30 Kasım 2007 Cuma

“Samsun” Cumhuriyet demektir.




Markalaşmanın değişik boyutlarından bir resmigeçittir Samsun. Bir gün batımı. Bir akşamüstü en gözde yerlerdeki dört ayaklı masasında geleceğin konuşulduğu kenttir Samsun. Samsun bir markadır, markalaşmanın daha bilinmediği ‘Fi’ tarihinden bu yana. Samsun bir kara yazgıdır, Kara Samsun markasını bir türlü ıslak mintanının yakasından atamamış. Bir türlü bu ‘KARA’ yı unutamamış. Samsun bir Kurtuluş’un, bir başkaldırının, bir yeni yazgının ilk adımının marka kentidir aslında. Bir Cumhuriyet’in ilk markasıdır. İlk şahlanışı dünyaya, Türkiye Cumhuriyeti’nin. O halde yeni bir marka aramaya gerek var mı Samsun’a?

Aslında bunu tartışmanın bile yanlış olduğunu düşünüp, Akdeniz’den yetişmeye çalıştığım sesimle, "Aramayı bırak, Marka’ya bak" demek istiyorum. Samsun Türkiye Cumhuriyeti kentlerinin içinde ilkliğini ve özelliğini hiçbir zaman kaybetmeyen ve kaybetmeyecek olan bir kenttir. Bir şahlanış, bir uyanıştır. Ama siz bununla ilgili kentte çalışmalar yapmazsanız, yeni bir marka aramaya kalkarsınız ki, o zaman da Mehmet Yazıcı’nın yazdığı gibi, "Teksas" olur markanız...

Samsun’u öz markasından uzaklaştıran ana unsurları sıralamak başta. Sahipsizliğin her dönemde hüküm sürdüğü 19 Mayıs kentinde yeni bir markalaşmaya gitmeye çalışırsanız karşınıza çıkacak olan veriler Yazıcı’nın yazdığından öteye gitmez. Çünkü, siz markalaşmayı, farklı algılıyorsunuz. Samsun yeni bir ürün değildir. Bakmayın siz hızla Samsunluluk bilincinin tüketilmesi yönündeki çalışmalara...

Samsunluluk ruhunun markalaştırılması için zaman zaman bir ivme içine giren başta SAMSEV ve diğer sivil toplum örgütleri ne yazık ki, bu kentte sadece horlanmış, itilip kakılmış, ölümleri için çoktan fetva kararları verilmiş, aslında olmazsa olmazlarımızdır.

Ama bunları kime nasıl anlatacaksınız. "Hal esnafı sana minnetlerini sunar" ilanlarının Samsun’daki
hangi kültürel amaca hizmet edebileceğini inanın kaç gündür bulabilmiş değilim. Bulabileceğimi de sanmıyorum.

Kentleşmeyi, kocaman beton binaların yükseltilmesi, hızla yeşil alanların yok edilmesi, oturduğu koltuklardan kalkmasını bilmeyen ilahi yöneticilerin çoğalması gibi algılıyorsanız Samsun bu konuda geçmişinden çok daha fazla ivme kazanmış bir kenttir.

Kültür ve sanat’ın adının anılmasının bile hemen hemen suç sayılacağı bir kent, markalaşmasını eğer yeni versiyonlarda aramaya kalkmışsa, o kentte güneş batmaya yüz tutuyor demektir...

Gelişmeyi "sat, kirala ve yok et" olarak kendisine ilke edinmiş bir düşüncenin Samsun’daki versiyonu, kente kazandıracağı yeni kültürel alanların olmadığını her alanda dile getirip, "Nasıl olsa seçilmişim, bir iki dönem daha bu hızla giderim" düşüncesini kendisine markalaşmak olarak seçmiş ise!İşte o zaman tehlike başlamıştır. Hatta vücuda bir virüs gibi girmiştir bu düşünce. Ve tüm organları yok etmenin ince hesaplarını yapmaktadır karanlık düşünceler arkasında.

Samsun altı harflik bir kent değildir. Samsun Türkiye’nin herhangi bir ili, elli beş plakanın sahibi değildir...

Samsun, bir ulusun yeniden uyanışının ilk fotoğrafının çekildiği kenttir.

Samsun, bugün üzerinde özgürce yaşadığımız, düşüncelerimizi karşılıklı paylaştığımız bir cumhuriyetin ilk basamağıdır.

Samsun, nereden gelirse gelsin Cumhuriyete karşı gelecek bir tehlikeye karşı ilk yumruğun atılacağı, ilk merminin sıkılacağı kenttir.

Samsun bir cumhuriyet markasıdır.
Zira samsun, Cumhuriyet demektir…
  
Ali ORHAN / GURBET KUŞU

29 Kasım 2007 Perşembe

Samsun Kent Kültürü



Eşine Ender Rastlanan Bir Dergi;
Samsun Kent Kültürü
7. Sayısıyla Seçkin Gazete Bayii ve Kitabevlerinde

Hepinizin koltuğunun altında bir Kent Kültürü Dergisi görmek isterim; bir somun ekmek gibi.



/ Hakan Dilek
Kent ve Kültürü… İkisi de birbiri olmadığı zamanlar yine birbirini çağrıştıran iki kelime. O iki kelime, Samsun’da yeni çıkan bir derginin adı oldu. 1 Nisan’da her geçen gün biraz daha dibe oturan sosyo-kültürel yapının, bozulan ve dağılan hallerine inatla bir kentin savunusu yapmaya girişmiş.

Bir kenti savunmanın yanında o kayıp kenti yeniden bulmak ve bir mücevher gibi saklamayı hedeflemiş bir grup sevdalı yan yana gelmiş ve sabah edip bir dergiyi sürmüşler beklemenin haznesine… Bir dergi; yazılarla fotoğraflarla dolu bir dergi neyi anlatır bir kente? Düşlerini genç insanların? Yaşı kemale ermişlerin? Bir kentten umudunu kesmişlerin? Bir kente umudunu bağlamışların?

Artırılabilir bu sorular. Her soru bir kez daha bağlar bizi yaşadığımız kente ve sorgulayan tümceler düşer aklımıza? Kent Kültürü Dergisi’nin kapağına taşıdığı başlık hepsini kapsıyor aslında; ‘Kentteyim kendimdeyim!’ İnsanın kendini arayışının bir başka adı belki… Bir çıkmaz yol kadar insanı çaresiz bırakan yanı var Samsun’un; ‘Bu kadar geldik geri mi dönüceez!’ E evet usta! Geri dönmelerin ve yolculuğumuzun; gurbetimizin ve bahçelerimizin hikâyesidir bu kent. Çocukluğumuza yaptığımız yolculuğun bir başka adı…

Fotoğrafları için de ‘yazmak’ isterim. Hani hep sorarım ya; bir fotoğraftan nasıl girilir içeriye? İşte bu sorunun karşılığı var bu dergide. Öyküsü, derdi sıkıntısı olan fotoğraflar… Çarşambalı fotoğraflar, Çiftlik Caddesi’nde eski bir aşkın peşindeki cümleler, ‘nereye gitsen bu kent arkandan gelecek!’diye başlayan cümleler…

Kasabaların, cami avlularının, kadınların, çocukluğuna başlayan yolculukları içlerinde bir eski zaman sevdası gibi taşıyanların renkli anlatılarıyla dolu sayfalar… Her biri insanın yaşadığı memlekete duyduğu sevdayı anlatan yazılarla kurulu yapraklar; ‘Anılar konacak dal istermiş!’ diye dökülen, tutunan yapraklar!

