13 Nisan 2007 Cuma

Türk Kurultayı / SAMSUN





Başbakan Yardımcısı Devlet Bahçeli'nin Grup konuşması (28 Mart 2000)
Hatırlanacağı gibi, bu yıl Türk Devlet ve Toplulukları Dostluk, Kardeşlik ve İşbirliği Kurultayları zincirinin 8. halkası tamamlanmış bulunmaktadır. Bu Kurultay, katılımcılar, komisyon çalışmalarında ele alınan konular ve sonuç bildirgesiyle Türk Dünyası’nın geleceğine ilişkin olarak çizilen ufuk bağlamında son derece başarılı geçmiştir. Emeği geçenleri ve değerli katılımcıları huzurlarınızda bir kez daha kutluyorum.

Rahmetli Başbuğumuz’un uzak görüşlülüğünün bir eseri olan bu kurultay, Türk Dünyası’nın temsilcilerini her yıl bir araya getiren önemli bir platformdur. Türk Dünyası’nın en güçlü ortak sesi olması, Türk Kurultaylarını anlamlı ve önemli kılan en belirgin özelliğidir.  

Yalnız, kurultayların böyle bir niteliğe haiz bulunması, onların fonksiyonel olması için yeterli olamamaktadır. Hükümetlerin, parlamentonun, aydınlarımızın ve medyamızın meseleye topyekûn sahip çıkması gerekmektedir.  

Türkiye’nin bölgesel bir güç olmasını, siyasi ve ekonomik açıdan uluslararası saygınlığı ve etkinliğinin artmasını arzulayanların ve önemseyenlerin böyle bir etkinliğe daha fazla destek olması şarttır. Destek yetersizliğinin yanında, bazı çevreler de bu etkinliği ya görmezlikten gelmekte ya da küçümsemektedirler. Sadece ülkemizin değil, Avrasya’nın geleceği bakımından da düşündürücü olan bu yaklaşımların değişmesi lazımdır.  

Bizler, çok farklı kültürel ve toplumsal şartların varlığına, aralarında ciddi tarihi sorunların yaşanmış olmasına rağmen Avrupa’nın her açıdan büyük entegrasyonu gerçekleştirmeye çalışmasını onaylayıp, Türk Dünyası’nın işbirliği ve dayanışma çabalarını küçümseyenleri anlamak da güçlük çekiyoruz.  

Unutulmamalı ki, Türkiye’nin eşit ve adil bir ortağı olacağı Avrupa Birliği hem Avrupa hem de bütün Avrasya için nasıl kazanç ise; Türk Dünyasının refah, istikrar ve barış üzerine temellenmiş birlikteliği de, aynı şekilde Avrupa ve hatta bütün insanlık için çok önemli bir kazanç olacaktır.

İşte, Türk Kurultaylarının temel amaçlarından biri, büyük Türk kültür coğrafyasında gelişecek böyle bir işbirliği ağının zihni altyapısını hazırlamak, müşterek bir bilincin gelişimine katkı sağlamaktır. Bizim çabamız ve dileğimiz, Türkiyemizin böyle bir tarihi ve evrensel ideale öncülük etmesidir. Hangi fikirden olursa olsun her Türk aydınının, medyamızın ve üniversitelerimizin meseleye karşı duyarlı bir yaklaşım içinde olmasıdır. Ülke olarak başarıya ulaşmamızda, böyle bir desteğin ve duyarlılığın değeri şüphesiz çok büyüktür.  

Yeni yüzyılın ilk Türk Kurultayı’nın, geçen yüzyılın başında yeniden diriliş mücadelemizin meşalesinin yakıldığı Samsun’da toplanması bu açıdan anlamlı olmuştur. Ancak, medyamızın konuya yaklaşımı ve ilgisi daha canlı ve sürekli olduğu takdirde, inanıyorum ki, ülkemizin stratejik çıkarlarına yönelik toplumsal bakış açısı da daha duyarlı ve zengin bir noktaya taşınmış olacaktır. 

/Dr.Devlet Bahçeli  /Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı 



Kızılderililer Akrabımız mı?
Samsun'da üç gündür süren 8. Türk Kurultayı'na Kızılderililer de davet edilmişlerdi. Ancak toplantıdan iki gün önce mazeret beyat eden Kızılderili delegeler, Samsun'a gelemedikleri için TÜDEV Genel Sekreteri Atilla Şimşek'e üzüntülerini bildirdiler. Kızılderililerin Türk Kurultayı'na geleceği yolunda çıkan haberler Samsun'a gazeteci akını sağladı. Peki Kızılderililerin Türk kurultayında ne işleri var?  Yoksa Kızılderililer de Türk mü? Bu konuyu Kurultay delegeleri arasında "Çapraz Ateş"e aldık.
  
Amcaoğlumuz olurlar!
Kurultay'ın düzenleyicisi TÜDEV Genel Sekreteri emekli topçu albay Atilla Şimşek, "Bu konunun uzmanları var, ben tarihçi değil" gibi ihtiyat cümlelerinin arkasına tam siper yaptıktan sonra şöyle dedi: "Yüzde 100 Türktürler! Siu kabilesi Türkçe su anlamına geliyor. Kızılderili çadırlarına baktığımız zaman kurt figürleri görürsünüz. Türkler'de de kurt çok önemlidir biliyorsunuz. Türkler M.Ö. 10 - 12. YY'da Alaska ve Japon adaları üzerinden Amerika'ya geçtiler."

Bu konuda araştırmaları olan Prof. Dr. Reha Oğuz Türkkan ise doğrudan "Kızılderililer Türktür" demekten kaçınıyor. Ancak arada bağlar bulunduğunu bilimsel verilere dayanarak ileri sürüyor: "Amerika'da 25 yıl kaldım. İlk kez 1954'te One America adlı kitapta Türkler ile Kızılderililerin kültür ve tarih bakımından çok eskiye dayanan akrabalıkları bulunduğunu okudum. Türk olduklarını değil. Bizim Macarlarla olduğumuz gibi Kızılderililer ile akraba olduğumuzu iddia ettim. Kızılderililer Bering Boğazı yoluyla göçmeden önce hepsi Sibirya'da yaşarlardı. Göçmeyenler kısmen Aral gölüne doğru gelmiş, Ural dağlarından gelme Alpin ırkıyla karışmış ve biz Türkler (ön Türkler) doğmuş... 2 bin yıl sonra bu kez Altay dağlarında karışmış ilk Türkler (Hunlar) meydana gelmiş." "Akrabalık aynılık değil mi?" "Hayır, amcaoğlu gibi oluyoruz!"





