17 Haziran 2006 Cumartesi

Samsun'dan Ankara'ya -II



Bu temsil heyeti Türkiye Büyük Millet Meclisi kuruluncaya kadar Anadolu Hareketi’nin yönlendirici ve yöneticisi olmuş, daha sonra da tüm yetkilerini TBMM’sine devrederek tarihteki şanlı yerini almıştır.

4 Eylül 1919’da toplanan Sivas Kongresi artık meseleye bütün bir yurt sathında bakacaktır. İlk defa Sivas kongresinden sonra yayınlanan beyannamede ‘ Türk memleketlerinin bölümleri birbirinden hiçbir sebeple ayrılmazlar ve bütünlük arz ederler ‘ denilmiştir.

Halbuki Erzurum Kongresinin buna karşılık gelen maddesi aynen şöyledir: ‘ Doğu illeri ile Trabzon ve Canik Sancağı hiçbir sebep ve bahane ile Osmanlı topluluğundan ayrılması mümkün olmayan bir bütündür.’

Mustafa Kemal ve beraberindeki özgürlük ve kurtuluş yolcuları Ankara’ya gitmek üzere yola çıkacaklardır ama ne otomobillerine koyacakları benzinleri, ne bu otomobillere takacakları tekerlekleri, ne de paraları vardır.Benzin ve lastik tekerlekleri o yıllarda Sivas’ta otomobile sahip tek kurum olan Amerikan Okulundan temin ederler. Okul müdürü para kabul etmez. Bakarlar ki, ısrarları para etmiyor, bunun üzerine okul müdürünün elinden ‘ para kabul etmediğine’ dair yazılı bir kağıt alırlar. Heyette bulunan eski Bitlis Valisi Mazhar Müfit Kansu hatıralarında ‘ biz parasız istemiyoruz, onlar almıyor, evet ama, ileride ne olur ne olmaz, onların bizim ısrarımıza rağmen para almadıklarına dair elimizde bir vesika bulunsun...’ diye yazar.

Bu da çok önemlidir, bir kenara not edilmesi gerekir... Her zaman ve her yerde ve her şart altında meşruiyet... yasalara, hakka, hukuka bağlılık... Mustafa Kemal’in vazgeçmediği davranış biçimi ve devlet olmanın ana kuralı...

İhtiyaç duyulan para da yine Mazhar Müfit Kansu adına Osmanlı Bankası’ndan borç alınarak sağlanır... Ve yola öylece çıkılır... Kayseri ve Kırşehir’den sonra bir soğuk Aralık sabahında, 27 Aralık 1919’da Ankara’ya ulaşırlar. Dikmen sırtlarında seğmen düzmüş Ankaralılarca büyük bir coşkuyla karşılanırlar.

Seğmen düzmek bir Oğuz geleneğidir. Kutlu günlerde en yeni esvaplar giyilir, en yeni pusatlar kuşanılır ve büyük bir şenlik yaşanır, yaşatılır.

Mustafa Kemal ve arkadaşlarının Ankara’ya gelişi de bir şenliktir; yaşanmalı ve yaşatılmalıdır.

Artık ANADOLU TÜRKLÜĞÜ’NÜN VE HATTA DÜNYA TÜRKLÜĞÜNÜN VE HATTA VE HATTA TÜM MAZLUM MİLLETLERİN KADERİ ANKARADAN BELİRLENECEKTİR...

Daha sonra ‘ Ankara Ankara güzel Ankara/ Seni görmek ister her bahtı kara’ diye türküler yaktığımız ve övgüler düzdüğümüz Ankara hiç de öyle görülmek istenecek, dara düşenlerin derdine derman olacak bir yer değildir.

O yılların Ankara’sında bir başka türkü söylenmektedir ki, daha bir uygundur; hemen hepimiz biliriz... Ankara’nın taşlı yolu- Düşman sardı sağı solu- Kan ağlıyor Anadolu- Yetiş Kemal Paşa kolu- Pek gamlıyız...

Eski kalenin içine ve eteklerine sıkışıp kalmış küçük bir Anadolu kentidir, hatta kasabasıdır desek yeridir. Nüfusu 20 bin civarındadır. Kentin her köşesinden fışkıran, halkının üzerinden lime lime akan, dökülen şey yorgunluk ve yoksulluktur.

Bu öylesine açıktır ki, Ankara’daki hareketi dışarıdan izleyenler başlangıçta ciddiye bile almamakta, bir avuç çılgın Türkün çılgınca bir macerası olarak nitelendirmektedirler. Hatta dahası da vardır.