Uzun Samsun Aşireti’nden hikâyeler, mekanlar, sokaklar, caddeler, Çarşambalı sekiz köşe kasket, kilimciler, bir anıya suç ortaklığı yapan isimler, ‘eskidendi çok eskiden’ şarkısı Sezen Aksu’nun, yaşadığı memleketten ayrı düşmüşlerin sıla mektupları, ‘bu kentte yaşayacağım ve kendime gerekçe üretiyorum!’ diyenler… Hepsinin toplamı biraz hiç biri belki…

Kent Kültürü Dergisi bu kentin bütün umarsızlıklarına ve üzerine ölü toprağı serpilmişliğine karşın; ‘Belki yine gelirim / sesime ses veren olursa bir gün / biz yürürsek hangi kent güzelleşmez!’ diyenlerin dergisi olsun. Ve en çok de derginin meramını anlattığı çıkış yazısını okuyalım hem de defalarca…

Hepinizin koltuğunun altında bir Kent Kültürü Dergisi görmek isterim; bir somun ekmek gibi. Herkesin iç ceplerinde; dostun dosta yazdığı mektup gibi… Evet ‘dostun dosta yazdığı mektup’ gibi...

Samsun’dan Bursa’ya Selam Olsun!!!



Bonnie Bee diyor ki;
Bursa'da eski bir cami avlusu, küçük şadırvanda şakırdayan su.
Orhan zamanından kalma bir duvar, onunla bir yaşta ihtiyar çınar.
Eliyor dört yana sakin bir günü, bir rüyadan arta kalmanın hüznü…
                                                                                     A.H.Tanpınar



Öğr.Gör.Yasemin Şimşek
Bursa… Bu kenti gerçekten çok severim. Sokaklarında gezinirken kaybolsam,  Konya’da  Hacı Veyiszade   Camii bana nasıl yol gösterirse,  Ulu Cami de  hep pusula görevindedir, bilirim.

Evet, bu kentin tarihi dokusu sarıp sarmalar, caddelerinde yürürken dar uzun yolları sizi mutlaka bir hana ya da bir kütüphaneye ulaştırır. Tanpınar dizelerinde olduğu gibi, mutlaka koca bir çınar yokuşun başında sizi bekler.

Fakat, Bursa’nın ayrı bir tadı vardır benim için… Samsun’un Beylik köyünden kopup gelinen, Fikret’le başlayan ve Ayşe'yle devam eden uzun bir öyküyü barındırır içerisinde.

Hemen hemen hepimizin bir eşi, dostu, bir akrabası başka başka kentlere, sizden çok uzak yerlere içinizden kopup gitmişlerdir. Tanımadıkları bu kentin terminalinde başlamıştır öyküleri. Bazen buna sebep üniversite eğitimi olmuş, bazen asker olmuş gitmiş, bazen o kentte evlenip gitmiş, bazen de sebep tamamen yeni bir başlangıç isteği olmuştur. Artık yeni bir kentte yeni bir başlangıç yapmışlardır.

Yeni yeni olgular, insanlar, konu komşu, iş, güç, bir bakmışsın evlenmişler ve geride bıraktıkları, kopup gelinen şehir artık misafir olma tadındadır. Artık gözleyip dururuz yollarını, ne zaman gelirler bilinmez…

Not: Gülsemin, Hakan ve bebeler her hafta sonu olduğu gibi yine beraberdik. (Bir yandan bebelerin peşinde koştururken bir yandan da telefona cevap verme başarısı.) Doktor, Bursa’dan selam yolluyordu Samsun’a.  Bir çift selam da bizden olsun!   Şükranıma, doktoruma, Şevkinazıma…   Şükriyemize,  Mehmet Ağabeyimize…   Ahmet Ağabeyimize… Fikriyemize…  Bilcümle Tahtakale esnafına, Ahmet Ağabeyimize… 

Tüm dostlarımıza Samsun’dan selam olsun!

Cem Gibi



Cem KAYNAR
Taşrada Tiyatrocu Olmak!


/Sıdık Akbayır
 Cem Kaynar… Tedavisi ertelenen bir neslin son çocuklarından… Tarihin ayaklarına, coğrafyanın dizlerine dolandığı bir kuşağın son tanıklarından… Bir söz ülkesinde, cevaplar beklerken bir sual olup çıkan, terbiyesi taşralı, tebessümü kararlı, yolun ortasında bir adam… “Varlığın ve hiçliğin kaynaştığı göçebe yağmur”a çocuklukta yakalanan ve hüznü ‘Cem Gibi’ yaşayan bir düşevi yolcusu… Hangi oyunda yer alsa ‘yalnızlık’la, hangi zamana sitem etse ‘hayat’la karşılaşan ve soru areti gibi sevinip ünlem gibi üzülen bir Ahmet Yekta…

İlkin koltuklarının rengine, ardından ışıklarının akamozuna vurulduğu bir tiyatro salonundan çıkarken yedi-sekiz yaşlarındadır ve gözü hep erdededir.Kararını vermiştir: ‘Büyümeyi beklemeden tiyatrocu olacağım!’“ Kuzenlerinin elinden urtulsa belki de tiyatronun kapısından hiç ayrılmayacaktır o gün Tiyatrocuların hayatları da oyunları ibidir ona göre. Hayatın oyundan ibaret olduğu tek yerdir tiyatro…

Cebinde bitmemiş tiratlar, sırtında bir tiyatronun yükü Anadolu turnelerine çıkar. Yol boyunca, neye
olduğunu bile bilmediği bir hasretle atıldığı serüveni sorgular. Yolları, diline dolanan dizelerle tüketir:

“Batık teknemin suya gömülmüş ahşap direklerinde Asılmış tüm yolcularım. Celal'im! Sinan'ım! Bu deniz nereye gider, bir biz kaldık Ve yağmur tüm kapıları siler.” Parmakların yaptığı ve yalnızca kâra dönüşme hesabı güdülen işe hapsolmuş akıl çağında bir amatör tiyatronun afişlerine tutunur. Sonrası, çoğalan bir suskunluktur.
     
Gülümsemelerin bile başkalaştığı sığınak dostluklarının yanında Yekta gibi bir abisi de olur. Bir galaöncesinde kaybeder bu, en yakın dostunu. “Bu soğuk, bu kimsesiz karanlıkta Yalnızım, ellerimden başka yok fenerim.” diyerek ayakta durmaya çalışan bir sahne emekçisidir artık. Ne Kadar Gitsem O Kadar Uzak’

1972’de Samsun’da doğar. İlk, orta ve lise eğitimini Samsun’da tamamlar. Sahneye ilk kez ortaokulda“Göcekler Göğerince” adlı oyunla Konak Sineması’nda çıkar. Üniversiteye giriş sınavlarında iki kez üst üste başarısız olunca 1990’da DSİ VII. Bölge Müdürlüğü’nde baba mesleği olan fotoğrafçılığa başlar. Halen aynı kurumun Sosyal Hizmetler Servisi’ndeçalışmaktadır.