Türklerde Öküz
Etimolojik açıdan "Oğuz" kelimesinin Öküz kelimesiyle ilişkili olduğuna dair ortaya atılan iddiaların da önemle değerlendirilmesi gerektiğine inanıyoruz. Nitekim, Samsun’da yapılan 8. Türk Devlet ve Toplulukları Dostluk, Kardeşlik ve İşbirliği Kurultayı'na katılan Çuvaşistan'lı delegelerle ( İlya İvanov ve arkadaşları ) yaptığımız sohbette, "Türklerin Bozkurt' tan önceki milli sembollerinden birinin "Öküz" olduğunu, kendilerinin de bu sebeple "Öküz" sembolünü - Nevruz Şenlikleri - gibi çok önem verdikleri bayramlar başta olmak üzere çeşitli ortamlarda kullandıklarını " ifade etmişlerdir. Çin kaynaklarında milattan önceki asırlarda yaşayan Türk kabileleri zikredilirken " Kağnı Sahibi Kabileler " den de bahsedilmektedir. ( Esin / 1 ) Kutadgu Bilig'de " Yerken, içerken öküz gibi yedim içtim; / Heva ve heves peşinde tozu dumana kattım." ifadelerinin bulunması öküzün ve kağnının Türk Sosyal Hayatında çok eskilerden beri var olageldiğini göstermektedir. ( Yusuf Has Hacip / 469 ) Öküz ve ona bağlı bilgiler bütün Türk Topluluklarında yaygındır. Prof. Dr. Harun Güngör, Sibirya Türklerinden derlenmiş bir Şaman Efsanesini aktarmış ve Şaman Ruhlarının; ayı, kurt, köpek ve hatta öküz donuna girdiklerini, bunun Hacı Bektaş-ı Veli' nin Velayetname’ sinde geçen don değiştirme anlatımıyla aynilikler taşıdığını belirtmiştir. (Güngör/     )

Osmanlı Devlet Adamları arasında Öküz Mehmet Paşa adıyla bilinen bir devlet adamının bulunması, Fatih Sultan Mehmet' in Cenevizlilerden öküz derisi kadar bir yer isteyip, buraya Rumeli Hisarını yaptırmasına dair menkıbe, Osmanlı Toprak Düzeninde öküzün de zikredilmesi gibi konular hatırlanacak olursa öküzün Osmanlı döneminde de yaşatıldığı anlaşılacaktır.

Bugün Özbekistan’da hala “Öküz Koşukları” söylenmektedir. Afganistan Türkleri arasında da halk arasındaki adı “Öküz Koşukçu” olan sanatçılar vardır. ( Mirhamza )

Öküzün Türk Sosyal Hayatındaki önemli konumuna en güzel örnek, Kurtuluş Savaşında cepheye erzak ve mühimmat sevk edilmesi sırasında binlerce kağnıdan oluşan Kağnı Kolları’nın kullanılmasıdır. Bu konuya geçmeden önce, öküzün efsanelerimizde, destanlarımızda, hikaye ve masallarımızda, şiirlerimizde, türkülerimizde, manilerimizde, fıkralarımızda ve hatta bilmecelerimizde yer aldığını, bu sebeple üzerinde daha fazla durulması gereken bilgiler taşıdığına dikkat çekmek istiyoruz. Mesela; Hakkari -Yüksekova'da öküzlerin üzerine -çıplak bir şekilde, eğersiz, ata biner gibi- binilmesini ( Hasan Küçükyıldız ) Öküz kılığındaki Zeus'a binen Avrupa ile, Artvin - Kafkasör ve başka yörelerimizdeki boğa güreşlerinin mitolojideki şenlik ve toylarla, Dede Korkut Hikayelerinden Boğaç Han Hikayesi'ni İspanya'daki Boğa Güreşleriyle birlikte değerlendirmenin mümkün olabileceğini belirtelim. Kafkasör’e katılan bir yabancı misafir, bu şenliklerde yapılan boğa güreşlerini İspanya’daki güreşlerle karşılaştırarak şunları söylüyordu:” Burada boğa, boğayla güreşiyor. Öldürmek yok. Her şey eşit. Bu çok adaletli. İspanyada böyle değil. Bu yüzden Kafkasör’ü çok sevdim!” ( Bizden Sesler )

11 Nisan 2007 Çarşamba

Samsun, Hamidiye Çeşmesi

Turgay ASAN



M. Turgay Asan, 17.02.1963 ‘de Samsunda doğdu. İlk,orta ve yüksek öğrenimini yine Samsunda tamamladı.

Müziğe, ailesinin desteği ile lise yıllarında başladı. Her hangi bir müzik eğitimi almadan kendi gayreti ile gitar çalmayı öğrendi. Lise 2. sınıfta kurduğu “MASENA”isimli rock’n roll grubu ile, (1979) okulların çaylarında - yıl sonu eğlencelerinde çeşitli konserler vererek kendini geliştirmek için çalıştı. Mezuniyetin ardından gelen üniversite maratonu grubun dağılmasına neden oldu. 1983 yılında bir arkadaşı vasıtasıyla tanıştığı Vecdi Yücalan ile yeni projelere imza atmak üzere çalışmalara başladı. Sık sık bir araya gelerek yaptıkları provalar sonucunda yeni bir rock grubunun kurulması gerektiğine inanarak eleman arayışına başladılar.

Davul’a, bir zamanlar Türkiye’nin en iyi gruplarından biri olan “Egzotik Band”’ın elemanlarından Tarık Özmen’i aldılar. Grupta önemli bir açık olan bas olayını ise Turgay gönüllü olarak üstlendi.  Vokal’e , koyu bir Elvis hayranı olan Ejder Göktürk’ü aldılar. Grubun adı; DREAMS ‘ti…

İlk konserler rock’n roll ağırlıklı idi. Daha sonraları grup Hardrock’a yöneldi  ve vokal’e Yaşar Şanlı geldi. Yeni hardrock grubunun adı ise PARANOID olarak değiştirildi. Fakat PARANOID efsanesi fazla uzun sürmedi.