Samet Ağaoğlu Kuvay-ı Milliye adlı eserinde babası Ahmet Ağaoğlu’nun yaşadığı bir anekdotu aktarır. Ağaoğlu Ahmet Bey o yıllarda Matbuat Umum Müdürü, yani şimdiki karşılığıyla Basın Yayın Genel Müdürü’dür. Görevleri arasında yerli ve yabancı basını bilgilendirmek olduğu gibi onların haberlerini yerine ulaştırmak da vardır. Zira o zaman bir tek telgraf hattımız vardır dış dünyaya açılan.

Gazeteciler haberlerini getirir Matbuat Umum Müdürlüğüne bırakırlar, bu umum müdürlük de hat boş kaldıkça haberleri teller. Bir gün Amerikalı bir muhabirin şöyle bir yazısı gelir Ağaoğlu Ahmet Bey’in önüne:

‘ANKARA BOZKIRIN ORTASINDA BİR BATALIKTIR... BURADA BİR AVUÇ KURBAĞA BAŞLARINI SUYUN ÜSTÜNE ÇIKARMIŞ MEDENİ DÜNYAYA KARŞI VIRAKLAMAKTADIR...’

Ağaoğlu Ahmet Bey okur ve sonra eline kağıdı kalemi alır ABD’li muhabirin haberini şöyle değiştirir:
‘ ANKARA BOZKIRIN ORTASINDA BİR KÜÇÜK KASABADIR.

ORADA BİR GURUP İNANMIŞ İNSAN BAŞLARINI HAVAYA KALDIRMIŞ HAKLI DAVALARINI MEDENİ DÜNYAYA HAYKIRMAKTADIRLAR...

ONLAR HAKLI OLDUKLARINA VE GALİP GELECEKLERİNE İNANMAKTADIRLAR...’

Evet Ankara’da para yoktur, pul yoktur, yatacak yer, yakacak odun yoktur, ama Ankara’da her engeli aşacak bir inanç ve bir iman vardır.

Ama bir başka şey daha olmakta; Anadolu’nun işgal altında olan ve olmayan her tarafından insanlar bin bir zorluk, bin bir tehdit altında Ankara’ya akmakta, Mustafa Kemal ve arkadaşlarının yaktığı umut ateşine güçleri yettiğince odun taşımaktadırlar.

Türkiye Büyük Millet Meclisi işte bu şartlarda ve bu inanç ve imanla 23 Nisan 1920’de İttihat Kulübünün yarım kalmış binasında toplanır. Şimdi Ulus Meydanı’ndan Gençlik Parkı’na inerken hemen sağ köşede göreceğiniz o küçük binada bir ulusun kaderinin belirleneceğini ve hatta o kaderin şarkın tüm mazlum milletlerine örnek olacağını o yıllarda düşünebilmek için Türk olmak gerekirdi ama yetmezdi, bir de şu çılgın Türklerden olmak gerekirdi.

ONLAR DA ZATEN TÜRKTÜLER VE GALİBA BİRAZ DA ÇILGINDILAR...
Ben 1.TBMM’ne DEVLET KURAN MECLİS derim ve KUTSARIM...
Evet O DEVLET KURAN BİR MECLİSTİR VE BU YÖNÜYLE DE İLKTİR VE TEKTİR...

Anadolu’nun dört bir yanından kopup gelmiş
kimi kalpaklı kimi sarıklı,
kimi şalvarlı kimi poturlu,
kimi cüppeli kimi redingotlu,
kimi medrese, kimi kolej eğitimli
ve hatta eğitimsiz bu insanlar iki kavram etrafında ve Atatürk’ün önderliğinde aralarındaki tüm anlaşmazlıkları ve ayrılıkları bir kenara bırakmış, gönül, fikir, inanç ve iman birliği yapmışlardır.

Bu kavramlardan birisi
HAKİMİYET-İ MİLLİYE
Diğeri de
İSTİKLAL-İ TAM’DIR.
Yani
MİLLİ EGEMENLİK,
ve
TAM BAĞIMSIZLIK’TIR...

Mustafa Kemal ve 1.TBMM için bu iki kavram MİLLİ EGEMENLİK ve TAM BAĞIMSIZLIK’ asla taviz verilmez hatta asla tartışılmaz iki mukaddes kavramdır.

Ve bu iki kavram Mustafa Kemal’in hem geçmişinin izlerini taşır hem de geleceğinin işaretini verir:
Bu noktada bir hususa dikkatlerinizi çekmek isterim.

Çizgi hep aynı: Katılımcı ve gelişmeci...