1991’de DSİ İşçi Tiyatrosu’nda kurucu üyelik yapar. 1992’de zamanki adı ile Samsun Belediye Konservatuarı Tiyatro Bölümü’ne girer. Konservatuarda “Harput’ta Bir Amerikalı”, “72. Koğuş”, “AylaÖğretmen” adlı oyunlar da oyuncu olarak görev alır. 1995’te şu anda da bağlı bulunduğu tiyatronun yaratıcı kadrosundaki arkadaşlarıyla Tabipler odası’nın desteği(?) ile Melih Cevdet Anday’ın “İçerdekiler” adlı oyunuyla ilk yönetmenlik deneyimini yaşar. Bu oyunun, tiyatroyla kurduğu ilginin akışında çok büyük bir önemi olduğunu düşünür. 1996’da Gazi Belediyesi Tiyatro Topluluğu’nun kurucuları arasında bulunur. 1960’lardan Günümüze Tiyatro Fotoğrafları Sergisi ve Samsun’da Tiyatro Sanatına Katkıda Bulunan Eski Ustalara Ödül Töreni’ni gerçekleştirilmesinde önemli bir rol üstlenir. Burada, Yekta Keçeli ile tiyatro hayatının bir şansı olarak karşılaşır. Şu anda tiyatro etiği adına kavradığı birçok şeyi, bu değerli tiyatro adamından öğrendiğini düşünür.

Gazi Belediye Tiyatrosu’nun ilk oyunu “Evin Kadınları” Uluslararası Denizli Tiyatro Festivali’ne seçilir. 4 aylık askerlik sonrasında Tiyatro Tiyatro ile kısa bir çalışma dönemi olur. Kendi oyun alanını oluşturma düşüncesi artık vazgeçilmez olur. Şu anda yaşam mücadelesi veren Samsun Düşevi Oyuncuları’nı 1998’de üç arkadaşıyla kurar. Bu, onun tiyatro yaşamında gerçek bir milattır. Artık, görsel sanatlarla uğraşan birçok kişinin karanlığından korunacak bir ışığı vardır. Ya da öyle zanneder.‘Zannetmişim!’ der; çünkü amatör tiyatro yaparken sorunu olan şeylerin çoğu artık ikinci üçüncü dereceden bir sorun durumuna gelmeye başlamıştır. Profesyonel bir tiyatro yapmak ve bir işletme sahibi olmak; sadece bu işi sevmek ve kendini geliştirmekle olmaz; çünkü bu kabul edilse de edilmese de ticari bir iştir. Bu, canını çok sıkan ve tüm gelişim çabalarına rağmen tam anlamıyla
olamadığını düşündüğü ticari bir kesittir. Bu kesitte şanslı olmak, kurulduğu yıldan itibaren Kültür akanlığı’ndan profesyonel proje yardımı alan Anadolu’daki az sayıdaki tiyatro arasına girmekse; bu, avaşı kaybetmiş bir askerin yakasına taktığı hizmet madalyasından başka birşey değildir.

Samsun evi Oyuncuları’nın şimdiye dek yaptığı en iyi üretim olduğunu iddia ettiği 3. Sayfadan Kadın Hikayeleri dına şunları söyler :

 “Birgün gazetede okuduğum bir töre cinayeti haberinden gerçekten çok etkilendimve düşünmeye başladım. Biz Düşevi Oyuncuları olarak kuruluş amaçlarımızdan birisi olan toplumsal meseleleri irdeleme,sorumlulukçerçevesinde sosyal oyunlar yapmak için elimizden geleniyaptık. Ancak Türkiye’ de kadına uygulananşiddet konusu gereğinden fazla ağır kanamalı bir onu. Bunla ilgili bir oyun yapsak ve sponsorlarla binlerce kadınaücretsiz oynayıp, en azından kendi orunlarına bir farkındalık yaratsak dedik. Bunla ilgili yaklaşık altı aylık bir hazırlık evresi geçti. Uzman psikolog arkadaşımız ve yaratıcı kadro defalarca bir araya geldi. Sonuç olarak da bir gazetenin 3. sayfasında yer alan kadına yönelik şiddet haberlerinden yola çıkarak oyunumuzu yazıp sahneye oyduk.

Bu oyun, benim yaşamımdaki en önemliüretimlerden, deneyimlerden biridir. Bunun birkaç ebebi var: Tiyatromuzun her şeyi ileözgün ilk oyunu olması, oyunun galasına 5 gün kala Yekta eçeli’yi itirmemiz ve oyuncu arkadaşlarımızın aldığı kararla galayı iptal etmeden ilk oyunumuzu muhteşem birşekilde icra edip, oyun sonrası kuliste tüm ekibin birbirine sarılarak ağlaması, dostum olan, isteme karşı bilinç birliği yaptığımız ve yıllarca küçük üretimlerde bulunan tüm arkadaşlarımla ortak veiyi bir üretimin serüveninin paylaşılması…

1999-2000 sezonundan itibaren Kültür ve Turizm Bakanlığından profesyonel proje yardımı alan Türkiye’deki az sayıda tiyatro arasına girmeyi başarır. Tiyatronun tamamıyla ilk özgün projesi, Hürriyet gazetesi arşivindeki gerçek haberlerden esinlenerek kurgulanan ve 7 kişinin ortaklaşa çabasıyla ortayaçıkan ‘3. Sayfadan Kadın Hikayeleri’dir. Bu oyun konusunda Cem Kaynar, şunları söyler:

 “Türkiye’de kadının maruz kaldığı şiddetin yeni gerçekçi bir yorumla sahneye konmuş bir biçimidir.”

Örgütlenme bilincindeki tiyatro, TİYAP (Tiyatro Yapımcıları Derneği) ve ASSİTEJ (Uluslararası Çocuk ve Gençlik Tiyatroları Birliği) üyesidir. Ayrıca, Bursa10.Uluslararası Çocuk ve Gençlik Tiyatroları Festivali’ne gözlemci ve panelist düzeyinde katılır.

Tiyatro, Tamer Barış Ülgen’in uyarlayıp yönetip oynadığı Savaş Karşıtı “Onur ve Barış” adlı oyunla “Ethos Uluslararası Tiyatro Festivali”ne katılır. Oyunlarını Samsun Gazi Sahnesi’nde sabit günlerde oynayan tiyatro, senede ortalama yirmi turne yapar.

Kurulduğu yıldan itibaren tiyatro sanatına değer kazandırmayı kendine ilke edinen Samsun Düşevi Oyuncuları bu anlamda birçok eğitim etkinliği içinde yer alır ve Devlet Konservatuarlarına14 öğrenci kazandırır.

Samsun Halkına Açık Mektup
…Bilgisayarlar tarafından doğrulanmadıkça kendi çözümümüzü kabul ettiremez olduk. Özgün yaratıcılığın yerini, sentetik yaratıcılık aldı. Artık evlerimizde müzik yapmıyoruz. Bunu bizim için yapan elektronik aletlerimiz var. Yüksek sesle konuşamıyoruz, tartışamıyoruz, iletişim kuramıyoruz, çünkü televizyonun donuk camından dünyayı anlamaya çalışıyoruz. Sanat olaylarına daha az katılır oldu.

Tiyatronun amacı, bu yozlaşmayı engellemek, hiç olmazsa geciktirmektir. Nükleer savaş tehlikesinden, çevre kirliliğinden, hatta bazı toplumlardaki açlık sorunundan bir gün kurtulabiliriz. Ancak dikkatli olmadığımız takdirde boşlukta kalmış insanların çoğalması ile başka deyişle “Ölüm İçgüdüsü”nün çoğalması ile yok olmaktan kurtulamayız. Sanatın sınırsız toprakları üzerinde tiyatro, yarının dünyasını kurtarmak adına estetik dünyayı yaratmak zorundadır. TİYATRO, ASLA ÖLMEDİĞİ İÇİN DEĞİL SÜREKLİ YENİDEN DOĞDUĞU İÇİN ÖLÜMSÜZDÜR.

Bu sebeple biz aşağıda ismi olan Tiyatro Sanatçıları kendi adımıza ve temsil ettiğimiz kurumlar adına Samsun’da son dönemde gerçekleştirilmeye çalışan popüler kültürün uzantısı olarak yaptıkları şovların adına “Tiyatro” diyen ve kendilerini Tiyatro Sanatçısı olarak sunan insanları kınıyoruz. Toplumumuzu ve basınımızı yanlış yönlendirmeleri sonucunda da maalesef bu insanlar lehinde araştırmasız-yalın haberler yapılıyor. Bizler 1923’lerde Bedia Muvahhit’lerin, Muhsin Ertuğrul’ların tiyatro yaptığı Samsun’u özlüyoruz. 1960’lardaki, 1980’lerdeki Oda Tiyatrosu geleneğini özlüyoruz.Tragedyaların oynandığı, insanların ayda bir iki kez tiyatroya gittiği Samsun’u özlüyoruz. PEKİ YA SİZ!

Bunun için buradan Samsun Milletvekillerimize, Valimize, Belediye Başkanlarımıza, Ondokuz Mayıs Üniversitesi Rektörümüze, Milli Eğitim Müdürümüze, İl Kültür ve Turizm Müdürümüze, Sivil ToplumÖrgütlerine, Parti Temsilcilerine ve Tüm Samsun Halkına duyurmak istiyoruz. Samsun’da Gazi Sahnesi, Değişim Sahnesi, AKM, Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tiyatro Salonları ve benzeri sahnelerde faaliyet gösteren, tiyatronun her türlü yükümlülüklerini yerine getiren profesyonel veya amatör tiyatrolarımızın yaşamasını istiyorsanız ve Samsun’un her konuda geride kaldığı gibi tiyatro alanında da geride kalmasını istemiyorsanız, lütfen artık gerekeni yapın. İyi ile kötüyü ayırmak içinse bakmak değil görmek yeterli olacaktır.




Cem Kaynar’la Söyleşi:

Taşrada Tiyatrocu Olmak
Bir kentin yerlisi olmak ya da o kentli olmak kavramlarından neler anlıyorsunuz?

Her şeyinle oraya ait olmak ilk akla gelen şey sanırım. ‘Kentli olmak, kent kültürü’ henüz yaşamımızda tam bir karşılığı olmayan kavramlar… Bir yaşam alanının kent, kent içerisinde yaşayanların da kent kültürünün öğeleri olması, bir kültürü zorunlu kılar. Sınırları –her yönüyle- belirlenmiş bir yaşam alanındakilerin de o alana özgü kültürel tavırlar sergilemesiyle varılan bir süreçtir kentli olmak.

Bir kentin yerlisi olmak sanırım, en akıllısı ile en delisini tanımaktan geçer. Aradaki yelpaze size büyük bir aidiyet duysu yaşatır. Kentin kültürel dokusunu örmek ise en güzel sanatın yaratıcı, onarıcı işleviyle mümkün kılınabilir. Kenti bilen, kentte yaşayan, kente ait sanatçıların oluşturduğu ürünler o bölgenin kokusu olur. Evet, ben onlarca şehir bilirim kokusuz kendine ait bir kokusu yok özenti mağaza isimleri, kafeteryalar şehri yozlaştırır. Babamın dediği gibi “Üstü ciciş cebi boş” bir kent değil benim istediğim…

Samsunlu olmak sizin için ne ifade ediyor?  
Samsun benim doğduğum, büyüdüğüm ve ürettiğim şehir… Kendimi ait hissettiğim bir yaşam alanı. Elime çok iyi bir imkan geçseydi, uzun saçlı hırçın bir kadına benzeyen bu şehre ihanet eder miydim, bilmiyorum. Ama ihanet ihtimalinin insanı diri tuttuğunu da çok iyi biliyorum. Ve ihanetin ayrılığa borçlanmak olduğunu…

Farkındalık önemli bir kelime bu anlamda. Yaşadığın şehrin ve insanlarının farkında olmak. Nefes almaktan başka derdi olup, üreten insanlarının farkında olmak. Kör Hasanın, Saathane Meydanının, Deniz kokusunun farkında olmak. Ben bu şehri güzel ve yaşanılabilir bir yer haline getirmek için çabalıyorum. Sonuç malum, deniz kıyısına yazılan yazı…

Samsun için ‘kültürel belleği yitik’ bir kent tanımlaması yapılıyor. Bu bağlamda neler söylemek isterdiniz? 
Samsun’un sosyolojik yapısı gerçekten çok farklı. Samsun’un yerlisi denilebilecek insan yok gibi… Çok göç alan ve gelen her kültürden etkilenen kozmopolit birşehir… En basit örneği her şehrin bir halkoyunları yapısı vardır. Yani Bar, Horon, Ağırlama, Halay gibi. Ama bir tek Samsun yöresi Kültür Bakanlığı’ndan onay alamamıştır. Bu çalışmada da anlatılacağı üzere Samsun’da yaşamış ve bu şehre kimlik kazandırmış, bu şehrin kültürünü belirlemiş çok değerli sanatçılar var; ama şimdiye dek, onlar hiç yaşamamışlar gibi davranılmış.

Samsunlu ya da Samsun doğumlu sanatçılar, söylemlerinde istisnalar dışında Samsunlu olma olgusunu, sizce neden pek gündeme getirmek istemiyorlar? 
Bundan çekindiklerini zannetmiyorum. Ama şu bir gerçek her nereye gidip Samsunluyum derseniz direkt taşralı damgasını yiyorsunuz. Bu damganın altındaki birkaç cümle bekli de masum ve sevimlidir, gerisi ise hiç birimizin duymak istemediği düşüncelerdir. En basitinden İstanbul’da yaşayan binlerce Samsunlu birçok dernek, vakıf kurdu, ama senede bir gün bir araya gelip kendi kültürlerini yaşamak noktasında çok pasif kaldılar. Yani benim tanığım birçok sanatçıya Samsun doğumlu olmak hiçbir şey kazandırmamıştır.

Samsun’un sanat atlasında tiyatronun yeri konusunda neler söyleyebilirsiniz?
Samsun’un tiyatro tarihi üç ayrı döneme ayrılabilir: Cumhuriyet Öncesi, Cumhuriyet Sonrası ve İhtilal Sonrası. Birinci dönem özetle Muhsin Ertuğrul, Bedia Muhavvit, Vasfı Rıza Zobu, Muammer Karaca gibi ustaların yurt dışı turnelerinden önce gemiyle geldiği ve bir ay süreli (1920’de Samsun nüfusu nedir?) turne yaptığı, ülkenin en önemli sanat noktalarından birisi… İkinci dönem, 1960’lı yıllar yani tiyatro-nun altın çağı… Şimdi bile hayal edemediğimiz bir şekilde Bafra’da Shakespeare oynanıyor. Bir sürü büyük tiyatro Samsun’a kalıcı turnelere geliyor, en az iki, üç ay süreli… Samsun Oda Tiyatrosu kurulu-yor ve haftada 5 gün perde açıyor. Türkiye’ nin en büyük tiyatroları hep Samsun’ dalar… Tabii ki o dönemden yetişen ustalar bugün Türk tiyatrosuna yön verenler arasındadır. Son dönemse; tanıklık yaptığımız her şeyin doğallığını yitirdiği İhtilal Sonrası. Gelinen durum ortada… Aslında tüm bu olumsuzluklara rağmen Samsun tiyatro enerjisi en yüksek Anadolu ilidir. Umarım böyle de kalır.

Samsun’da tiyatronun yeri konusunda neler söylemek isterdiniz?  
Cumhuriyet’in ilanıyla Bedia Muhavvit, Muhsin Ertuğrul gibi birçok ustanın içinde bulunduğu tiyatro turnelerini önce gemiyle geldikleri Samsun’ dan başlatmışlar ve sonrasında Avrupa’ ya açılmışlardır.1 ay süreli oyunlarını sergileyen tiyatroların salon sıkıntısı çekmediği söylenmektedir. O dönemde şimdiki karşılığı mafya olan birtakım kabadayılar, bayan sanatçıların korunmasını üstlenmiş ve turne boyunca şehirde onlara yardımcı olmuşlardır. Ayrıca Samsun’da Cumhuriyet öncesi 3000 kişilik Tiyatro Salonu olduğu da söylenmektedir.

1960’lı yıllarda ise şu anda Mecidiye Caddesi üzerinde bulunan ve mobilya mağazası olarak işletilen bir mekan döner sahne olarak kullanılıyormuş. (2007’ deyiz, hâlâ ilimizde öyle bir sahne yok!) Tekelin İşçi Tiyatrosu yaptığı bir salonu varmış, sonrasında birçok ünlüyü yetiştiren Oda Tiyatrosu (Eski Hal Binasında) açılmış. Daha sonrasında bildiğiniz gibi Samsuna büyük hizmetler vermiş Açık Hava Tiyatromuz açıldı (Değişim Sahnesi arkası) ve talihsiz bir şekilde belediye tarafından yıkıldı. Bu yıllarda Çarşamba, Bafra, Alaçam gibi birçok ilçede de tiyatro salonları faaliyetlerini yürütüyordu. 1987 yılında ise şu anki Oda Tiyatrosu açıldı ve ne yazık ki o canım mekan 1995’te Kültür Bakanlığı’na devredildi. Samsun’ daki tek tiyatro mekanı da tiyatrocuların elinden alınınca herkes kendi şartlarında salon olma özelliği taşımayan mekanlarda oyunlarını sergilemeye başladı. Daha sonra da şu anda Samsun’da faaliyet gösteren özel tiyatroların temeli atıldı.

1960’lı yıllarda televizyon olmadığından, insanlar tiyatroya çok daha duyarlıydı. Bu nedenle Samsun Oda Tiyatrosu’nun çıkarmış olduğu oyunlar başta olmak üzere turne oyunları, yerel amatör grupların oyunları dolup taşıyordu. 1970’li yıllarda ise Samsun yerel gruplar anlamında pek varlık gösterememiş olup turne tiyatrolarının uğrak yeri olmuştur. Özellikle yazın Fuar Açık Hava Tiyatrosuna gelen gruplar en az on gün perde açarlarmış.

1987 yılında açılan Belediyeye bağlı Oda Tiyatrosu ile çok büyük bir ivme kazanmış olan Samsun Tiyatrosu 1996 yılından itibaren özel tiyatroların faaliyetleri ile canlanmıştır. Popüler kültürün her türlü etkisini en net yaşayan sanat dallarından birisi de tiyatrodur. Samsun’daki son dönem tiyatro faaliyetlerine ise en çok damgasını vuran konu bu olmuştur. Dokuz yılda birçok tiyatro kurulmuş, parçalanmış ve ıkılmıştır. 2005 itibariyle Altı Özel Tiyatro, iki Belediye Tiyatrosu, bir Üniversite Tiyatrosu olmak üzere toplam dokuz tiyatro faaliyet göstermektedir. Bu tiyatrolardan ekim-haziran ayları arası olan tiyatro sezonunda devamlı perde açanlar ve Kültür ve Turizm Bakanlığı’nca desteklenenler; Samsun Düşevi Oyuncuları, Samsun Sanat Tiyatrosu. Bu anlamda Samsun’un birçok tarihsel ve turistik avantajının yanı sıra sanatsal avantajı olduğu bilinmelidir. Samsun’a iş, gezi veya ziyaret amaçlı gelindiğinde haftanın hemen her günü Gazi Sahnesi’nde çeşitli tiyatro oyunlarını seyretme, resim sergisi gezme ya da konser izleme fırsatınız olabilir.

2004-2005 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığının profesyonel proje yardımı verdiği 34 Tiyatrodan birisi şehrimizin en başarılı tiyatro grubu Samsun Düşevi Oyuncuları’dır.

Anadolu’da tiyatro adına bir şeyler oluyor mu? 
Anadolu’da gerçekten bir şeyler oluyor. İnsanlar, sistemin nimetlerinden mümkün olduğu kadar uzak ve umarsızca belki; ancak çok acemice ve samimi bir hisle de olsa bir şeyler yapmaya çalışıyor.İstanbul’da yapılan tüm tiyatro etkinliklerini aynı anda değerlendirdiğinizde büyük bir keşmekeş ve popülerlikle karşılaşıyorsunuz. Biraz yaklaşıp tek tek değerlendirdiğinizde ise çok nitelikli, çok samimi, çok teknik ve çok iyi denilebilecek projelerle karşılaşıyoruz. Ama farklı bir yaklaşım veya aşağılık kompleksi olarak alabilece-ğiniz bir durumda İstanbul Anadolu'ya nasıl bakıyorsa artık Anadolu da İstanbul’a öyle bakıyor, yani "Genel!"

Anadolu'nun dört bir yanında insanlar hiçbir tarikat üyeliği veya inanç bağımlılığı olmadan ve maddi karşılık beklemeden sanki gizli bir örgütmüş gibi tiyatro yapıyor ve bir amaca hizmet veriyor. Benim bildiğim Kars Belediye Tiyatrosu, Sinop Sanat Tiyatrosu, Giresun Şehir Tiyatrosu, Ordu Belediye Tiyatrosu, Amasya Şehir Tiyatrosu ve yeni tanıştığım Yalova Şehir Tiyatrosu bunlardan birkaçı. Bu tiyatrolar amatör-profesyonel bulundukları bölge çevresinde etkili ve deneysel işler yapmak uğraşındalar. 1996’da Denizli’deki Çocuk Tiyatroları Festivali’nde bir (Tiyatro Adamı) bu tiyatroların hiçbirinin tiyatro yapmadığını, tiyatroculuğun bir meslek olduğunu ve mesleklerde de amatörlük olamayacağını söylemişti. O zaman da karşı çıkmıştım şimdi de karşı çıkıyorum. Ben de yıllarca amatör tiyatrolar çatısı altında üretimde bulundum ve belki de tiyatro hayatımın en mutlu yıllarıydı. Tabi ki bir sürü eksiğimiz vardı. Ama insanlar bunları bilerek oyunlarımıza geldiğinden, sadece sahnedeki samimiyeti ve şaşkınlığı önemserdi.

Sonuç olarak gerçekten tiyatro yapmaya çalışan samimi olan amatör- profesyonel, İstanbul’da- Anadolu’da hiç kimseyle bir husumetim yok. Bunun için ASSİTEJ ve TİYAP üyesi oldum, mücadelemi örgütlü olarak verip Anadolu’nun sesini duyurmaya çalışıyorum. Şimdi kendi kendime sorduğum sorulara gelelim: Bu mücadeleni yine büyük tiyatro temsilcilerinin kurduğu ya da egemen olduğu siteler üzerin yürütmek doğru mu? (Tiyatro keyfini farklı görüyorum umarım yanılmam…) Sana mı düştü Anadolu’daki tiyatroları tanıtmak? Hazırladığın 2005-2006 sezonu ikinci projeni İstanbul’da oynamak duygusu niye hoşuna gidiyor? Son sekiz senedir seçmiş olduğun profesyonel tiyatro kulvarına girmek bir başarı, ayakta kalmak bir başarı ama kendini tekrarlamaya başladığın an her şeyi bırakacağın kararı hâlâ geçerli mi? Ve bunlar gibi onlarca soru.

tiyatrokeyfi.com sitesine yazmış olduğum ilkyazımla Sayın Tülin Sağlam’la ve dolayısıyla ASSİTEJ'le tanıtıştım. Yeni gruplar, yeni insanlar tanıdım ve yeni ilişkiler kurdum. Umarım bu iletişimsizlik çağında "İletişiriz" Anadolu’da bir şeyler oluyor.
Gelecek için neler düşlüyorsunuz?
Düşevi benim için bir pencere. Hayatımda nefes alamadığımda bir parça aralayıp, mis gibi sevinci içime doldurduğum bir pencere.

Hep komün bir tiyatro yapmak hayaliyle yaşadım, ama bunun gerçek olmadığını görünce, insanları eğitmeye başladım. Tabiî ki bildiğim kadarıyla ve olabildiğince.

Üniversite tiyatro bölümlerine girişine bir parça katkım olan ve adam gibi oyuncu olmaya çalışan arkadaşlarımın hep yanında oldum ve olacağım.

Tiyatro da en çok Yekta Ağabeyi özlüyorum, onun yorumlarını, olumsuzluklarını ve onunla baba oğul gibi rakı içmeyi özlüyorum. Yeni oyunlar yazıp insanları etkilemek ve biraz dürtmek istiyorum. Bunla ilgili de kendime ön şartsız yandaşlar arıyorum. Derdi benimle aynı olacak yandaşlar.

Samsun’da ne şekilde anılacağım beni çok ilgilendiriyor. Yaptığım hatalardan dolayı, özellikle tiyatro ile ilgili kendimi acıtmamayı çok sonra öğrendim. Aldanışlara inat hep yeniden koştum aşka.


Cem Kaynar, kendisini nasıl tanımlamak ister?
Hayatımda hiç kimse ile yumruk yumruğa kavga etmedim. Daha liseye başlamadan kaybettiğim amcamdan çok etkilendim ve çok şey öğrendim. Tam bir demokrat, tam bir insan, tam bir baba, tam bir yönetici olmayı nasıl başarıyordu bilmiyorum. Onu kaybedeli 20 sene olmasına rağmen hâlâ ismini duyup önünü ilikleyen insanlar var.

Aşk adamı değildim, ama birkaç kez aşık oldum. Büyük sanatçılar gibi bunlardan beslenme fırsatımsa pek olmadı. Beni de içine alan toplumsal genel yıvışıklık ve tembellik en büyük problemim. Çünkü bir insan kendini bir yere ait hissetmiyorsa ve yaşamsal aktivitelerine bir vakit geçirme olarak bakıyorsa onun için zaman durmuştur ve deney faresi kıvamında kalp krizini bekliyordur belki.

Genel anlamda kıskanç olmadım. Ama hayatının en büyük kıskançlığını kardeşim doğunca yaşamıştım. Hırslı da olmadım, hırslı olanlara da hayret ettim. Toplumdaki genel kabullenilişim “cem baba” şeklinde oldu. Biraz yardımseverlik, biraz ‘güzinablalık’ ve en önemlisi güvenirlilik. Evet bu yüzden insanları kandırmaya cesaret edemedim. Sanırım yıllarca Atakan’la oynadığımız “Babadodo” oyunu hayatımdaki yaptığım en yaratıcı şey.


Söylemek istediğiniz her şey.......
Hayal kurmayı severim. Tabii ki ne de olsa en büyük farkımız bu, hâlâ hayal kurmak ve kurulan hayalin zevkine varmak…

Öyle bir Samsun istiyorum ki…

Tiyatrosuna sahip çıkan, yanlış ve kötü yapılan şeyleri acımasızca eleştirip, cezalandıran. Ama iyi yapılana da destek olan bir Samsun.

Tüm caddelerinde Belediyeler tarafından yapılmış Afiş Panoları olan.

Oyun akşamları gişe önlerinde metrelerce kuyruk olan.

Sezonda oynanacak repertuarını merak edecek seyircisi olan.

Yüzlerce çocuğun Tiyatro kurslarına gittiği ve geleceğin Tiyatrocu ve seyircilerinin yetiştiği Kültür Merkezleri istiyorum.

Bir Tiyatrocu bu şehirden göçmek istediğinde bırakmayan sahip çıkan bir Samsun istiyorum.

Belediye başkanından, demokratik kitle örgüt başkanına, fabrikatöründen, kuyumcusuna dek herkes bilmeli ki şehre yatırım yapmadığınız sürece yarın çocuklarınız bu şehirde yaşayamayacak! Siz de o kocaman işyerlerinizi bırakıp bir yerlere gidemeyeceksiniz ve Samsun küçük bir Beyoğlu olacak…


Samsun'da 40.Sayısı Yayınlanan bir Dergi; "YOLCU"
ve söz “yolcu”nun… “biz sözün coğrafyasına inanıyoruz !!! ”



YOLCU Dergisi 40. sayısına ulaştı. Taşradan bir dergi yolculuğunu 40 sayıya ulaştırabilmek oldukça zor bir yürüyüş. Çıkmaya başladıkları dönem itibariyle Anadolu’nun değişik merkezlerinde boy veren bir çok dergi ne yazık ki kısa sürede kapılarını kapatırken YOLCU okuru ile kurmuş olduğu özel ilişki ve ekibinin direnci sayesinde bugünlere kadar gelebildi. YOLCU deyince kuşkusuz muhalif, protest bir tavırı da hatırlamamız gerekli. Sonra geneleksel hale gelen ve Türkiye’nin önemli şair/yazar/entelektüeli ile yaptıkları orta sayfa söyleşileri.. Ön kapak ve arka kapak tasarımlarını da unutmamalıyız. YOLCU’nun en önemli özelliklerinden birisi de hiç kuşkusuz fotoğraf merkezli bir metin sunumu yapması. Kimi zaman metinlerin yanında yayınlanan bu fotoğrafların, metnin önüne bile geçtiği oluyor. Derginin Genel Yayın Yönetmeni sevgili FERHAT KALENDER ile YOLCU’yu yolcu yapan bütün bunları 40. sayılarına ulaşmaları vesilesi ile konuştuk… Yolcu Dergisinin Genel Yayın Yönetmeni Ferhat Kalender:“Biz sözün coğrafyasına inanıyoruz!”


YOLCU dergisi 40. sayısını çıkardı. Hiç durmadan 40. sayıya ulaşan bu uzun koşu nasıl başlamıştı, hangi süreçlerden geçti?
İnsan duruşunun öyküsü ne ise Yolcu Dergisi’nin öyküsü de odur. Yol varsa Yolcu’da vardır her zaman. Bu derginin yoldaşları sert ve kaypak bir zaman aralığında işe koyuldular. İlk çıkış tarihi 28 Şubat ‘97 sonrasına rast gelir. Ve kapağımızda aynen şu yazıyordu: “Burası Türkiye; tarih kaydediyor!” ve ikinci sayımızın kapağı halimizi daha açık ele veriyor; “ Çoraplarımızın rengiyle uyumlu değilse, değişmesi gereken kanunlardır!” Her ne sebeple olursa olsun insanın yeryüzündeki yürüyüşüne ket vuracak her türlü barbarlığı ve bağnazlığa karşı sahici bir söz duruşu sergilemek gerektiği söylemiyle hareket ediyor Yolcu. Özgürlüğü insanın kendini tanrılaştırması ve ötekini bu tanrılaştırmaya secde hali olarak gören alçaltıcı bir söyleme karşı, insanın özündeki İlahi duruşa işaret eden bil dil kullanımına özen gösteriyor. Kalbimizde bu ülke için her dem taze baharlar düşü kurma istenci hayat ve hareket noktamızı oluşturuyor. İnsanı globalizm denilen makinaştırma çağının basit bir argümanı olarak gören verili dünyanın ötesinde, özgürlük, adalet ve erdemli bir topluma vurgu yapmaya gayret ediyoruz. Sesimizi duyurabildik mi? Evet! Ses verdiğimizde bunu dinleyecek oldukça kaliteli bir kitleyle muhatabız ülkenin her yanında. Dergimiz ideolojik mi? Asla! Sistemlerin ve hatta toplumların gelip geçtiğine ama ‘sahici sözün’ zamanlar arasında sürüp gittiğine inanıyoruz. Örneğin Mevlana’nın yazıtlarının üzerinden kaç devlet, kaç toplum, kaç kırılma geçti lakin Mevlana halen Mevlana’dır. Çünkü söz zamanlar üstü bir işlevi barındırır içerisinde… Biz buna inandık böyle başladık ve böyle de sürüyor yolculuğumuz. Şu cümle dergimize yakışıyor; “Dergi; Kalbi olan bir dergi!”

Yolcu’nun yürüyüşü iki bölüme ayrılabilir

İlk sayıdan bugüne bütün YOLCU’ları inceledim bu soruları size sormadan evvel. İlk sayıdan beri aslında siz bir kadrosunuz. Bazı isimler ilk sayıdan beri sürekli varolmuş dergide. Oysa bir çok dergi ekibi zamanla dağılıp gitme tehlikesi yaşadığı halde sizi bir arada tutan bağ nasıl bir şey?
Yolcu’nun yürüyüşü iki bölüme ayrılabilir. Birinci çıkışı 94 yılına dayanır. O zamanki ekip tarafından bir sayı çıkarılmış ve çeşitli nedenlerden dolayı akamete uğramıştı. İkincisi yani benim başında bulunduğum Yolcu birincisinden gerek içerik, gerekse ebat ve söylem bakımından oldukça farklı olarak ortaya çıktı. Sanırım konjonktürün de etkisiyle olağanüstü kabül gördü tüm Türkiye’de. Önceleri bir ekip ruhundan söz edilebilirdi. Lakin her dergide olduğu gibi eğer profesyonel değilseniz ve amatör tadda kalmak istiyorsanız ‘kadro’lu hareket edemezsiniz. Genelde tek kişinin uğraşısı ile bir araya gelen bir yapı bizimkisi. Ancak aramızda vefa diye bir şey var… Uzun süreli dostlukların bir süreği… Ne kadar birbirimize kızsak, bağırsak, çatlasak da Yolcu ortak değeri var aramızda. Yolcu her sayısında farklı bir tad ve heyecanı sürüyor belleklerimize.  Aynı zamanda Türkiye’nin sahiplenmesi diye bir şey var. Bir çok insan ülkenin değişik yerlerinde kendi dergisi bilip Yolcu için bir şeyler yapma gayretinde. Bu onur verici bir şey.

YOLCU’nun muhalif, protest bir tavrı var. Kapak resimleri, spot cümleler, alıntılar, hatta görselliği besleyen fotoğraflarda bu ortada. Bu duruşunuzu hangi edebi, siyasi, kültürel kaygılar, saikler besliyor?
Bir endişeden söz ediyoruz biz. Tek düzeleşen ve anlamsızlaşan bir yaşama biçimini önümüze servis eden küreselleşme denilen olgunun, omurgasızlaştırma ve standartlaştırmaya yönelik çabalarına karşı duyarlı bir duruşa çağırıyoruz muhatabımızı. Edebi, siyasi, kültürel saikler… Bütün bunların üzerinde ‘söz’ üzere durmak. Verilmiş bir söz üzere iz sürmek. Sözün kavlinde yürümek, bize her daim korunması gereken bir öfkeyi ve isyanı salık veriyor. Modern paradigma insanın her duyusuna yönelik özenle seçilmiş illizyonlarla hareket ediyor. Yolcu kendisine has üslubu ve diliyle bu illizyona vurgu yapıyor. Olan budur diye yan gelip yatmak. Bu olanın üzerinden bir dünya oluşturmak yerine olması gereken bu mu sorusuna yanıt bulma yolculuğu bizimkisi. Sağlam sorular edindiğimizde sağlam cevaplara ulaşabiliriz diye düşünüyoruz.

Her sayıda gelenek haline gelen orta sayfa söyleşileri yapıyorsunuz. İlk sayılarda mesela Hakan Albayrak, Mehmet Efe, Gökhan Özcan, Nihat Genç gibi benim ruh akrabalıkları bulunduğunu düşündüğüm isimlerle yapılmış bu söyleşiler. 40. sayıya ulaştıktan sonra YOLCU’ya bu söyleşilerden ve genel anlamda da okuyucuya bu söyleşilerden neler kaldı?
Orta sayfada konuşturduğumuz kişilerin sözün iz sürücüleri olmasına dikkat ediyoruz. Unumu eledim eleğimi astım kabilinden insanlar değil bunlar. Özellikle söyleşileri yapan Ahmet USTA, heyecanla ve sabırla bekleyen okurlarını en iyilerle buluşturma gayreti içerisinde. Onun kıvrak zekasına, münbit ve geniş kalbine uyan kişiler orta sayfanın  konukları. Ve görebildiğim kadarıyla okur her biriyle tanışmaktan ayrı bir zevk alıyor. Derginin oluşturduğu tarzın tamamlayıcısı, çok önemli bir tamamlayıcısı olarak görüyor okur bu söyleşileri.

YOLCU’nun görsel tasarımını bir kişisel eleştiri olarak abartılı buluyorum. Yani bazen metinlerden çok fotoğraflar ilgi çekiyor, hatta fotoğraftan bir metin okumasına yönlendiriliyor belki okur. Bu konuda neler söylemek istersiniz?
Doğrudur. Aslında her yazıyı ya da şiiri bir kartpostal inceliğinde sunma kaygısı bizimkisi. Biliyorum ki okullarda duvar gazetelerinde, üniversite yurtlarında, öğrenci odalarında dergimizden alınmış materyallerle oluşturulan köşeler hazırlanıyor. Bu biraz da hayatı yorumlama biçimimizle doğrudan orantılı bir şey. Çarpıcı bir görsel malzeme belki de sayfalarca yazının anlatmak istediğini verebiliyor okurlara. Dergi bu anlamda yeni bir tarzı sundu yazın dünyasına. İyi bir şiir, iyi bir görsellikle sunulduğunda insanların belleklerinde daha güzel yer bulabiliyor. Biliyoruz ki fotoğrafın da kendine özgü bir dili ve anlatış biçimi var. Okuyanımızdan gelen tepkiler genelde olumlu. Fotoğraftan metin okuması bizim bilerek yapmak istediğimiz bir şey. Çünkü ilk çıkışımızdan okurumuza söylediğimiz şey bu; salt edebiyat dergisi değiliz biz. Kendimizi söz dergisi olarak adlandırıyoruz.

Sizin derginizin ismi anılınca sanırım bütün okurlarda Halil Cibran ismi hatırlanacaktır. YOLCU’nun Cibran’ı önemsediği ortada. Ekibinizden sevgili Nevzat’ın cafesinin ismi de Cibran olduğuna göre Halil Cibran’ın sizdeki etkisi, algısı, çağrışımı nedir?
Halil Cibran, araftakilerden birisi. Bir mesel efendisi. Amerikalı bir devlet başkanının söylediği gibi, doğudan gelerek, batının edebiyat dünyasını tarumar eden kalem kasırgası. Hayatı doğulu bir okuma biçimiyle yorumlayan, bunu yaparken de insan olmaklığın ortak değerlerine vurgu yapan, arındırılarak şirazesinden çıkarılmaya çalışılan akla, hikmeti, hürmeti, erdemi giydirmeye çalışan bir insan. Bir hristiyan lakin, kitapları kilise tarafından meydanlarda toplatılıp yakılan, yasaklanan. Ermiş, kitabındaki El Mustafa vurgusuyla peygambervari bir anlatış biçimini öne çıkan biri. Küçükcük meselleriyle okuyanının anlam dünyasına mütevazi tadlar sunan bir filozof. Onun mesellerinde sunduğu sükunet kalbimizi dinginleştiriyor.

Biz sözün coğrafyasına inanıyoruz YOLCU’nun aslında beslendiği düşünce geleneği İslamcılık. Ama daha geniş bir söylem alanından sesleniyor. Mesela arka kapak alıntılarınızda Pink Floyd, Brecht, Kavafis, Lorca, Neruda gibi kimisinin sosyalist olduğu isimler çıkıyor karşımıza. YOLCU’yu bu isimler ile buluşturan nedir?

Biz sözün coğrafyasına inanıyoruz. Erdemin, onurun, vefanın, aşkın ve adaletin dili, dini, cinsi vesairesi olmaz. Müslüman hikmet arayıcısı ise –ki öyledir- nerde ve kimde iyi şeyler varsa kapısını çalmak, güzellikleri hayatımıza katmak ve bunu paylaşmak isteği…

Okuyucu kuşkusuz önemli ama YOLCU’nun kendi okuyucusu ile kurduğu farklı bir ilişki var gibi. Yanılıyor muyum?
Derginin sahibi ve taşıyıcısı okurdur. Zaten ilk çıkışımızdan beri künyemizde bunu belirttik; ‘yayınlanan yazılardan okur da sorumludur.’ diye. İnsanlar söylemek isteyip de bir türlü söyleyemedikleri ‘söz’ü Yolcu’nun sayfalarında buluyorlar gibi geliyor bana. Gelen tepkiler bu yönde. Yani ‘sözün en güzelini – bu ister deneme, ister şiir, ister öykü olsun- söyleme çabamızın okurda nahif bir karşılık bulduğunu gözlemliyoruz. Şunu da belirtmek isterim ki bu ülkenin insanı gerçekten de samimi, özverili ve hayata sahici bakan bir duruşu önemsiyor. Bizim bir sloganımız var; ‘Kalbine sahip çık/ Dergine sahip çık!’ ya da ‘Kalbin kadar özgür ol; kalbim kadar tedirgin…’ Bu her şeyi özetliyor sanırım. Oradan bakınca metropol nasıl görünüyor?

Kent, insanın içinde büyüttüğü bir şeydir. Yolcu Dergisi taşra tabir ettiğiniz bir yerde çıkıyor ama sözü kentin tam ortasına ve kitabın tam da ortasından söylüyor. Kentli bir duruş, söylediğiniz ‘söz’ün ağırlığı ve bu sözü söyleme biçiminizle kaimdir. Kentli bir duruş, her şeyden önce bir medeniyet perspektifine işaret eder. Yolcu dergisi bunu önemsiyor, bunu önceliyor. Altımızda kaypak zemin; fildişi kulelerden esip savurmuyoruz. Yolcuyuz… Yürüyoruz… Adımlarımız sağlam, sözümüz sahici olmalı… Biz buna iman ediyoruz.

sözün ve kalbin sahibine HAMD olsun…
vesSELAM

[yolcu dergisi genel yayın yönetmeni sayın Ferhat Kalender ile Selçuk Küpçük’ün milli gazete’de yayınlanan röportajı…]


https://iedebiyat.wordpress.com/category/edebi-dergi-yazilari/yolcu-dergisi/