1986 yılında, davul’a Tuncay Zigaloğlu, bas’a Tayfun Çubukçu, Vokal’e İbrahim Cantay, gitarda Vecdi Yücalan, klavyeye ise yine gönüllü olarak Turgay Asan geldi. Ve işte OBJEKTİF…

Turgay ‘ın Objektif ile birlikteliği 1993 sonlarına kadar sürdü. (Geçen zaman içinde bir ara gruptan ayrılan Turgay daha sonra Bas’çı olarak yeniden gruba katıldı.) Hiç unutamadığı konser ise “muhteşemdi” dediği ODTÜ konseri….

1994 yılı, Turgay’ın ilk bestelerinin filizlendiği yıl… ”Korktum ben bu dünyadan nedense…”cümlesiyle başlayan bu şarkıyı ilk kez dinleyen en yakın dostu A. Kadir Hacıoğlu, “Bu iş tamamdır, yeni bir albüme başlıyoruz” sözleriyle olaya damgasını vurdu.

“Derin Boşluk” adıyla piyasaya çıkan ilk albümün çalışmaları 1999 yılına kadar sürdü. Albümü, Samsunlu rock grubu “FREKANS” seslendirdi. (Albüm öncesi konserlerini Samsun Gazi Sahnesinde,
Yaşar Doğu Kapalı Spor salonunda, Atakum Belediyesi Kültür salonunda ve Ankara Saklıkent’te gerçekleştirdiler.)  Bu nedenledir ki, grubun adı, TURGAY VE FREKANS olarak lanse edildi.

20 Nisan 1999 ‘da piyasaya çıkan albüm, Hammer müzik etiketi ile raflardaki yerini aldı. Albüm kayıtları ise, Kadıköy’deki Stüdyo Forte ‘de toplam 9 günde tamamlandı. Yaklaşık 5.000 civarında satan albüm, reklamsızlık vb. nedenlerle uzun ömürlü olmadı. Zaten Frekans’ın, 20 gün gibi kısa bir zaman dilimi içinde dağılması, olayı kökten bitirdi. (Halen bu albümden hiç haberi olmayan pek çok rock severin varolduğunu biliyoruz….)

Frekans ile yollarını ayıran Turgay, daha sonra yeni bir grup daha hazırladı ve bu grupla Saklıkent Rock Station Rock Festivalinde 2 yıl üst üste konser verdi.

2003 yılında yeniden çalışmalarına başlayan Turgay, “Yollar Uzak” adını verdiği 8 şarkılık yeni albümünün demosunu hazırladı. İlk kanal kayıt denemesi Samsun Konservatuvarında yer alan “stüdyo ütopya” da yapıldı. Başarılı olmayan kayıtlar daha sonra, yine Samsundaki “Stüdyo On-pa ‘da
1 yıl süren hummalı bir çalışma ile neticelendi. Sonuç yine başarısız oldu. 2 yıl boştan yere uçup gitmişti.

Kadir Hacıoğlu’nu da yanına alarak Ankara’ya giden Turgay, Stüdyo Onair ile anlaşarak kayıtlarına başladı. 4 ay sonra biten kayıtların master’ını yanına alarak stüdyo araştırmasına başlayan Turgay,  kendine el verecek bir şirket bulamayınca albümünü piyasaya çıkaramadı. Şu anda bekleme durumunda olan albümün akibetinin ne olacağı halen belirsiz …




Turgay Asan
Saklıkent Rock Station Rock Festivalinden
Videolar:



OSMAN : (mix video)
"Henüz çıkmayan albümün en iyi şarkısı..."

SEFİLLER : (Live)

DERİN BOŞLUK : (1.albümden)

YENİ BAŞTAN: (1.albümden)

KİN VE NEFRET : (Bu şarkı albüm olarak piyasada yok...)






RÖPORTAJ:
"Serkan Beyde'nin Turgay ile gerçekleştirdiği röportajı."

Turgay asan görünmeyeli neler yapıyor; uzun zamandır senden ses seda çıkmıyor?
-Evet, gerçekten uzun zaman oldu. İlk albüm çıktığında, iyi şeyler olacak diye umut ediyordum fakat yapmak istediklerimi tam anlamıyla gerçekleştiremedim ne yazık ki... Albümün piyasaya çıkışından bir ay sonra grubun dağılması, reklâm, tv, radyo, konserler vb. etkinlikleri yapmama engel oldu. Nede olsa oturmuş bir gruptuk ve her şey hazırdı. Acilen hazırladığım yeni grupla, Samsun da, saklıkent rock station rock festivalinde konserlere çıkmış olsak ta tüm bunlar albümü tanıtma çabalarıma yetmedi. O günlerde yanımda olan, dost bildiğim pekçok insan birer birer kaybolup gitti. İyi bir albümdü ama tanıtamadım bir türlü!... Dört yıl piyasadan uzak durdum, neler olduğunu, neler yapmam gerektiğini düşündüm bu süre içinde. Açıkça söylemem gerekirse, küstüm rock dünyasının içindeki bazı insanlara!.. Emek verilerek hazırlanmış bir albümle yola çıktım ama yarı yolda bırakıldım; Çok çabuk unutuldum. Saklıkent'te 3.000 kişinin karşısında şarkılarımı söylerden, insanlar zevkten havalara sıçrayarak ''turgay, turgay'' diye çığlıklar atıyorlardı. Nerde şimdi bu insanlar!..

Turgay Asan tarihine değinmiş olursak, bize neler söyleyebilirsin.
-25 yıl oldu ve ben hala müziğin içindeyim. Hiç kopmadım müzikten kolay kolay da kopmam zaten. 1983 öncesini amatör zamanlarım, sonrasını ise profesyonel müziğe geçiş yıllarım olarak söylemek isterim. Sevgili Serkan, senin de bildiğin gibi daha önce Samsun'un en sıkı rock grubuyla birlikteydim; 8 yıl çalıştım bu grupla, kimi zaman bas çaldım, bazen de klavye. Konserlerin sayısını hatırlayamıyorum, çok fazla konsere çıktık o yıllarda... 93'te bu gruptan ayrıldım. 98'e kadar yeni şarkılar ürettim ve ilk albümümü bin bir güçlükle de olsa çıkardım piyasaya.

Şimdi Samsun'dasın değil mi?
-Evet, şu anda Samsun'da yaşıyorum.