AMASYA BULUŞMASI VE TAMİMİ, ERZURUM VE SİVAS KONGRELERİ- HEYET-İ TEMSİLİYE- TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ...

Bu katılımcı ve gelişmeci çizginin son durağının CUMHURİYET OLMASI doğal ve kaçınılmaz değil mi?...
Cumhuriyet ve cumhuriyetin kazanımları... Atatürk ilke ve İnkılapları...

*CUMHURİYETÇİLİK
*HALKÇILIK
*MİLLİYETÇİLİK
*İNKILAPÇILIK (DEVRİMCİLİK)
*DEVLETÇİLİK
*LAİKLİK

Şapkadan kılık kıyafete, kılık kıyafetten harf devrimine, kadın haklarından yeni yasalara, tekke ve zaviyelerin kapatılmasından eğitimde birlik ve beraberliğin sağlanmasına bir nice devrim bu sürekli ilerleyişin doğal sonuçlarıdır.

Asla tesadüf değildir, asla özenti ve aşırma değildir. BİLİNÇLİ BİR SEÇİMDİR ve ÖZGÜNDÜR... BİZİM İÇİNDİR- BİZİM TARAFIMIZDANDIR VE BİZE GÖREDİR...

Kaldığımız yere dönelim...
TBMM’si toplanmıştır ama Anadolu hala ateşten bir gömlektir. Ve Türk Milleti ateşle imtihan edilmektedir.

Bir taraftan Yunan ilerleyişi, öbür yandan İstanbul hükümetinin teşvik ve tahrikleriyle sağda solda patlak veren isyanlar.

Birbiri ardına kurulan gizli açık ayrılıkçı ya da işbirlikçi cemiyetler, dernekler...
Kimisi İslam adına, kimisi sözde insanlık adına, kimisi de Müslim ve Gayrı Müslim etnik ve dini azınlıklar adına... 30’u aşkın dernek ve cemiyet...

Saltanatın ve payitahtın korkaklığı, suskunluğu ve hatta çoğu zaman işgalcilerle işbirliği yapmaları...

Halkı Ankara aleyhine isyana kışkırtan, Mustafa Kemal ve arkadaşlarının katline cevaz veren şeyhülislam fetvaları... Ve fitne ve fesadı körükleyen, besleyen İngiliz altınları...

Ama burada bir başka gerçeğin de altını çizelim. Dürrüzade Fetvasından başka bir fetva daha vardır ve öbüründen çok daha önemlidir. Ankara Müftüsü Börekçizade Rıfat Efendi Fetvası. Bu fetva da Mustafa Kemal ve arkadaşlarına destek verir. Bu fetva kısaca ‘payitaht işgal altındadır, halifenin iradesi sahih değildir; dolayısıyla İstanbul’un iradesi de, fetvası da geçersizdir’ der. Üstelik bu fetvanın altında yaklaşık 120 müftünün mührü vardır ki, Dürrüzadenin fetvasına fark atar. O fetva sadece 80 taraftar bulabilmişti.

Bu çelişki çok önemlidir ve bu çelişkide Anadolu’nun durumu belirmekte, halkın dramı yatmaktadır.
Asırlarca arkasında namaza durduğu, asırlarca hayatını fetvalarıyla tanzim ettiği ulemanın bölünmüşlüğü...

Sadece o kadar mı? Sadece Anadolu uleması İstanbul ulemasına mı karşı? Ne gezer?

Yine yıllarca Peygamber Ocağı diye bellediği ve kutsallaştırdığı asker ocağının paşaları hem İngiliz’e, hem de payitahta karşı değil mi? İngiliz’e, Fransız’a, Yunan’a karşı olmalarını, onların da bunlara karşı olmalarını anlamak mümkündür de İstanbul’un Ankara’ya, daha doğrusu payitahtın taşraya karşı olmasını anlamak o dönem ve o halk için pek mümkün, en azından pek kolay olmasa gerek.

‘ İki arada bir derede’ derler ya, Anadolu’daki insanın hali işte o hesap. O kargaşa içerisinde kime, nasıl ve niye inanacağını bilmesi, doğru yolu seçmesi ne de ve nasıl da zordur?

Ama onlar basiretleri ile gerçeği buldular ve kurtuluşa o yoldan yürüdüler...
Daha yolun başında Mustafa Kemal’e bir yığın yoklar sayarlar...
-Para yok, silah yok, mühimmat yok, derler... Bulunur, der...
-Ordu yok, derler, kurulur der...

Ve dediğini yapar... para bulunur... silah bulunur... mühimmat bulunur... ve hepsinden önemlisi düzenli bir ordu kurulur...

