dolaşmaya başladım. İlk anımsadığım tarihi belediye binası oldu. Atatürk’ün Samsun’la ilgili izlenimlerini o binanın duvarında okumuştum çünkü: "Ben Samsun’u ve Samsun halkını gördüğüm zaman memlekete ve millete ait bütün tasavvurlarımın, kararlarımın yerine getirilebilir olduğuna bir defa daha kuvvetle inanmıştım. Samsunluların hal ve durumlarında gördüğüm, gözlerinden okuduğum vatan severlik, fedakarlık, ümit ve tasavvurlarımı müspet bir inanca götürmeye yeterli olmuştu."


SAMSUN AMİSOS’KEN
Ben kentlerin bugünkü görüntülerini anlatmakta hep beceriksiz oldum nedense. Kalabalıklar bildiğim kalabalıklardı. Herhangi bir mimari kaygı duyulmadan yapılmış binaları sadece eleştirebilirdim. Belki biraz arka sokaklar için birkaç cümle kurabilirdim. O cümlelerde de ağırlık, geçmişe övgü, geçmişin nasıl kaybolduğu olurdu. Bence bir kenti anlatmaya geçmişinden başlanmalıydı. Belki de taa doğuşundan. Bu uzun yolculuk insanın kenti tanımasına, sevmesine, saygı duymasına yardımcı oluyordu.

Örneğin Samsun. Gezintiye adının Amisos olduğu günlerden başlasaydık neler görürdük acaba? Önce iki muhteşem ırmağın, Kızılırmak ile Yeşilırmak nehirlerinin deltasındaki bereketli topraklar üstünde köy iricesi bir yerleşim gözümüze çarpardı. O dönemde Kızılırmak’ın adı Halys Nehri idi ve Paflagonya ile Pontus arasındaki sınırı oluşturuyordu. Yeşilırmak ise İris diye anılıyordu. Bu yeşillikler arasındaki kenti İ.Ö 564’te Miletos ve Foça’dan gelen İyonyalıların kurduğu rivayet ediliyordu.


Burası antik dönemde refahın doruğunda yaşıyordu ve her yer tapınaklar ve görkemli yapılarla bezenmişti. İ.Ö 71’de buralarda olsaydık, Amisos’un üstündeki koyu dumanları görür, kılıç sesleri ve çığlıkları duyup dehşete düşerdik mutlaka. Çünkü Roma ordusu o sırada tüm kenti yakıp yıkıyor, taş taş üstünde bırakmıyordu. İmparator Lucullus, bir antik Yunan kentini yıkmış olmanın pişmanlığını duyduğunda iş işten çoktan geçmişti. Vicdan azabını dindirmek için kenti yeniden inşa ettirdi, evsizlere ev verdi ama Amisos artık eski görüntüsüne kavuşamadı.

REFAH TRENLE GELDİ
1194 yılına gelindiğinde kentin sokaklarında dolaşsaydık Selçukluların nal seslerini duyardık. Sonra Trabzon Komnenos hanedanı, İlhanlı Moğolları, İsfenderiyaroğullarını, 1425’te de Osmanlı yeniçerilerinin sökün ettiğini görürdük. Kente son darbenin işte bu sırada vurulduğuna şahit olup kahrolurduk.

Çünkü Osmanlı’dan korkan Cenevizlilerin kendilerine ait yerleri ateşe verip denize açıldıklarını seyretmek bizi dehşete düşürürdü. Kentin harabeye dönüşmesi ve Osmanlı döneminin büyük bir bölümünde köhne bir görünüm sergilemesi canımızı sıkardı. Fazla uzaklara değil 1860 yılında buraya gelseydik, kıyıda, biri Türklerin diğeri de Rumların yaşadığı iki köyden oluşan, toplam nüfusu 5 bin civarında küçük bir yerleşim görürdük. İşte burası Samsun’du. Kentin kaderini İstanbul-Bağdat demiryoluna bağlanan tren yolu değiştirmişti. Tütün ihracatı başlamış, nüfus artmış, 1910’da burayı kendine yurt edinenlerin sayısı 40 bini bulmuştu.

Atatürk, 19 Mayıs 1919’da gelip, Kurtuluş Savaşı’nı örgütlemeye başladığında Samsun’da olsaydık, kentin öneminin iyice artığına şahit olurduk. Eğer bu uzun yolculuğu yapmadan kentin sokaklarını gezersek, karşımıza çıkan Samsun’un pek bir şey ifade etmediğini görürüz. Ama geçmişin içinden geçip gelirsek, başka türlü bakıp, başka şeyler görürüz. İşte gerçek Samsun o zaman karşımıza çıkıverir. Sevdiğimiz, saydığımız bir Samsun.

DENİZLE KUCAKLAŞMA
İkinci Samsun gezimde beni en çok sahil etkiledi. İlk gelişimde kent, çirkin binalarla kaplı liman ve demiryolu yüzünden denize hasret kalmıştı. Şimdi Samsunlular Karadeniz’le yeniden buluşup, hasret gideriyorlardı. Sahilde, kilometrelerce uzanan gezinti yolu, spor alanları, parklar, çay bahçeleri, balıklara olta sallayanlar, bisiklete binenler, yürüyenler, koşanlar, gençler, yaşlılar yani tüm Samsunlular, kentin yeni görüntüsünün keyfini çıkarıyordu.

Bugünkü Samsun’u gezerken sizi etkileyen yine geçmişten kalan miraslar olacaktır. Örneğin Reji Caddesi, Fransızların yaptığı Reji Sigara Fabrikası, 1890 yıllarda tütün tüccarlarını ağırlayan Polihron Oteli’nin Kültür Müdürlüğü’ne dönüştürülen muhteşem binası, Gazi Müzesi olan Mantika Palas Oteli, Tekel Başmüdürlük Binası, Samsun’un bir zamanlar ne kadar etkileyici bir kent olduğunun kanıtlarından bazılarıydı.

Sabahları Türkçe, öğleden sonra ise Fransızca öğretim yapan İstiklal Numune Mektebi de kentin tarihinde önemli bir bölüm oluşturuyordu. Atatürk, 22 Eylül 1924’te bu okulda onuruna düzenlenen çay partisine katılmış ve belleklere kazınan şu sözleri söylemişti: "Dünyada her şey için, medeniyet için, hayat için, başarı için en hakiki rehber ilimdir, fendir. İlim ve fenin dışında rehber aramak gaflettir, cahilliktir, doğru yoldan sapmaktır."

Bugünün Samsun’u, duvarlarında en çok Atatürk fotoğrafı bulunan, modern, temiz, sıcakkanlı, kendini sevdiren güzel bir Karadeniz kenti. Oradan başlayan sahil yolu, soluna Karadeniz’i alıp Gürcistan sınırına kadar gidiyor. Böylesine güzel bir yolculuğa niyetlenirseniz, Samsun’a bir iki gününüzü ayırmayı ihmal etmeyin.

Samsun’un lezzet durakları
Samsun’a yolunuz düşerse önereceğim restoranlarda lezzetli yemek yiyebilirsiniz. Bunlardan biri, Belediye Meydanı’ndaki OSKAR Restoran (362-4312040). Restoranın bulunduğu yerde eskiden

altında kahve olan bir otel bulunuyormuş. Samsun’a alışverişe gelenler bu kahvede buluşur, geceyi de bu otelde geçirirmiş. Restoran yarım asırdan beri gerek Samsunlulara gerekse Samsun’u ziyaret edenlere çok lezzetli yemekler sunuyor. Mönüsü Türk mutfağı ağırlıklı. Karadeniz yöresine ait tüm tencere yemeklerini bulmak mümkün. Ankara Tava’yı yemenizi öneririm. Damakta unutulmaz tatlar bırakıyor.
Samsun’a gitmişken balık yiyeyim diyorsanız, Balık Hali Müdürlüğü’nün hemen yanındaki FEVZİ’NİN YERİ’ne (362-4451575) gitmeniz gerekir. Baştan aşağı kurutulmuş balıklarla süslenmiş restoranda en taze balıkları bulacağınızdan emin olabilirsiniz. Meze çeşidi pek fazla değil. Fevzi Güler, mezelerin müşterileri çabuk doyurduğunu, balık yemeğe yer kalmadığını onun için çeşidi az tuttuklarını belirtiyor. İnce mısır ekmeğiyle ev yapımı turşular çok lezzetli. Mevsiminde giderseniz tam 14 saatte pişen kabak tatlısını öneririm.

Samsun yöresinin ünlü pidelerini tatmak isterseniz, Bafra karayolundaki GÜLHAN TESİSLERİ (362-4576464) tam aradığınız adres. Açık ve kapalı pideler gerçekten de damak çatlatan cinsten. Gülhan’ın mönüsü sadece pideyle kısıtlı değil. Tandır, yoğurtlu biftek, yoğurtlu et şiş, sebze yemekleri, çoban kavurma gibi çeşitleri de tadabilirsiniz. Pazar günü yolunuz düşerse rezervasyon yaptırmayı ihmal etmeyin. Çünkü o gün tüm Samsun pide yemeden duramıyor. Yer bulmak zor oluyor.
/Mehmet YAŞİN

7 Eylül 2008 Pazar

Pontusçu Rumların Avrupa Devletleri Nezdindeki Faaliyetleri



Pontus Rum Cemiyeti’nin İstanbul Şubesi de, cemiyetin Avrupa’daki azalarıyla temaslarını artırmak ve teşebbüslerini genişletmek üzere, azalarından Arzuoğlu Efendi’yi Paris’e göndermeye karar verdi. Önceden Samsun Mebusluğu’nda bulunmuş olan bu kişi, önce Atina, sonra Paris’e giderek faaliyetlerine devam edecekti. Heyetlere, kamuoyu ile yakın ilişkiler içersine girme görevi de verilmişti.


(…)

Hrisantos, 2 Mayıs 1919'da Paris Barış Konferansı'na bir muhtıra sundu. Muhtırasında Rum nüfusunu abartılı bir şekilde göstermeye çalışan Hrisantos, nüfusu tamamen Müslüman olan Lazistan (Rize) hariç, büyük bir devletin yönetimi altında özerk bir Pontus Devleti kurulmasını, Trabzon, Samsun, Sinop, Amasya ve Karahisar'ın da bu yönetim sınırları içersine alınmasını istiyordu. Ayrıca özerk devletin, ileride kurulacak Ermenistan Devleti ile işbirliği yapacağını belirtiyordu. Ancak, Hrisantos'un bu talepleri Yunanistan Başbakanı Venizalos dahil olmak üzere İtilâf Devletleri liderleri tarafından ciddiye alınmamıştı. Buna rağmen Hrisantos, Giresun Metropoliti’ne gönderdiği bir mektupta, temaslarının çok olumlu geçtiğine dair bilgi vermiş ve durumu İstanbul ve özellikle Trabzon, Batum, Samsun Giresun ve diğer Pontus cemiyetlerine bildirmesini istemiştir.

Hrisantos, Paris Barış Konferansı'ndan umduğu desteği bulamayınca Londra'ya gitmeye karar verdi. Venizalos her ne kadar Hrisantos’un muhtırasına destek vermemişse de Dışişleri Bakanı Politis aracılığıyla, Yunanistan’ın Londra Büyükelçisi Kaklamanos’a, Metropolit’in geleceğini haber vermiş ve kendisine yardımcı olmasını emretmiştir. 23 Temmuz 1919'da Londra'ya varan Hrisantos’u, Kaklamanos karşıladı ve İngiliz basını ile tanışmasını sağladı. Ayrıca Politis, İngitere Dışişleri Bakanı Yardımcısı Sir Ronald Graham nezdinde girişimde bulunarak Metropolit’in hükümetle görüşmesini sağladı. Hrisantos, İngiliz hükümeti ile yaptığı görüşmede amacını ve düşüncesini şöyle belirtti:

“Hedefimiz Türkiye'den, bağımsız bir Pontus Devleti için elden geldiği kadar büyük toprak koparmak ve Yunanistan'daki gönüllüleri de oraya taşıyarak bir Pontusçular ordusu kurmaktır...sizi temin ederim ki bu ordu İngilizlerin onaylamayacağı hiçbir eylemde bulunmayacaktır.”

İngiliz Hükümeti Hrisantos'a yakın ilgi göstermesine rağmen herhangi bir destek sözü vermedi. Her ne kadar Lloyd George, Yunan Başbakanı Venizelos’un kendisine aktardığı ve bölgede kurulacak bir Pontus Devleti’nin Ermenistan ve Gürcistan’la işbirliği içerisinde olarak Türklere ve Bolşeviklere karşı sağlam bir set oluşturacağı yönündeki düşünceye katılmışsa da İngiliz Kabinesi, Pontus Rumlarının taleplerini pek sıcak karşılamamıştır. Bunun en önemli sebepleri; Rumların nüfusuna ilişkin verilen istatistiklerin inandırıcı bulunmaması, aşırı toprak talepleri ve bunun Ermenilerin istekleriyle çatışmasıydı. Zira kurulması düşünülen Pontus Devleti’nde yer alan Trabzon’un, Ermenilerce de Karadeniz’e açılan bir kapı olması için istenmesi taraflar arasında büyük tartışmalara neden olmaktaydı.

İngiliz Hükümeti’nin bir diğer endişesi de, Karadeniz Bölgesi’nde bir Pontus Devleti kurmanın İstanbul’u iki Yunan ülkesi arasına sıkıştırmak anlamına geleceği bunun ne Fransızlar ne de İtalyanlarca asla kabul edilemeyeceği idi.

Ancak burada şunu da belirtmek gerekir ki, Pontus Devleti’nin kurulmasına İngilizler pek sıcak bakmamasına rağmen, bölgedeki Rum Cemiyetleri’ne, çetelerine ve metropolitlere askerî ve siyasî temsilcileri vasıtasıyla hemen her türlü desteği vermekten de geri kalmamışlardır.

Bu arada başlangıçta Pontus projesine sahip çıkmayan Yunanistan ise tutumunu değiştirmiş, hem İngiltere nezdinde girişimde bulunmaya hem de Pontus faaliyetlerinin yürütülmesi için malî yardım yapmaya ve bölgeye subaylar göndererek çetecilik faaliyetlerini yönetmeye başlamıştı. Hatta Yunanistan'ın Trabzon yöresine son girişimleri Sivas'ta bulunan Mustafa Kemal Paşa'nın dikkatinden kaçmamış ve durumu 8 Kasım 1919 tarihli şifreyle Harbiye Nezareti’ne bildirmiştir.

1919 yılında gittiği Avrupa seyahatinden bir sonuç alamadan dönen Hrisantos, 1920 yılında yine aynı ümitlerle Avrupa'ya gitmişse de daha çok Ermeni taraftarı olan, daha doğrusu Trabzon'u Ermenistan'a vermeye kararlı olan Avrupa devletlerinden istediği desteği alamamıştır.
(…)
Hrisantos'tan başka Amasya ve Samsun Metropolitleri de Avrupa başkentlerinde ve İtilâf Devletleri’nin Türkiye’deki temsilcileri nezdinde girişimlerde bulunmaktaydılar. Samsun Bölgesi Metropoliti Yermanos, 6 Ağustos 1921’de Atina’yı ziyaret ederek Yunan Başbakanı ile müzakerelerde bulunmuştu. Yermanos Atina ziyareti sırasında buradaki Amerikan ve İngiliz temsilcilerine (sözde) Pontus faciaları ile ilgili bir rapor sunarken, Fener Patrikhanesi de hemen hemen aynı konuyu ihtiva eden bir başka raporu İtilaf Devletleri’nin İstanbul temsilcilerine ve Avrupa’nın belli başlı yayın organlarına göndermişti.

Yukarıda değinilen faaliyetlerden anlaşıldığı üzere; gerek Rum cemiyetleri, gerekse Rum din adamları, Pontus Rum Devleti kurmak için Avrupa Hükümetlerinin ve kamuoylarının dikkatlerini üzerine çekmeye çalışmışlar, bu hususta hemen her yolu denemişler, abartılı rakamlarla ve istatistiklerle de inandırıcı olmaya çalışmışlardır. Özellikle Trabzon Metropoliti Hrisantos, bir politika adamı gibi Avrupa başkentlerini ve Kafkasya’nın önemli merkezlerini dolaşarak Pontus davasına destek bulmaya çalışmıştır. Avrupa Devletleri, özellikle İngilizler ise, Rumların iddialarının gerçeği yansıtmadığını bilmelerine rağmen işgallerine sebep teşkil etmek ve Türk milli mücadelesini yok etmek adına bu iddiaların arkasında olmuşlar ve Karadeniz’in bazı önemli merkezlerini (Samsun ve Batum) işgal etmişlerdir. Ancak bütün bunlara rağmen Türk milletinin duyarlı davranması ve başta Mustafa Kemal Paşa olmak üzere Türk milli hareketi önderlerinin akıllı politikaları sayesinde ne Avrupalı devletler ne de Pontusçu Rumlar hedeflerine ulaşamamışlardır.

/Yrd. Doç. Dr. Mehmet OKUR

3 Temmuz 2008 Perşembe

Doğu Karadeniz’de Çepniler ve Keşkek


/ Yard. Doç. Dr. Erdoğan Altınkaynak

(…)
Doğu Karadeniz’de, Giresun-Ordu-Trabzon yaylalarına Türkmenlerin gelip yerleşmesi çok eskilere dayanmaktadır. Anadolu Selçuklularının yıkılışında olmasa da zayıflayarak Moğol orduları karşısında varlık gösterememesi bu bölgenin alt taraflarında meydana gelen Kalenderî nitelikli isyanlardır. Baba İshak’ın başlattığı isyanın bastırılması esnasında, Anadolu Selçuklu ordularına karşı Türkmenlerin, Baba İshak’ı canla – başla savunduğu, çocuklu kadınların dahi bu savunmaya katıldığı bilinmektedir. İsyan bastırıldıktan sonra asilerin takibi ve yakalanarak ortadan kaldırılması hadisesi bütün korkunçluğuyla devam eder. Doğu Karadeniz yaylaları, ormanları, saklanmaya ve savunmaya uygun bir coğrafî yapıdadır. Bu isyandan kalanların çoğu buralara yerleşmişlerdir. Esasen, Timur’a gönderilen İspanyol elçisi Clavijo’nun da tanık olduğu gibi, Tirebolu – Giresun – Ordu –Görele - Vakf-ı Kebir – Torul - Kürtün bölgesi Çepnilerin yerleşim yeriydi ve çok sık olarak Trabzon’daki Hıristiyanlarla çarpışıyorlardı. Trabzon tekfuru, bölgedeki Çepnileri cezalandırmak için bin atlı ve çok sayıda yayan askerle hücuma geçmişti. Tirebolu ve Görele’yi yakıp yıkan Hıristiyan ordusunun dönüş yolunda yine Çepniler tarafından kovalandığı da kayıtlar arasındadır. Çepnilerin baskınlarından usanan tekfur üç kızını ayrı ayrı üç Türkmen beyine vermişti.

Çepni sözü Anadolu’nun bazı yerlerinde “Alevi” anlamında kullanılır. Bazı yerlerde “Türkmen = Çepni = Alevi” kelimelerinin anlamları birbiriyle aynıdır. Doğu Karadeniz Çepnileri ise Anadolu’nun diğer yerlerindeki Çepnilerden farklı olarak sünnîdirler. Hatta Giresun, Ordu, Tirebolu gibi yerleşim yerlerinde imamlık, vaizlik, cüzhanlık yaptıkları kayıtlara geçmiştir. Ancak, yine Faruk Sümer’e göre, XVI. Yüzyılda bölgedeki Çepnilerin büyük bir kısmı Şiîdir. Günümüzde ise sünnîdirler ama inanç hususunda muhafazakârlıkları da yoktur. Buraya “bölgede gizli Alevî köyleri de vardır”ı da eklemeliyiz.

Doğu Karadeniz ve Çepni kültürü üzerine Türkiye’de yapılan çalışmalar arasında Ali Çelik’in “Çepni Kültürü” ve Abdullah Gülay’ın lokal olarak hazırladığı “Ağasar Çepni Kültürü Geyikli” zikredilmelidir.
Doğu Karadeniz Bölgesi yüksek kesimlerindeki yaylalarıyla tam bir Çepni yerleşim merkezi olduğu ve bu yerleşim’in Tirebolu, Görele, Giresun, Ordu, Vakfıkebir gibi sahil yerleşim merkezlerini de içine aldığını söylemiştik. Doğu Karadeniz aynı zamanda şenlikleriyle de ünlüdür. Özellikle “otçu göçü” olarak adlandırılan yayla çıkışları ve eğlenceleri, yurdun her tarafına yayılmış bölge insanlarının, bölgeye akın etmesine vesile olur. Bu şenliklerden “Geyikli Beldesi”nde (Trabzon-Şalpazarı), belediye başkanlığının organize ortaklığı ile “Sisdağı Şenlikleri” her yıl, Temmuz ayının dördüncü haftasında, düzenli olarak yapılmaktadır. Sis Dağı yaylası Geyikli Beldesi’nin yaylasıdır ve Geyikli Beldesi halkı kendilerini Çepni olarak tanıtmaktadırlar. Her ne kadar Şalpazarı Trabzon’a bağlı ise de yayla kısmı Giresun ile Trabzon illeri arasında ihtilâflıdır. Bölge insanı için nüfus işlemleri ve resmî olaylardan öte gitmeyen bu paylaşılamama, hiç önemli değildir. Giresun, Tirebolu ve Görele’nin köylerinden de bu şenliğe katılanlar vardır. Ancak Sisdağı yaylası Geyikli Beldesi’nin yaylasıdır ve Geyikli sakinleri de örgütlü biçimde yaylalarına sahip çıkmaktadırlar.

Sis Dağı, Türkiye insanı için yabancı gelmeyen bir isimdir. Bu dağın yaylasındaki şenliğe Görele’nin yetiştirmiş olduğu kemençe üstadı Katip Şadi’yi icra alanında dinlemek, görüntülemek ve gözlemlemek gayesi ile gitmiştik. Bir de Sisdağı zirvesinde makamı bulunan Halil Evliya mezarını ve menkabesini kaydetmek istemiştik.

Mahallî kıyafetlerin sadece okul öğrencilerinin katıldıkları merasimlerde kullanıldığını veya müzelik olarak bulundurulduğunu düşünenlerdendim. Yanıldığımı anladım. Geyikli beldesinin fertleri, özellikle kadınları ve genç kızları büyük bir heyecanla, çiçekli, rengârenk mahallî giysileriyle şenlik alanını doldurmuşlardı. Belediye başkanı Ahmet Yüksel Gülay ve belde halkı, gelen misafirleri en iyi şekilde ağırlamak, beldelerini tanıtmak ve geleneklerini bir sonraki nesle aktarmak; bu arada eğlenmek için canla başla çalışıyorlardı. Sis Dağı Yaylası’nda, şölen yerinde yaklaşık otuz bin kişi vardı. Meranın korunması için motorlu taşıtlara konulan yasak bir günlüğüne kaldırılmıştı.

Sis Dağı Yaylası şölen yerine nisbeten daha yüksek bir yerden inilerek geliniyor. Törenin başlaması için davul-zurna ve kemençe eşliğinde horon tutulması gerekiyor. Resmî başlangıç saat 10 sularında yukardan aşağıya kalabalık bir grupla horon oynayarak inilmeyle başlıyor. Beş bin kişinin aynı anda kemençe, davul-zurnaya ritim tutarak horon tepmesi görülmeye gerçekten değer. Kemençe ayrı, davul zurna ayrı olarak ve nöbetleşe oyunculara eşlik ediyor. İkisi bir anda icra etmiyor.

Şenlik alanında dolaşırken tanıdık olduğumuz keşkek kokusu bizi kendine çekti. Gittiğimiz yerde bir grup insan, harıl harıl kazan karıştırıyor ve keşkek hazırlıyordu. Hemen yanı başlarında, kurulan çadır lokantada ise insanlar kuyruğa girmiş, keşkek almaya uğraşıyorlardı. Keşkek hazırlayanlar yaptıkları işin bilincindeydi. Onlar “Keşkek bizim kültürümüzün vazgeçilmez şölen yemeği” diyorlardı. Aslında çok zahmetli olan bir işi, sırf geleneklerini yaşatmak gayesiyle, Balıkesir’de, Çorum’da, Tokat’ta gördüğüm ve birlikte bulunduğum Çepniler gibi özenle yapıyorlardı.

Eski Türklerde etli ve yoğurtlu olarak kışlık erzak hazırlandığı bilinmektedir. Bu konuda Bahaeddin Ögel detaylı bilgi vermektedir. Keşkek yemeğinin de kışlık erzaklar içerisinde yer aldığı söylenebilir. Çünkü yapılışı ve kullanılan malzemeleri bakımından tarhanaya benzemektedir. Hatta bunun yoğurtlusuna Anadolu’da ve hemen hemen bütün Türk dünyasında “kurut” adı verildiği bilinmektedir. Ayrıca, tarhananın etlisi de vardır. DLT’de “keşkek” kelimesine yahut benzeri kelimeye rastlamadık. Ancak Orhun kitabelerinde rastladığımız “kergek” kelimesi ile bir ilgisi olduğu varsayımını, Dursun Yıldırım’ın, “Kağanlık Süreci” makalesiyle birlikte düşündüğümüzde, kabullenebiliriz.

Keşkek’in yapılışı: Keşkek bir nevi pilâvdır. Yarma veya kabuğu soyulmuş arpa, kuru fasulye ve-veya nohut, haşlanmış et, tuz ve su ile yapılır. Kuru fasulye ve yarma olmuş buğday ayrı ayrı haşlanır. Kemikleriyle birlikte yumruk iriliğinde et doğranarak çok büyük bir kazana yerleştirilir. Etin üstüne haşlanmış fasulye, onun üstüne de haşlanmış yarma konulur. Yeterince su konup, kısık odun ateşinde kaynamaya bırakılır. Pişme işi tamamlanırken tuzu ilave edilir. Pişme işi bittikten sonra kazan, ateşten kenara alınır ve hemen kazandakiler, döğecek veya çomaklarla karıştırılmaya ve ezilmeye başlanır. Bu işlem 1,5- 2 saat, kazanın içindekiler macun hâline gelinceye kadar devam eder. Karıştırma veya ezme işi ne kadar iyi yapılırsa lezzet de o kadar iyi olur.

Balıkesir, Çorum gibi vilayetlerde, düğünlerde, sünnet düğünlerinde ve değişik eğlencelerde “keşkek” karıştırıldığını biliyoruz. Gagavuz masallarının bitiş formelleri içinde “keşkeş manjası (keşkeş aşı)” adı geçmektedir. Masal anlatıcısı gittiği düğünden dönerken bu yemekle beraber geldiğini belirtir. Bu yemek bildiğimiz keşkekten başka bir şey değildir. Düğün veya eğlence yemeği olarak hazırlanması ise Anadolu’nun Çepni yerleşim bölgelerindeki uygulamayla paralellik göstermektedir.

Keşkek hazırlanmasının ve kazan karıştırmanın eski inançlarla bir ilgisi olduğu düşünülebilir. Düşünülebilirliğinden ziyade düşünülmelidir de... Düğün, sünnet, kutlama gibi toplu eğlencelerde veya sevinçli, kıvançlı toplantılarda genellikle bir hayvan kesilir. Kesilen hayvan, eğlencenin-şenliğin bereketli olması, katılanları memnun etmesi ve eğlencenin kazasız-belâsız atlatılması içindir. Bu hayvan aynı zamanda kurbandır. İşte keşkek de bu kurban olarak kesilen hayvanın etinden yapılır.

Anadolu’da ve diğer Türk coğrafyalarında kazan ile ilgili pek çok inanç, gelenek, deyim ve kalıp ifadelere rastlarız. Kazan kaldırmak, kazan kaynatmak, aş kazanı, kazana pislemek, kara kazan kurmak, kazan karası, kazanın doğurması, küpeli kazan, kaynar kazana atılmak bunlardan yalnızca bazılarıdır.

Keşkek hazırlamanın ortak bir eylemi (imece usulü) gerektirmesi, belki de bir törenin parçası olmasındandır. Keşkek hazırlanması genellikle mutlu bir tören esnasında yapılmaktadır. Anadolu’da “keşkek” hazırlama geleneğini genellikle “Çepni” Türkmenleri canlı olarak yaşatmaktadır. Doğu Karadeniz Bölgesi Çepnileri de bu geleneğe dahildir.