Samsun'da rock müzik nasıl bir yerde?
-İyi şeyler yapmaya çalışan gruplar var. Daha çok black metal ve alternatif rock'a yönelmiş durumdalar. Vakit buldukça konserlerini izlemeye çalışıyorum.

''Derin Boşluk'' albümünden sonra Frekans'la yollarınızı ayırmıştınız, daha doğrusu dağılma kararı almıştınız. Bunun nedeni neydi?
-Dağılma kararını ben almadım. Onlar (Frekans, albümün çıkışının ardından, benden ayrılarak, yollarına sadece frekans olarak devam etme kararını çok önceden aralarında anlaşarak almışlar zaten. Bilemiyorum; beklide albümün referansından yararlanmak istediler... Her neyse, sonuçta herkes yaptığıyla kaldı ve ben hala devam ediyorum.

Sizin yaptığınız müzikte sert sözler üzerine oturtulmuş heavy bir alt yapı var. Sana göre yaptığınız şey neydi?
-Tarz olarak söylemem gerekirse yaptığım müziğe ''Hard'n Heavy'' diyebilirim. Sözleri, genel olarak sosyal içerikli konular, savaş, aşk, çevre kirliliği, karşıt düşünceler, üzerine yazmıştım. Şarkının rengine göre de müziğini hazırladım. Black Sabbath kökenli olduğum için şarkılarımın alt yapısında klasik rock sound'unu kullanmayı da ihmal etmedim tabii ki. Bazı insanlar, ''70'li yılların müziğini yapmış fakat biz 2000'li yıldayız'' diye yazsa da dergilerine, bu beni fazla etkilemez. Gördüğüm kadarıyla, yeni çıkan rock albümlerinde hala bu tarzı sıklıkla kullanan gruplar var...

İleriki zamanlarda belli olan projelerin var mı?
-Şu anda kayıtlarını yeni bitirdiğim bir albüm var. ''O KADAR DÜNYA'' adını taşıyor. 8 çalışma var içinde. 3 şarkı hard rock, diğerleri Türk motifleri ağırlıklı Anadolu rock. (Burada Anadolu rock dedim; fakat bazı kesimlerde Türk Rock olarak nitelendirenler var. Nedense ''Anadolu'' kelimesi onlara ters geliyor) Bu defa çok sert şarkılar yapmadım ve çizgimden de kaydım biraz. Hard'n heavy yaptım kimse iplemedi, şimdi Anadolu rock yaptım bakalım neler olacak !.. Eğer bu sefer de başaramazsam sonraki albüme öyle şarkılar hazırladım ki insanlar tepelerine bomba düştü sanacak.

Metale azalan ilgi nedeniyle, dinleyici kesimde daha alternatif tarzlara yöneliyor ve dolayısıyla metale olan ilgi azalıyor. Bu da albüm çıkartmak isteyen gruplarımızı zor durumda bırakıyor. Ki zaten albümleri olan gruplarında albümleri her yerde bulunmuyor. Şirketlerin(Zihni, Hammer...) dağıtım konusunda yetersizlik mevcut. Senin son zamanlarda Metale olan bakış açın nasıl olmuştur?
-Metal müzik hızla çöküşüne devam ediyor bu doğru fakat bunun nedeni sadece şirketler değil; gruplaşmalardır.( Bu sözlerimi her yerde söylüyorum.) İnsanlar farklı grupların peşinden koşuyor. Örneğin, bir festivalde 6 grup sahne alacaksa, her grubun fanları futbol maçlarında olduğu gibi ayrı köşelerde oturuyor. Kendi desteklediği grup sahneye çıkana kadar kimin müzik yaptığını umursamıyorlar bile. Üstelik kendi destekledikleri elemanlar sahneden inince o alanı terk-i diyar ediyorlar ve böylece yeni gelenlere hiç şans tanımamış oluyorlar. Diğer bir neden, neredeyse tamamen batılılara özgü akor ve teknikleri kullanmaları, taklitlerin abartılması. Batılı zaten kendi müziğini yapıyor, ''biz kimin müziğini yapıyoruz !... yine batılıların müziğini.'' Rock sadece müzikte değil beyindedir, felsefede gizlidir, notalarda o felsefenin harfleridir. Baştan aşağı küfür dolu bir şarkının felsefesi nerede gizli acaba, ne verir insanlara, ne anlatır! Neyse ben bu konuya bir girersem sayfalar yetmez herhalde... Sözün özü; İnsanlar bir bardak çayı şekersiz de içebilir ama tuzlu içmesi mümkün değildir...

Samsun'da yaşayarak ülkemizdeki rock faaliyetlerini yeterince takip edebiliyor musun? Hiç İstanbul'a taşınmayı düşündün mü?
-Samsun da yaşamak bu faaliyetlerden uzak kalmama neden oluyor tabii ki. Elimden geldiğince takip etmeye çalışıyorum ama yeterli olmadığını söyleyebilirim. İstanbul'a taşınmak her an yapmayı düşündüğüm bir şey ama önümü görmeden yola çıkmak istemem doğrusu.

-Eklemek istediğin veya iletmek istediğin şeyler var mı?
-Her zaman barışçı ve rock'çu kalın. Ayrıca, Serkan sana da çok teşekkür ederim; bana içimi dökebilme fırsatı verdiğin için, sağ ol dostum.
Görüşmek üzere...
/Serkan  BEYDE

Serkan BEYDE Kimdir? Bkz:


KAYNAK:

9 Nisan 2007 Pazartesi

Baki SARISAKAL


Baki Sarısakal, bir tarih öğretmeni. Ancak, tarih biliminin kendisine sunduğu imkanları ve araştırma tekniklerini sadece öğrencileri için değil, tüm toplum için değerlendirmeyi kendine dert edinmiş bir tarih öğretmeni.


Şu anda masamda, Sayın Sarısakal’ın “Samsun Belediye Tarihi” isimli kitabı bulunuyor. Bu kitap “Bir Kentin Tarihi : SAMSUN-I”, “Bir Kentin Tarihi : SAMSUN-II”, “Samsun Basın Tarihi”, “Samsun Sağlık Tarihi” ve “Samsun Polis Tarihi” kitaplarından sonra hazırladığı 6. kitabı. Bir o kadar kitabının da yayına hazırlanmış biçimde basılacağı günleri beklediğini  “Samsun Belediye Tarihi” isimli kitabının kapağından öğreniyoruz. Baki Sarısakal, gerçekten o kadar hızlı ve gayretli ki, biz bir önceki kitabını okumayı bitirmeden, neredeyse O’nun bir sonraki kitabı basılmakta...

Ben Baki Sarısakal’ın daha evvel “Bir Kentin Tarihi : SAMSUN-I”, “Bir Kentin Tarihi : SAMSUN-II”, “Samsun Basın Tarihi” isimli kitaplarını okumuş, “Samsun Polis Tarihi”’ne ise şöyle bir göz gezdirebilmiştim. Bu kitapları okuduğumda, bir Samsunlu olarak Samsun ile ilgili ne kadar az şey bildiğimizin, aslında “ol mahiler ki derya içredir deryayı bilmezler” misali doğduğumuz, büyüdüğümüz ve halen yaşadığımız şehre ne kadar uzak ve yabancı olduğumuzun farkına varmıştım. Bu bakımdan, Sayın Sarısakal’ın kitapları, özellikle genç kuşakların Samsun’u keşfetmesi ve Samsun’la daha candan kucaklaşması için bir vesile olacaktır.

Baki Sarısakal’dan hepimizin alması gereken bir ders de şudur : Herkes, günlük meşgalesi içinde koşturup dururken, Sayın Sarısakal, mesaisinin büyük bölümünü –belki de tamamına yakınını- bu eserlerin alt yapısını sağlamak için yaptığı araştırmalara ayırmıştır. Kitaplarının kaynakça bölümlerine baktığımızda, Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi ile Osmanlı Arşivi’nin, bazı banka ve müze arşivlerinin, ayrıca Samsun’da geçmişte çıkmış olan tüm gazete ve dergilerin didik didik edildiğini, yine, geçmiş dönemlere ait salnamelerin (yıllık) de titizlikle incelendiğini görüyoruz. Kitaplar hazırlanırken, tabii ki, Samsun’la ilgili bu güne kadar yazılmış başka eserler de gözden geçirilmiş. Bu, Sayın Sarısakal’ın uzun yıllar, bir çok şeyden (sosyal yaşantı, uyku vs.) fedakarlık yaptığının da bir göstergesi. O’nun bu çalışma azmi, hırsı ve bitmeyen enerjisi ile hızı da yine genç kuşaklara örnek olarak gösterilmelidir.

Sayın Sarısakal, bu çalışmalarıyla, yıllarca görmezden gelinmiş, birkaç üniversite öğretim üyesi dışında ilgilenilme gereği duyulmamış, arşivlerin bir kenarına itilmiş kent tarihimizin de gün ışığına çıkmasına öncülük etmiştir.

Hiçbir çalışma mükemmel değildir. Her eserin de bazı eksiklikleri vardır / olacaktır. Sayın Sarısakal’ın  eserlerinde de - özellikle “Bir Kentin Tarihi : SAMSUN-I”, “Bir Kentin Tarihi : SAMSUN-II” eserlerinde - dizgiden, sayfa düzenlemelerinden kaynaklanan bazı eksiklikler göze çarpmaktadır. Ancak, yapılan araştırmaların boyutu ve ortaya konulan eserlerin büyüklüğü yanında bu eksiklikler mazur görülmeli, geleceğin araştırmacıları, Sayın Sarısakal’ın ortaya çıkardığı bu kaynaklardan da yararlanarak daha mükemmelini yapmalıdır.

Herkesin, her türlü ünvanı rahatlıkla ve pervasızca kullanabildiği bir zamanda Baki Sarısakal, tarih öğretmenliğinin ötesinde “araştırmacı-yazar” ve hatta “Samsun Tarihi Uzmanı” ünvanlarını fazlasıyla hak ediyor diye düşünüyorum. Kendisini, Samsun’un kültürel ortamına getirdiği bu farklı renk ve tattaki kitaplarından dolayı tebrik ediyorum. Bir Samsunlu olarak da kendisine müteşekkir olduğumuzu ifade etmek istiyorum.

Ayrıca,  “Samsun Belediye Tarihi” isimli son kitabının baskısını gerçekleştiren, Samsun koşullarında bu güzellikte bir baskıyı gerçekleştiren Cem Ofset çalışanlarına özellikle de Sayın Cemil Baskın ile Değerli Dostum Mehmet Baskın’a da teşekkürü bir borç biliyorum.

/Kerami GÜRBÜZ

8 Nisan 2007 Pazar

Dilruba SAATÇİ



Aslen Samsunlu olan Dilruba Saatçi, İsmet Nedim SAATÇİ'nin Kızıdır


Alman tiyatrosunda Türk ismini duyuracak bir sanatçımız:
Dilruba Saatçi
 2001 senesinde yazdığım bir yazıda kendisinden "Berlin Türk tiyatrosuna yeni bir ses ve soluk getiren sanatçı" diye bahsetmiştim. Şimdiye kadar dört oyunda izledim onu. Tartüf, Merhaba & Tschüß, Die Roten Schuhe ve "Mustafa Kemal'i Sevdim". Die Roten Schuhe adlı oyununu Türk Kültür Evi'nde izledikten sonra şunları yazmışım: "Sahnede tek kişi olmasına rağmen, sahnenin en küçük karesini dolduran, yaptığı dansları ve hareketleriyle sahnenin her yerinde ayak izlerini bırakan, seyirciyi sıkmayan oyun gücüyle kendisini soluksuz izlettiren bir tiyatro sanatçısı Dilruba Saatçi. Bir tiyatro sanatçısının sahip olması gereken niteliklerin hepsini kendisinde toplamış; dans, müzik, ses ve tiyatro eğitimi... Boşuna dememişler "Armut dibine düşer" diye. Dilruba Saatçi'nin babası yakından tanıdığınız bir sanatçı: İsmet Nedim (Saatçi). Hani o dilimizden düşürmediğimiz "Agora Meyhanesi", "Arım Balım  Peteğim", "Ben Kimi Seveceğim", "Han Duvarları" gibi filmlere de konu olmuş şarkıların bestekarı İsmet Nedim." Sayısız başarılara imza atmış olan "sanatçı olunmaz sanatçı doğulur" sözünün güzel bir örneği olan bu genç sanatçımızla son çalışmaları üzerine sohbet ettim. Öyle şeyler anlattı ki, geçen yazıma attığım başlık olan "Berlin Türk tiyatrosuna yeni bir ses ve soluk getiren sanatçı" cümlesini geri alıyorum. Çünkü sadece Berlin'e değil, tüm Alman tiyatrosuna ses getirecek ve iz bırakıp kendisinden söz ettirecek bir sanatçımız Dilruba Saatçi!.. İstanbul doğumlu olan Dilruba, üç yaşlarında babası İsmet Nedim ile ses stüdyolarında Türk sanat müziği ile tanışmış. Babasının şarkılarını hem dinlemiş hem de uyumuş. Daha sonra okul sıralarında tiyatro ile tanışmış. Berlin'de ise müzik ve dans eğitimi almış.

 Viyana'da Müzik ve Görsel Sanatlar Yüksek Okulu'nu bitirmiş. Sayısız oyunlarda başrol oynamış. Ayrıca Alman televizyon ve dizilerinde de roller almış. 1995 yılında sonra Avusturya ve Almanya'da Lulu, Schneewittchen, Gries, Evita, Tartüf, Merhaba & Tchüß ve Die Roten Schuhe gibi oyunlarda başrollerde oynamış. Son olarak ta Alman devlet tiyatrosu olan Theater Carrousel'de  (Almanya'nın en büyük gençlik ve çocuk tiyatrosu) oyuncu, koreografist ve eğitimci görevlerinde bulunan Dilruba Saatçi, şimdi de iki seneliğine Düsseldorf Devlet Tiyatrosuyla anlaşma yapmış. Orada da Thomas Mann'ın "Der Erwählte" oyununda rol alacak. Daha çok müziği, dansı ve oyunculuğu bir araya getirip şovlar yapmak istediğini söylüyor ve son projesi üzerine şunları söylüyor:

"Piyano eşliğinde 60'lı 70'li yıllarda Türkiye'de çok ünlenen Türkçe sözlü İtalyan-Fransız şarkılarını yorumlamak istiyorum. "Kim Ne Derse Desin Aşk İçin", "Saklambaç" ve "Memleketim"... gibi parçaların unutulmamasını sağlamak amacım." Evet şimdi Tiyatrom'un kuruluşunun 20. yılı nedeniyle 11 Mayıs 2004 yılında düzenlenen etkinlikler çerçevesinde yine Dilruba Saatçi'nin yazıp oynadığı "Mustafa Kemal'i Sevdim" oyununa gelelim:

"Mustafa Kemal'i Sevdim", iki kadının -Fikriye ve Latife- Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Atatürk'le olan ilişkisine ışık tutuyor. Fikriye, Mustafa Kemal'in uzaktan bir akrabası ve sevgilisidir. Latife, Mustafa Kemal'in eşi ve Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk first lady'si. Oyunda tarihsel gelişmelerin örgüsü içinde iki kadına değişik açılardan yaklaşılıyor. Birbirlerine zıt yanlarıyla, içsel çatışmalarıyla; her iki kadın figürünün de Dilruba Saatçi tarafından sergilendiği oyunun müziği Hasan Yükselir'e ait. Oyunu yöneten Bülent Muştu, dramaturji Hülya Karcı, produksiyon ise Özlem Weber'e ait. Görüyorsunuz ya, artık sadece dönerimizle Alman gıda sektöründe değil; sanat dalında da Türk ismini duyurup; Alman tiyatro sanatına katkımız oluyor...
 Adem DURSUN / Merhaba / Berlin




Tek kişilik başarılı bir oyun
NEZİHE MERİÇ salık vermeseydi, belki de yoğun iş düzeni içinde Dilruba Saatçi'nin yazıp yönettiği ve oynadığı Fikriye ve Latife: Mustafa Kemal'i Sevdim oyununu izlemeyecektim.
Afife Jale Sahnesi'ndeki oyun, yurtdışında öğrenim görmüş bir yazar/oyuncunun yaratıcılık serüvenini izledim.

Kimdir Dilruba Saatçi?
Sorunun yanıtını arkadaşımız Deniz İnceoğlu'nun Keyifte yayımlanan yazısından öğrendim. Babası İsmet Nedim (Saatçi), çeşitli bestelerinden tanıdığımız bir Türk musikisi sanatçısı. Ailesiyle birlikte Berlin'e yerleşmiş. Tiyatro ve müzik alanlarında çalışmış lise yıllarında. Viyana'da öğrenim gördükten sonra Türkçe'yi unutmamak için 2000 yılında Berlin'deki Türk Tiyatrosu'nda oyunculuğa başlamış.

Müzikçi Hasan Yükselirin desteğiyle, bu oyunu yazmış. Oyunun Türkiye'deki rejisine Haldun Dormen yardımcı olmuş. FİKRİYE VE LATİFE karakterlerinin hiç kuşkusuz aynı oyun metninde, aynı oyuncuda sahneye çıkması, seyirciye bir başka açı getiriyor. Mustafa Kemal'in kişilik ekseninde, ikisinin de kadınsı tavırlarının, egemenlik kurma girişimlerinin iflası. Çünkü iki kadının da tepkileri genelde aynı.

Dilruba Saatçi, metinde, hele oyunda bu benzerlikleri, farkları ayrıntıda çok başarılı sunuyor. Aşağı yukarı bir buçuk saat süren iki perdelik oyunda, tempo düşmüyor. Tek kişilik oyunun zaafları burada kendini göstermiyor.

Fikriye’nin Mustafa Kemal aşkıyla kendini özdeşleştirmesine karşılık, Latife’nin onu yönetme isteği burada bir kişilik çarpışmasına yol açıyor. Yakın tarihimizden iki kadının aşk mücadelesine, dışarıda yaşayan genç bir tiyatro sanatçısının bakışı bana ilgi çekici geldi. Çünkü her yeni kuşak, daha önce yapılan araştırmaları farklı yorumlar. Oyunun sonuna doğru, Dilruba Saatçi, üçüncü kadın olarak oyunun içine dahil oluyor. İLGİ çekici bir konuyu genç bir sanatçıdan seyretmelisiniz.

Hurriyet - 19.5.2006 - Doğan Hızlan

7 Nisan 2007 Cumartesi

İSMET NEDİM İle Röportaj



"Özgür olmayan sanatçı yaratamaz!.."
 Sanatçılar, düşünürler ve bilim adamları soluk alamadıkları yerlerde duramazlar. Onlar için soluk almak sadece nefes alıp vermek değildir. Yaratıcılık onların oksijenidir. Sanatlarını özgürce icra edemiyorlarsa, yapacakları yenilikler köstekleniyorsa, oldukları yerde daralırlar; nefes alamaz olurlar.. Bu, sanatın bütün dallarında böyledir. Yazar olsun, düşünür olsun, müzikten tiyatroya, resimden filme; her sanatçı uğraş verdiği alanda özgürce çalışmak, özgürce yaratmak ister.

Nasıl ki, 30'lu yıllarda Hitler'in baskısından, Atatürk'ün Türkiye'de bağımsız "fikri hür vicdanı hür kuşaklar" yetiştirmek için kurdurmuş olduğu üniversitelere sığınan öğretim üyeleri olmuşsa; 80'li yıllarda da aradıkları yaratıcı ortamı Türkiye'de bulamayıp, başka ülkelere sığınan Türk sanatçıları, yazarları, bilim adamları ve düşünürleri olmuştur. 80'li yıllarda birçok sanatçı, yaratıcılığını yurtdışında sürdürmüştür. Bugün bunların bir kısmı geri dönmüş, bir kısmı ise hala yurtdışındadır.

İşte bunlardan birisi de 80'li yılların başlarında Berlin'e gelmiş olan Hafif Türk Sanat Müziği'nin öncüsü ve çok sazlı Türk müziği dönemine öncülük etmiş, "Han Duvarları", "Agora Meyhanesi", "Karadut", "Arım Balım Peteğim", "Ben Kimi Seveceğim" gibi besteleriyle, 60'lı ve 70'li yıllarda sanatının doruğuna çıkmış üstad İsmet Nedim (Saatçi')dir. 12 Eylül'den o da nasibini almış, alışılmışın dışına çıkmak istediği, Türk Sanat Müziği'ne yenilik getirmek istediği için devamlı engellenmiş. Kendisiyle, Türkiye'den ayrılış sebebi, Türk müziğinin bugünü-yarını, nostalji, çoksesli müzik, bir zamanlar ülke çapında meyhane kültürünün bir simgesi haline gelen, Türkiye'nin dört bir yanında açılan meyhanelere aynı ad verilmiş olan "Agora Meyhanesi" adlı şarkı üzerine ve 20 yıllık bir çalışmanın  ürünü olan şair Mehmet Akif Ersoy'un şiirinden bestelediği "Ezilenler" bestesi üzerine söyleştik.




Türkiye'den ayrılış sebebiniz?
 Ben, Türkiye'de Türk Sanat Müziği'ne yenilikler getirmek istedim. Ancak alışılmışlığın dışına çıkmak istemeyen, yeniliğe karşı olan bazı yobaz kişilerce engellendim, bir şey yapamaz, konuşamaz olmuştum. Özgür olmayan bir toplum, sanatçı yaratamaz!

Yaratamayan bir sanatçı da sanatçı sayılmaz!.. Hiç elleri bağlı bir ressam düşünebilir miyiz? İşte, tam o sıralarda, bir konser turnesinde, Berlin Belediyesi tarafından müzik doçentliği teklifini kabul ettim. 

 Berlin öncesi, Türkiye'deki sanat yaşamınızı kısaca özetler misiniz?
 1936'da Samsun'da doğdum. Türk Sanat Müziği'ne Samsun Müzik Kulübü'nde başladım. Daha sonra İstanbul Belediye Konservatuvarı'na girdim. Şerif Gümeriç, Fahri Kopuz, Muammer Sun, Ruşen F. Kar, Muzaffer İlkar gibi değerli üstadların öğrencisi oldum. Konservatuvarı bitirdikten sonra 1958'de Ankara Radyosu'na girdim. Aynı yıl beste denemelerine başladım.


 Sizin olay yaratan bir besteniz var: Agora Meyhanesi. 2000 yılında son 50 yılın en güzel şarkılarından biri seçildi...
"Agora Meyhanesi"ni 60'lı yılların ortalarında sevgili eşim için besteledim. Eşimin şiir defterinde yer alan bir şiirdi. Şiiri beğendiğini, kendisi için bestelememi söyledi. Yani bu güzel şarkıyı bestelememe sebep eşimdir. Sözleri Dr. Onur Şenli'ye aittir. Hatta bu şarkıyı günlerce karanlıkta, mum ışığında besteledim. Çünkü o günlerde karartma geceleri vardı. İlk yaptığım besteyi eşime beğendiremedim. 
 İkinci kez bestelediğimde beğendi. Odeon Plak Şirketi'ne okudum. Çok beğenildi. O kadar çok tuttu ki, Türkiye meyheneleri isim değiştirip Agora Meyhanesi ismini almaya başladılar. Bu şarkı yüzünden bir de mahkemelik oldum. Sebebi de; plakların üstüne Onur Şenli isminin yazılmadığını iddia ettiler. Oysa yazılmıştı. Sanıyorum sansasyon yaratmak istemişlerdi. Benden sonra Zeki Müren, Müzeyyen Senar, Hamiyet Yüceses ve Gönül Yazar gibi sanatçılar okudular. Şimdi ise Muazzez Ersoy yorumluyor.

Şimdi aynı olayı Yeni Asır gazetesinden alıntılayalım
 " Bizim yaşlarımızda olup da, kadın olsun erkek olsun, "Agora Meyhanesi" denilince, belleğinin kıvrımlarında melodisi yankılanmayan hemen hemen yok gibidir. İşte bu ünlü şarkının bestelendiği şiirin sahibi, İzmirli doktor Onur Şenli... Agora Meyhanesi'nin öyküsü şöyle anlatıyor: " Ben demiryolcu bir ailenin çocuğuydum. Bu şiiri 1959 yılında 19 yaşındayken yazdım. Bir başka demiryolcu ailenin kızına aşıktım. Tabii platonik bir aşk. Aslında o dönemde Agora Meyhanesi diye bir yer yoktu. Aslında şiirin ismi böyle değildi... Fakat yayınlandığı dergide (Ege Ekspres) bu isim verilmiş." (Berlin Merhaba Dergisi'nin katkısıyla hazırlanmıştır.)

Agora Meyhanesi, sonra İsmet Nedim tarafından bestelenip, Gönül Yazar tarafından plağa okunmuş. Ama ilk plaklarda eser sahibi olarak Onur Şenli'nin ismi yokmuş. Şenli, şiirine sahip çıkmak için epeyce mücadele vermiş. Davalar açmış, tazminatlar kazanmış. "Agora Meyhanesi", ülke çapında meyhane kültürünün bir simgesi olmuş, yıllarca Türkiye'nin dört bir yanında açılan meyhanelere "Agora Meyhanesi" denmiş... (Akşam Sefaları-Mehmet Şakir Örs/Yeni Asır)

Berlin'deki müzik çalışmalarınız?
 Berlin'de 1981'den 1998'e kadar müzik doçentliği yaptım. Kendimi tamamı ile beste çalışmalarına vermek için kendi isteğimle emekliye ayrıldım. Şimdiye kadar 100'ün üzerinde talebem oldu.

  Son yılların tartışması "Türk Pop Müziği" üzerine görüşleriniz?
 Bugünkü yapılan Türk Pop Müziği tamamen Batı müziğinin etkisindedir. Onun için bunun adına Türk Pop Müziği diyemeyiz. Çünkü bizden bir şeyler yok. Tabiiki müziğimize katabileceği şeyler de var. En azından enstrümanları değiştirmiş, ilaveler edilmiştir. Sözler yönünden bazı kişiler tenkid edilebilir. Fakat öyle güzel sözler kullanan sanatçılar var ki, takdir etmemek elde değil.

 Son yılların "nostalji" modasına ne dersiniz? Nostalji yapmak sizce kolaya kaçmak mıdır?
 Sanat, Türkiye'de hafife ve kolaya kaçıyor, gittikçe bozulup melezleşiyor; özelliğini kaybediyor, zayıflıyor. Bizde taklitçilik çok ilerledi. Nostalji, eski eserler demek olduğuna göre, demek ki, nostaljide sanat varmış. Şimdikiler kolay, nostalji ise daha zor.

Yaklaşık 50 yıldır müzikle iç içesiniz. Bugün çoksesli müzik alanında Türkiye'de gelinen nokta?
 Henüz bizim kendi musikimiz yok ki, çokseslilikten bahsedelim. Bir kere esas olarak Türk müziği nedir olayı ortaya konmalı, ondan sonra çoksesliliğe başlanması gerekir. 1970'ler de ilk olarak Batı enstrümanlarını koyarak Ankara Radyosu'nda başladım. O zamanlar TRT tarafından aforoz edildim. Bütün sazlarım elimden alındı. Çünkü birçok kişinin menfaatına dokundu. Beş on kişinin menfaati için çokseslilik harcandı!.. Onların tek müdafaları vardır, o da: "Türk müziği çoksesli olursa Türklük bozulur"... Hayır efendim, çokseslilik Türk müziğini bozmaz! Atatürk'ün bir sözü var: "Bir milletin medeniyeti musikisi ile paraleldir."

 Çoksesli müziğin kısaca tarifi...
 Bir anda birçok ayrı sesin duyulmasıdır. Akıp giden müziğin bir andaki kesitinden duyulan ayrı ayrı seslerdir.

Kim demişse "Müzik ruhun gıdasıdır" demiş. Türkiye'de son yıllarda yapılan müziğe bakarak aynı sözü siz de söyler misiniz?..
Türkiye'de yapılan müzik, ruhun değil; vücut hareketlerinin gıdası oldu; ruh unutuldu...

Günümüz yorumcuları hakkında düşünceleriniz?
Hakiki sanatçı, dinleyicisine kendisini alkışlatmak için eliyle tempo tutmayan kişidir! Halk beğenirse zaten alkışlayacaktır. Fakat halkımız, iyiye de kötüye de alkışlamaya alıştırılmış. Düşünün, sanatçı, Makber'i okuyor, halk alkışlıyor. Makber bir ağıttır; ölümden bahseden bir eserdir. Ancak, okuyan sanatçı halka alkışlaması için tempo tutturuyor. Böyle bir şeyi bizden başka bir yerde göremezsiniz!..


Son besteniz olan "Ezilenler"den biraz bahsetseniz...
 Ezilenler, adlı bestemin sözleri şair Mehmet Akif Ersoy'a ait. Yaklaşık 20 yıllık bir çalışmamın ürünüdür. Günümüz Türkçesine Mehmet Erguvan tarafından çevrilmiştir. Ezilenler, ezilen insanları anlatıyor.  Ezilen insan dünyanın her tarafında var; sadece Türkiye'de değil. Şiirin sözleri şöyle:

Şu simsiyah gecenin yok mu Tanrım sabahı
Mahşere mi kalacak yoksa mazlumun ahı
Ne zaman sorulacak zalimlerin günahı
Mahşere mi kalacak yoksa mazlumun ahı
Yeter artık dedikçe Tanrım dert ediyorsun
Bir parçacık saadeti bize çok görüyorsun
Zalime dur demiyor, merhamet vermiyorsun
Mahşere mi kalacak yoksa mazlumun ahı... Ve sonunda "Adaletin bu mudur ezmiyorsun ezeni..." diye gidiyor.

Bu eserinizi kim yorumlayacak?
 Eseri kim dinlediyse; "İsmet Bey, bu eseri sizden başkası yorumlayamaz." dediler. Aynı şekilde bir iki plak şirketi de "Bu esaslı bir tenor işi" diyerek eserdeki tavrı ve komposizyonu en iyi benim verebileceğimi belirttiler. Dolayısıyla kendi eserimi yorumlamak bana kaldı. Ezilenler, ses tekniği ve sanat isteyen bir eserdir. Sadece bağırmakla söylenecek bir eser değildir.
/Adem DURSUN / MERHABA / BERLİN  





İsmet Nedim Saatçi Film Müzikleri
Han Duvarları, Agora Meyhanesi, Karadut, Arım Balım Peteğim, Ben Kimi Seveceğim gibi besteleriyle 60´li 70´li yıllarda sanatının doruğuna çıkmıştır. ´de Ankara Radyosu´na girmiştir. 1981´den beri Berlin´de yaşamaktadır. 1998´e kadar müzik doçentliği yapmıştır. Berlin´de yüzlerce öğrenci yetiştirmiştir.

Film Müzikleri (7 Film)
Rabia / İlk Kadın Evliya 1973
Hak Yolu 1971
Ferhat ile Şirin 1970
Bana Derler Fosforlu 1969
Kader 1968
Kalpsiz 1966
Büyük Yemin 1963




İsmet Nedim Diskografisi İçin bkz.