Ve İnönü’de, Sakarya’da, Dumlupınar’da düşmanın karşısında bir başka imanla, bir başka azimle durulur...

Sakarya 22 gün 22 gece kan akar... Subaylar savaşıdır... Her 7 asker şehide karşılık bir subay şehit verilir... Böyle bir harbin dünya harp tarihinde emsali yoktur... Subaylar siperde askerle yan yana, omuz omuza; düşmanla gırtlak gırtlağadır...

Sakarya öncesi 5 Temmuz 1921’de Yunan Kralı Kostantin karargahını İzmir’den Uşak’a taşır ve Yunan ileri hareketi başlar... Kendisiyle mülakat yapmak isteyen gazetecilere ANKARA’DA GÖRÜŞELİM der...

Yokluk ve zorluk günleridir...
Yunanlılar ilerledikçe Ordumuz gerilemektedir... Bu ‘hattı müdafaa yok sathı müdafaa var’ dediğimiz gerileyiştir ve bir askeri taktiktir ama moraller de bozuktur. Her ihtimale karşılık Ankara’nın boşaltılması gündeme gelir. Kayseri Lisesi yeni Millet Meclisi olarak hazırlanmış ve hatta bazı milletvekillerinin aileleri yola çıkmıştır bile...

Konu Meclis gündemine taşınır, hararetli münakaşalar yaşanmaktadır. Birden o güne kadar yemin dışında kürsüye hiç çıkmamış, hiç konuşmamış olan Dersim Mebusu Diyap Ağa’nın söz istediği görülür... Herkes merak içindedir. Diyap Ağa ağır adımlarla kürsüye çıkar ve müzakerelerin kaderini belirleyecek şu soruyu sorar:

‘ Efendiler biz buraya erkekler gibi dövüşüp ölmeye mi geldik, yoksa korkup kaçmaya mı?’
Sonra geldiği gibi aynı ağır adımlarla kürsüden iner ve yine geldiği gibi aynı ağır adımlarla ama son derece vakur bir tavırla yerine gider... Bütün mebuslar ayaktadır; Diyap Ağa’yı alkışlamaktadırlar. Karar verilmiştir. Meclis Ankara’da kalacak, mebuslar askere moral vermek üzere cepheye gideceklerdir...

Bu tartışmaların yaşandığı günlerde Meclis Başkanı Mustafa Kemal’in cepheye gidip komutayı ele alması gerekir. Mustafa Kemal görev süresiyle sınırlı olmak ve 3 ayı geçmemek şartıyla ve yine geçici olarak meclisin yetkilerinin kendisine verilmesini ister...

Mecliste kıyametler kopar... O Meclis milletin kendisine verdiği yetkiyi sahiplenmekte ve kullanmakta öylesine hassastır ki, kurucusu ve reisi Mustafa Kemal’e karşı bile ayağa kalkar. Nasıl böyle bir talepte bulunabilir, Meclisin yetkileri o kişi Mustafa Kemal bile olsa nasıl olur da bir kişiye devredilebilir?

Mustafa Kemal ısrarla ve inatla der ki ‘ talebim sadece savaşla ilgili ve bu süreyle sınırlı olmak üzeredir; benden başka bir davranışı nasıl beklersiniz?’

İşte ben o meclise yani 1.TBMM’sine işte bu kararlılığından ve Mustafa Kemal’e de işte kurallara ve kurumlara olan bu bağlılığından, meclise ve milli iradeye olan bu saygısından dolayı bir kere daha şükran duymaktayım. Ve hala bile o meclisle o başkanın hasretini çekmekteyim...

Yetki verilir ve Mustafa Kemal Sakarya’ya cepheye hareket eder. Ve meşhur Tekalif-i Milliye denen 10 emrini yayınlar... Bu on emrin içinde öyle maddeler vardır ki, akıllara ziyandır... Ama o günün şartlarını anlatmak ve anlamak için de bunları bilmek şarttır.

2 NUMARALI EMİR : Şehirler, kasabalar ve köylerdeki her ev birer kat çamaşır( kilot ve fanila veya benzeri iç giyim), birer çift çorap ve birer çift çarık hazırlayarak orduya teslim edecektir.

3 NUMARALI EMİR: Tüccar ve halk elinde bulunan çamaşırlık bez, amerikan, patiska, pamuk, yıkanmış ve yıkanmamış yün ve tiftik, erkek elbisesi yapımına yarayan her türlü kışlık ve yazlık kumaş, kösele, taban astarlığı, sarı ve siyah meşin, sahtiyan, mamul veya yarı mamul çarık, fotin, demir kundura çivisi, tel çivi, kundura ve saraç ipliği, nal, nal yapımında kullanılan demir, mıh, yem torbası, yular, belleme, kolan, kaşağı, gebre, semer ve urganların yüzde kırkı Tekalif-i Milliye komisyonlarına teslim edilecektir. Teslim edilen malların bedelleri daha sonra devlet tarafından ödenecektir.

Bu emirler böyle uzar gider ve ona tamamlanır... Gerisini okumaya gerek var mı?
Bir ordu düşünün ki, sırtında fanilası, ayağında çorabı yoktur...

Bir ordu düşünün ki, nala, mıha, tenekeye muhtaçtır ve üstelik de bunu alacak parası yoktur...
Ve bu ordu, dünyanın en büyük güçleri tarafından donatılan bir ordunun karşısında vatan savunması yapmaktadır...

Yaparlar da... Biraz evvel söylediğim gibi Sakarya 22 gün 22 gece o kahramanların kanıyla kırmızı akar... Ve o 22 gün ve 22 gecenin sonunda Türkün güneşi bir daha batmamak üzere uzakta ufukta bir yerde yavaş yavaş yükselmeye başlar... Ve 1 yıl sonra Kocatepe’de bir ateş topu, bir nur halesi halinde Türk yurdunu aydınlatır.

Eğer bir yaz tatilinde Antalya ya da Aydın’a giderken Afyon’u geçtikten sonra on, on beş dakikanızı ayırır da yolun hemen solundaki Kocatepe Şehitliğine çıkarsanız ya da İzmir yolunda içeriye 1 kilometre sapıp da Dumlupınar Şehitliğine uğrarsanız o sıcak yaz gününde bile serin esen bir rüzgar sizi karşılar. O şehitliklerde şairin deyimiyle ‘ istiklal uğrunda namus yolunda kara toprağın bağrına girmiş’ 16 yaşındaki gönüllü ile 46’lık ihtiyat askerini yan yana yatarken görürsünüz.

Afyonda böyle 13 şehitlik vardır artık ziyaretçisi olmayan, artık fatihası okunmayan... Bunlardan birisi de Giresun Alayı şehitliğidir. Sahi kaç Giresunlunun dedesi o topraklarda yatmaktadır ve kaç Giresunlu bundan haberdardır?

Bir ziyaret, bir duadır bekledikleri ve belki de beklemedikleri...Çok mudur? Onların bize verdiklerinin yanında sözümü olur bir kısa ziyaretin ve bir iki duanın?

O asker, o eldiveni, o çorabı, o çarığı olmayan asker 30 Ağustos günü Afyon’dan İzmir’e doğru hücuma kalkar. Çelik ve betondan oluşan Yunan istihkamlarını nasırlı elleriyle parçalar, Yunan güllerini iman dolu göğsüyle durdurur ve Allah Allah naralarıyla ileriye atılır.

Mustafa Kemal 1 Eylül günü meşhur emrini yayınlar:
ORDULAR İLK HEDEFİNİZ AKDENİZDİR... İLERİ...
VE MUSTAFA KEMALİN ASKERLERİ 9 EYLÜLDE İZMİRE GİRERLER...

Saltanatın ve hilafetin ilgası...
Lozan...
Ve nihayet 29 Ekim 1923 günü ilan edilen CUMHURİYET...

Sohbetimizin adına Samsun’dan Ankara’ya dedik...
Samsun’dan başlayan MİLLİ EGEMENLİK VE TAM BAĞIMSIZLIK yolculuğu Ankara’ya ulaşmıştır ama orada durmamıştır, durmayacaktır da. İleriye hep ileriye dünden bugüne bugünden yarına sürüp gidecektir.

Ta ki, TÜRK MİLLETİ ÇAĞDAŞ MEDENİYET ALEMİNDE HAK ETTİĞİ YERİ ALINCAYA DEK...

Cumhuriyet işte bunun, bu çağdaş medeniyetin önüne geçme kararının adıdır..

Cumhuriyeti kuranlara layık olabildik mi?

Onlardan devraldığımız çağdaşlık ve uygarlık bayrağını daha ileri saflara taşıyabildik, daha yüksek burçlara dikebildik mi?

Bu soruya olumlu yanıt vermek gerçekçi olmaz..olumsuz yanıt ise bu akşamın manasına, coşkusuna uymaz.

Ama bir şey gerçek, hala Cumhuriyetin 10. Yıl Marşından daha güzelini yazamadık, besteleyemedik...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder