30 Ocak 2007 Salı

Uzun Samsun İçenler Aşireti


Benim için bu ülkenin en garip, en yalnız, en içli aşiretini uzun samsun içenler oluştururlar. Aralarında bir kan bağı, kağıda dökülmüş bir yasa, ortak bir mekan ya da coğrafi bir aidiyet olmasa da, onlar, bütün hayatlarının kendilerini birbirine tutuşturduğu tuhaf bir ruh akrabalığının mensubudurlar.
Şehirde yaşayanların pek çoğu için aşiret, uzak ve yabani bir kavramdır. O daha çok, dağların eteklerini, ya da bir kısım kasabaları yurt tutmuş, birbirine kan bağıyla bağlı, sıradan nedenlerle hır çıkarabilen henüz “medenileştirilememiş” topluluklar için kullanılır. Oysa burnundan kıl aldırmayan şehirliler, pek çok konuda olduğu gibi bu konuda da yanılırlar. Çünkü ne mutlak birey ne de mutlak yalnızlık yoktur. İnsanlar nerede yaşarlarsa yaşasınlar bir bağlılığa ihtiyaç duyarlar ve aralarında kader birliği yaparlar. Dağlı aşiretlerin yerine, kendi modern aşiretlerini ikame ederek varlıklarına bir amaç, bir anlam katarlar. Futbol takımları, lokaller, cemiyetler, dernekler vb gruplar, öteki insanlarla hayatı paylaşmak için oluşturulmuş birer aşirettir. Ne geçmişte, ne şimdi, ne de gelecekte aşiretsiz bir hayat olmayacak, yalnızca kan bağının yerine yeni mitler konulacaktır...

 Benim için bu ülkenin en garip, en yalnız, en içli aşiretini uzun samsun içenler oluştururlar. Aralarında bir kan bağı, kağıda dökülmüş bir yasa, ortak bir mekan ya da coğrafi bir aidiyet olmasa da, onlar, bütün hayatlarının kendilerini birbirine tutuşturduğu tuhaf bir ruh akrabalığının mensubudurlar. Her nerede yaşarlarsa yaşasınlar tavırları, edaları, tarzları acayip bir biçimde benzerlikler gösterir. Tütünün, çubuktan, tabakadan, Gelincikten, Harmandan savrula savrula gelip yerleştiği en güvenilir dudak, bu sağlam delikanlılara aittir. Nikotin hiçbir yerde, onların içlerinde olduğu kadar bayram yapmamıştır. Dumanı en iyi onlar üfürmüş, parmaklarını en çok onlar sarartmışlardır. Cepleri az buçuk para görünce hemencecik marka değiştiren zıpçıktıların, tiryakiliğin kanununu lekeleyen tıyneti, onlarda zerrece yer etmemiştir. Uzun samsun içenler için hayatta karşılaşılabilecek birkaç büyük ihanetten birisi, tiryaki yoldaşlarından birinin, içtiği sigaranın markasını değiştirmesidir. Samsun, Kurtuluş Savaşı’ da ne kadar önemli bir yer tutuyorsa, uzun samsun da onların hayatında neredeyse o ölçüde yer tutar. Hatta bu sebepten, aralarında işi milli bir mesele haline getirenler bile çıkmıştır. Ecnebi sigaralarının memleketi işgal ettiği göz önünde tutulursa, bu kıymetli vatan evlatlarının millilik iddialarında haklılık payı bulunduğunu gözden kaçırmamak icap eder. Yerli malı kullanmaktan asla şaşmayan bu naif ahaliyi, yabancı sermayeye karşı verdikleri alkışlanası mücadelede yalnız bırakanlar, onların nokta- i nazarında elbette hain olmayı bir miktar hak etmişlerdir.

Uzun samsun tiryakilerini kalın bıyıklı, hırçın, pas paye, vurdumduymaz ve izbe insanlar olarak görenler; sosyal tarihimizi anlayabilecek en mühim numuneleri saf dışı bıraktıklarının farkında bile değiller. Şöyle ki; Onlar: Anneleri, atletlerinin dikiş yerlerindeki bitleri kırdığı günden beri hep bir yerleri kaşınmış, sırf bu kaşıntı yüzünden başlarına olmadık belalar almışlardır. Babalarına ait hatırlayabildikleri en berrak anı, suratlarına indirilmiş kallavi bir tokattır. Bu yüzden ömürleri boyunca yanaklarında hep bir yanma hissetmiş, ona bir gülün dalı dokunup serinletsin diye yanıp durmuşlardır.

İlk mektepte kara önlükleri her gün olmadık yerinden yırtılmış, evde işittikleri onca azara rağmen, ertesi gün yırtıklarıyla sokaklarda arzı endam etmeye devam etmişlerdir. Orta mektepte okudukları sınıfların en arka sıralarını vatan tutmuş, olası bir işgale karşı savunmanın her çeşidine başvurmuşlardır. Arkadaşlarının ağzı süt kokarken, aşklarını sıraların üzerine yazmayı daha bu dönemlerde bellemiş, yine mahallelerinin namağlup çetelerinin temelini bu dönemlerde atmışlardır.

Liseyi, sınıftan çok kıraathanelerde, okulun arka bahçesinde ya da akla hayale gelmeyen bahanelerde okumuş, bütün ev ödevlerini kızlar üzerine yapmış, ancak her ne hikmetse sınıfta “çakmaktan” paçayı kurtaramamışlardır. Üç yıllık idmanı, sürekli çift dikiş atmaları yüzünden dört, beş, bazen altı yılda tamamlayabilmişlerdir. Üniversite sınavlarına onlar kadar özgüveni yüksek, onlar kadar eke giren olmamış, gelin görün ki sonuçlar açıklandığında numaralarını hatırlamakta onlar kadar güçlük çeken başka bir gençlik kabilesi de çıkmamıştır. Tarihin garip bir cilvesi olsa gerek, aralarında yüksek mektebi kazananlar çıkmışsa da, gittikleri şehirde hemen bir ideolojiye saplanmış, dava uğruna kaba etlerinde morartılmadık yer bırakmamışlardır. Hemen hemen hepsi sevdikleri kızı alamamış, bu derin yarayı tedavi etsin diye yeni aşklara saplanmış, ama yaralarını azdırmaktan başka bir başarı da elde edememişlerdir. Nihayetinde bir şekilde evlenmişler, karılarının asık suratına, çocuklarının ağlayışlarına bir duman darbesiyle karşılık vermişlerdir. Hatunlarına kızıp darıldıkları olsa da, bazı geceler tuhaf bir şekilde içlilikleri tutmuş, onların dizlerine başlarına koyup hüngür hüngür ağlamışlardır. Bu ulaşılamaz yalnızlıklarını karıları bile anlamamış, çoğu kere anlamak istememişlerdir. Çocukları ise, babalarının hıçkırıklarını bütün ömürlerince hafızalarında saklamışlardır.

Yaşları ilerledikçe çelebileşmişler, gençlere hayatın anlamı ve gelecek üzerine hikmetli sözlerle dolu nasihatlerde bulunmayı ihmal etmemişlerdir. Fakat afacan çocuklara, isyankar delikanlılara ve eğri yola düşenlere de bir şekilde kol kanat germiş, itiraf etmeseler de onları kabilelerinin doğal üyeleri telakki etmiş, ezbere bildikleri bu hayatlara karşı bıyık altından gülümseyerek kendi hikayelerine dalmışlardır.

Olmadık bir anda sinirlenerek tuttukları takımı ya da partiyi terk etmiş, ancak ölünceye kadar babalarına ve annelerine saygıda kusur göstermemişlerdir.

Ve yine ölünceye kadar, tiryakinin son sigarasının içilmeyeceği yasasını bir kereliğine bile ihlal etmemişlerdir.

Şimdiye kadar, hakikaten kırılgan, efendi ve alabildiğine yerli bu aşireti görmemezlikten gelen yurtsuz sosyologlar, bundan sonra da kutsal bilimlerinin kıyısına onları yaklaştırmayacaklar. Ama ciğeri sağlam “uzun samsun içenler aşireti”, bütün bir hayatımızın yasını attıkları o kocaman içleriyle, içimizde yaşamaya devam edecekler. Ne kapalı mekanlarda asılı duran sigara içilmez yazıları, ne karılarının dırdırları, ne de nefesleriyle körebe oynayan ölüm onları durduramayacak. “Uzun samsun içenler aşireti” nin başına gelebilecek en büyük facia, Samsun sigara fabrikasının bir greve ya da yabancı sermayenin istilasına kurban gitmesidir. Ki Allah’ın izniyle, bayrağımız gökte dalgalandıkça böyle bir kazaya da kurban gitmeyeceklerdir.

/Ali Ayçil

http://www.sayhadergi.com/index.php?mod=content&act=topicshow&id=10

Doğalgaz Boru Hattı Çalışmaları




Samsun Doğalgaz Boru Hattı Bağlantı Çalışmaları, 2006

Kızılırmak Türküsü



Kızılırmak Üstüne Kurulu Çetinkaya Köprüsü Bafra / SAMSUN



GENÇ ÖLÜMÜ ÜZERİNE YAKILMIŞ AĞITLARDAN HAREKETLE ANADOLU KÜLTÜRÜNDE ÖLÜM VE GENÇ ÖLÜMÜ OLGUSU
ÖZET
Doğum gibi ölüm de, hem doğal hem de toplumsal bir realitedir. Bu nedenle ölüm esnasında, ölünün defni sırasında ve ölen kişinin arkasından yapılan işlemler-etkinlikler toplumların kültüründe, özellikle de halk kültüründe oldukça önemli bir yer tutar. Ölüm konusundaki inançlar, değerler, gelenek-görenekler ve davranışlar, toplumlar arasında farklılık gösterdiği gibi, aynı toplumda da farklılıklar gösterebilmektedir. Ölüm olgusunun, diğer toplumlarda olduğu gibi, Türk halk kültüründe de ayrı bir yeri vardır.Çalışmada ağırlıklı olarak, araştırmacının Ankara-Kavaközü yöresinden derlemiş olduğu ağıtlara yer verilmiştir. Bunun yanı sıra sosyo-kültürel açıdan belli bir yeri olan ağıtlara da,s empozyum bildirisi sınırlarını zorlamadan yer verilmeye çalışılmıştır. Çalışmanın temel hedefi, Anadolu ağıtlarından hareketle Türk kültüründe, genç ölümü olgusunu incelemektir. Bilindiği gibi, genç ölümü olgusunun, Türk kültüründe ayrı bir yeri vardır. Çünkü, Anadolu insanı yüzyıllardan beridir zor, bir o kadar da güzel bir coğrafyayı kendine vatan edinmiş olmanın bedelini milyonlarca gencinin yaşamıyla ödemiştir ve ödemektedir de. Çalışmada araştırma yöntemi olarak halkbilimin derleme tekniklerinin yanı sıra, sosyolojik açıdan dagenel hatları ile içerik analizi tekniği (Gilbert, 1994: 287-306 & Arseven, 2001: 85-100)kullanıldı. İçerik çözümlemesi tekniği araştırmada, Kerlinger’in “araştırma yapan bir kişinin, diğer kişilerin ortaya koymuş oldukları iletişim materyallerini, belli ölçütlere göre ele alıp incelemesi” şeklindeki tanımlaması (Arseven, 2001: 86) çerçevesinde kullanıldı. Bu yönüyle çalışma yalnızca folklorik değil, aynı zamanda sosyolojik bir nitelik de taşımaktadır.


1. GİRİŞ
“Ateş düştüğü yeri yakar” der bir Türk atasözü. Gerçekten öyledir. Ölüm acısının en büyüğünü ölen kişinin en yakınındakiler duyar. Öyle demezler mi: “Her ölüm erkendir, her ölüm zamansızdır!” Ama genç ölümü ayrı bir zamansızdır, ayrı bir erkendir. Daha yaşanacak çok şey, alınacak çok murat, görülecek çok hal vardır gençler için. İşte bu yüzden genç ölümünün yüreklerde yarattığı yangın ayrı bir büyük, gönüllerde açtığı yara ayrı bir derindir. Büyük Anadolu bilgesi Yunus Emre’nin de dediği gibi:
“Bu dünyada bir nesneye
Yanar içim, göynür özüm
Yiğit iken ölenlere
Gök ekini biçmiş gibi.

”Tanyol’un da vurguladığı gibi (Bali, 1997: 1) ağıtlar ve yas merasimleri, sosyolojik anlamda, sanatın ölüm olgusunda güzel sanatlar olarak, şiir olarak ortaya çıkışıdır. Yara derin, yangın büyük olunca, izler de daha kalıcı olunca, bu sanatsal ve kültürel olgu daha da bir belirgin ve vurgulu olarak varlık gösterir. Genç yaşta, muradına eremeden, hayatına doyamadan ölenlerin, dalında solanların ardından yakılmış olan ağıtların onlarca, yüzlerce yıldan beri yok olmadan dillerde söylenegelmesinin altında da bu gerçek yatar. Bu nedenle, genç yaşta ölen kadın ya da erkekler için yakılmış ağıtların ayrı bir yeri vardır Anadolu folklorunda. Bu realiteden hareketle, çalışmaya konu olarak, genç ölümü üzerine yakılmış ağıtlar seçildi.

2. ANADOLU KÜLTÜRÜNDE AĞIT
Ağıt, Orta Asya’dan Balkanlara, Orta Doğu’dan Anadolu’nun en ücra köşelerine kadar, Türk coğrafyasının hemen her yöresinde rastlanana bir halk kültürü ürünüdür. Azerbaycan’dan Kırgızistan’a, Kazakistan’dan Batı Trakya’ya, Kerkük’ten, Kıbrıs’a bütün günümüz Türk toplum ve topluluklarında bu geleneği gözlemlemek mümkündür. Türk kültür ve toplumsal tarihinde bu gelenek, yaklaşık 1600-1700 yıllık bir geçmişe sahiptir: Hunlar’dan Göktürkler’e, Uygurlar’dan Karahanlılar’a, Osmanlı’dan günümüze kadar Türk kültür tarihinin hemen her döneminde varlık göstermiştir (Bali, 1997: 19-48).

 Boratav’ın da belirttiği gibi ağıt sözcüğü, Azerbaycan dilindeki “ağı” (ağla, sızla) kökünden türemiştir (Esen, 1997: 13). Ali Şir Nevai de (Bali, 1997: 15) “ağıt” kelimesini, “ağlama, mersiye, ölü için yazılan şey” olarak tanımlar. Bali’nin de vurguladığı gibi, Türk dilinin bütün lehçe ve şivelerinde, ölüm olayını konu edinen bir sözcük vardır. Önceleri “yuğ” ve “sagu” kelimeleri kullanılırken, sonradan bu sözcükler yerini “mersiye” ve “ağıt” kelimelerine bırakmıştır.

Ağıt sözcüğünün Anadolu’da kullanımı, XV-XVI yüzyılda başlamıştır (Bali, 1997: 14-6). Kuzeydoğu Karadeniz bölgesinde kullanılan “sayı yapmak veya sagı kurmak” betimlemeleri ile Doğu Anadolu’da kullanılan “lavik” ve Kerkük’te kullanılan “sızlamağ” sözcükleri genellikle aynı türden olayları tasvir etmedekullanılır (Bali, a.g.e. : 16).

Ağıtlar, belli kişilerin ölümü ya da büyük yıkımlara neden olan doğal afetler, büyük kayıplarla ve yenilgi ile sonuçlanan kanlı savaşlar gibi belirli olayların ardından yakılır. Bir ezgi ile birlikte, sonu acıklı biten olayların ardından söylenen türküler ise “bozlak” olarak adlandırılır (Bali, a.g.e. : 11-15). Türk tarihinin derinliklerinden bu güne sürüp gelen bu folklorik geleneğin sürdürülmesinde, ençok kadınların emeği geçmiştir. Çünkü, bu folklorik ürünün yaratıcısı olduğu kadar, sürdürücüsü de çoğunlukla kadınlardır. Genelde ölünün ardından, özelde ise genç ölümü üzerine yakılan ağıtlar, ya ölünün başında ya da ölünün ardından ölü evinde, genç yaşta ölen şahsın annesi, karısı, yakın akrabası veya dostları tarafından söylenir. Kimi zaman da, o yörede, ağıt yakmayı kendisine görev edinmiş “ağıtçı kadın” bu görevi üstlenir. “Ağıt çağırma” ya dayas tutma törenlerinin süreleri yörelere göre bazı farklılıklar gösterebilmektedir. Bu törenler kimi yörelerde birkaç saat sürerken, bazı yörelerde bir yada birkaç gün sürebilmektedir(Boratav, Esen, 1997: 17).

 Ağıtlar genellikle ölen kişinin fiziki ve kişilik bakımından övülecek yönlerini, güzelliklerini, maddi ve maddi olmayan zenginliklerini konu edinir. Ağıta konu olan kişi erkek ise ağıtta konu olarak yiğitlik, cesurluk, kabadayılık, yüreklilik, boy-pos gibi temalar ağır basar. Kadına yakılan ağıtlar da ise güzellik, iyi huyluluk, cömertlik, çalışkanlık, beceriklilik, …vb gibi konular işlenir. İster kadın ister erkek olsun, genç yaşlarda ölen kişiler için yakılan ağıtlarda ise, “hayata doyamamışlık, murada erememişlik, iyi günler görememişlik, anasız-babasız kalmış çocukların perişanlığı, karısız-kocasız kalmış kişilerin mutsuzluğu …” gibi konular ağırlıklı yer tutar.

3. HASAN’IN AĞIDI
Ağıt’ın konu edildiği Hasan, Ankara’nın Kavaközü Köyü’nde yaşamış bir şahıstır. Ağıtın ilk mısrasından da anlaşılacağı gibi, ağıtın yakıldığı Kavaközü Köyü’nün eski adı Cimder’dir ve önceden Ankara’nın Beypazarı İlçesi’ne bağlı bir köydür. Çalışmada yer alan ilk üç ağıt bizzat araştırmacı tarafından, Kavaközü yöresinden derlenmiştir. Bu nedenle, yörenin genel durumuna ilişkin öz bazı bilgiler vermek yerinde olacaktır: Eski adıyla Cimder, yeni adıyla Kavaközü Köyü, İç Anadolu Bölgesinin kuzeyinde, Ankara’nın kuzeybatısında, İç Anadolu bölgesi ile Karadeniz bölgesinin kesiştiği sınıra yakın bir bölgede yer alır. İdari bakımdan Ankara iline ve Güdül ilçesine bağlı bulunan Kavaközü, başkente yaklaşık 100 km uzaklıktadır. Güdül ilçesine 12 km, Beypazarı’na 30 km, Uruş kasabasına ise 6 km mesafededir. Doğusunda Kayı, kuzeyinde Tahtacı Örencik, Kuzeybatısında Sağır (Kırkkavak) köyleri, güneybatısında Uruş kasabası, güneydoğusunda ise Güdül ilçesi yer alır. Bulgular, yörenin iskan tarihinin Romalılar’a, Frigyalılar’a, Hititlere hatta belki de daha eskilere kadar indirgenebileceğine işaret etmektedir. Bununla birlikte köyün ilk kuruluş tarihine ilişkin henüz elde belge bulunmamaktadır. Kaynak şahıslarla yapılan görüşmelerden ve söylencelerden, yörenin Türkler tarafından iskana açılışının Osmanlı’dan daha önce, Orta Asya’dan Anadolu’ya yaşanan ilk göç dalgaları sırasında gerçekleştiği anlaşılmaktadır. Hattas öylencelerde, Osmanlı Beyliği’ni sonra da Osmanlı İmparatorluğu’nu kuran Oğuz Boyunun,Söğüt-Domaniç yöresine yerleşmeden önce buradan geçtiği ve yöre halkının da bu boydan, göç esnasında burada yerleşik düzen kurmaya karar verip kalan bir kol olduğu rivayet edilmektedir.Arslan’ın 1980’li yılların sonlarından bu güne yörenin folklorik yapısına ilişkin sürdürmekte olduğu araştırma ve derlemelerde ortaya koyduğu bulgular da, bu söylenceleri doğrular niteliktedir (Arslan, 1992; Arslan, 2003; Arslan, 2004).

Özellikle son 15-20 yıl içinde, yörenin demografik yapısında önemli değişmeler yaşanmıştır. Kavaközü, nüfusu önceleri altı yüzü aşkınken, 1990 başlarında beş yüzlere kadar gerilemiş, günümüzde ise yarı yarıya azalıp 300’lere kadar düşmüştür. Bununla birlikte, halen Güdülilçesinin büyük köylerinden bir tanesi konumundadır. Köy nüfusunda, 20 yılda yüzde 50’yevaran bu hızlı azalmanın altında yatan nedenlerin başında, Türk toplumunun kanayan bir yarası olan köyden kente göç olgusu yatar. Bunun yanı sıra, çeşitli nedenlere bağlı olarak eskiden oldukça yaygın olan çok çocuk sahibi olma eğilimin ve buna bağlı olarak da doğurganlık oranının azalması da, bu düşüşte rol oynayan bir başka önemli etkendir. Aşağıdaki ağıtın kahramanı Hasan evli ve iki erkek çocuk babasıdır. Babası daha önce ölmüştür ve dul anası da onlarla birlikte yaşamaktadır. Çalışmak için Ankara’ya gider ve orada da başka bir kadın ile nikâhsız olarak birlikte yaşamaya başlar. Aradan bir süre geçtikten sonra, Hasan’ın trenin altında öldüğü haberi ve ardından da parçalanmış cesedi köye gelir. Kaynak şahsın belirttiğine göre Hasan’ın trenin altında kaza ile mi kaldığı, yoksa öldürülüp trenin altına mı atıldığı meçhuldür. Ağıt, bu olayın ardından Hasan için yakılmıştır. Derleme araştırmacı tarafından, Ankara’nın Güdül ilçesine bağlı Kavaközü (Cimder) Köyü’nde, Ayşe Coşkun isimli kaynak şahıstan yapılmıştır (Arslan, 1991).
*** Angara vilayetim de, gazam BeypazarGurbete gittim de, gördüm ben zarar Cimder Köyü bana mı ettin intizar Anama söyleyin anam ağlasın Anamdan gerisi yalan ağlasın. Angara’nın içi de yüksek galdurum Tiren aldın da bacağımı, baldurum Anam görmeden de ölüm galdurun.  Anama söyleyin anam ağlasın Anamdan başkası yalan ağlasın. Yetim godun iki körpe yavrumu Anama söyleyin savsın ninnimi Kim alusa alsın, çift çift yarimiAnama söyleyin anam ağlasın Anamdan gayrısı yalan ağlasın. Bileydim kesmezdim tiren yolunu Tiren gaptın ganadımı golumu Yetim godun çift çift benim oğlumu Anama söyleyin anam ağlasın Anamdan başkası yalan ağlasın. Nadire yarim de gamyonumu eğlesin Satı yarim de cansuz hayalimle gönül eğlesin Anamın gızları var, beni ni’ylesin Anama söyleyin anam ağlasın Anamdan başkası yalan ağlasın. Tirene bindim de tiren gıcılar Tiren döndükçe de yaralarım sızılar Allah’a emanet ediyom çift çift guzular Anama söyleyin anam ağlasın Anamdan gayrısı yalan ağlasın. Telgraf da çektim çıkmadı haber Öldün mü oğlum da yoktur bir haber Telgraf da çektim Yılgın Özü’ne Senin öleceğin de oğlum düştü özüme.

4. CANGARAM AĞITI
Cangaram ağıtı da araştırmacı tarafından, Ankara-Kavaközü yöresinden, Ayşe Coşkun isimlikaynak şahıstan derlenmiştir. Kaynak şahıs, söz konusu ağıtı annesinden dinlediğini ve ağıtakonu olan olayın ayrıntısını bilmediğini vurgulamıştır. Kaynak şahısın anlattıkların dananlaşıldığına göre Cangara, yörede yaşamış bir efe (ya da eşkıya reisi)’dir. Zenginlerden aldıklarını fakirlere dağıtmakla ünlenmiştir. Cangara, Anadolu’nun dört bir yanında rastlanan bu türden efsanemsi hikâyelerin kahramanlarında olduğu gibi, herkesin korktuğu, hiç kimsen O’nu öldürmeye güç yetiremediği bir figürdür. Fakat en sonunda, en yakın arkadaşı-dostunun O’nu ihbar etmesi sonucu öldürülmüştür.

 *** Al yatakta bastılar, Anam, basmayınan kestiler. Cangara’nın ölüsünü oy anam Darağacına astılar. Gabak dikdim gol attı, Anam yılan yere yan yattı,O benim kendi dostum oy anam Beni de çengele astı.Gövengin yollarında, Kelepçe gollarında, Anam da beni sorarsan Beypazarı adliyesi önlerinde. Gara goyun yoğurdu, Ana da hangı doğurdu Cangara’yı doğuran o anam Balınan mı yoğurdu Yımırtanın sarısı, Yere düştü yarısı, Cangara’ya yanıvermiş oy anam Gaymakamın garısı. Merdivenim gırk ayak, Gırkına vurdum dayak, Gaymakam bey gelürken oy anamYarışdım yalunayak. Al çuhanın hasına, Gan dolagelmiş fesine, O gız da yanmış kül olmuş oy anam Cangara’nın sesine.Gara goyun guzular,Yüreklerim sızılar, Beni de gıyan nacak da oy anam Okunu da Cangara isimli yazılar.

6. ATİNA YÜZÜK KAŞI
Aşağıdaki ağıt da yine araştırmacı tarafından, bu konuda yörenin tanınmış folklorik simalarından olan, Ayşe Coşkun isimli kaynak şahıstan, Ankara-Kavaközü yöresinden derlenmiştir. Bu türkü de, diğer bir çok ağıtta olduğu gibi Türk toplumuna mal olmuş ve Anadolu’nun bir çok yöresinde yaygın olarak söylenegelen bir ağıttır. Yörenin folklorik zenginlikleri konusunda önemli bilgiler vereceği düşünüldüğü için, bu ağıt da, yöre de söyleniş şekline uygun olarak kaleme alınmıştır.

 *** Atina’nın ayranı, Bugün Gurban Bayramı,Üç yavrumu sorarsan, bağlar gazeli, Balıkların gurbanı, dünya da güzeli. Bağa girdim üzüme, Çıbık çarpdı gözüme, Mahşere gadar yanarım bağlar gazeli, Düşemedim dengime, Dikmen güzeli. Yeşil yeşil yapraklar, Gara gara topraklar,Doyamadım yavruma, bağlar gazeli, Doysun gara topraklar, dünya da güzeli. Gidin bulutlar gidin, Gırala selam edin, Gral uykudaysa bağlar gazeli Uykuyu haram edin, dünya güzeli Bağa girdim üzüm yok, Heç bir şeyde gözüm yok,Yar darılmış gidiyo, bağlar gazeli, Geldim emme gücüm yok, dünya da güzeli. Badılcanı doğradım, Doğradım da gomadım, Gıraldan oldu üç çocuk, bağlar gazeli, Adını goyamadım, dünya da güzeli. Gidin bulutlar gidin, Yonan’a selam edin, Yonan yavruların sorarsa, bağlar gazeli, Denizi tarif edin, dünya da güzeli. Atina yüzük gaşı, Yandı ciğerim başı, Üç yavruma guma gelince, bağlar gazeli, Durmaz gözümün yaşı, dünya da güzeli. Al beni beni, sar beni beni, hallar geliyor, Ah dedükce ciğerimden ganna da geliyor.

7. KIZILIRMAK TÜRKÜSÜ
Kızılırmak Türküsü de, Anadolu’nun dört bir yanında bilinen ve söylenen, Türk kültürüne malolmuş çok önemli bir folklor ürünüdür. Kızılırmak’ın geçtiği-geçmediği her yerde, genç-yaşlı, kadın-erkek, eğitimli-eğitimsiz hemen herkes tarafından bilinir ve söylenir. Bu çalışmada, böylesi önemli bir kültürel varlığın iki farklı derlemesine yer verilecek: Birinci derleme Bali’nin(1997: 152) çalışmasından alınmıştır. İkinci derleme ise araştırmacının (Arslan, 1991: 34-6), Ankara-Kavaközü yöresine ilişkin derleme çalışmasından alınmıştır. Aynı ürünün iki farklı formunun bir arada verilmesi, folklor ürünlerinin yöresel evrimleşmesini ortaya koyması bakımından olduğu kadar, derleme yapılan yörelerin sosyo-kültürel özellikleri hakkında verdiği ipuçları bakımından da önem taşır. Kavaközü yöresinin Kızılırmak Türküsü de, öteki ağıtlar gibi, yarı okur-yazar ve 70 yaşlarında olan Ayşe Coşkun isimli kaynak şahıstan derlenmiştir. Kızılırmak Türküsü’nün öyküsü aslında Sivas’ta yaşanmıştır. Kendileri de Sivaslı olan Profesör Dr. Yener Okatan ve kardeşi Ahmet Sadi Okatan’dan edinilen bilgilere göre, türküye konu olan olayın yaşandığı yer, Sivas’ın yaklaşık 6 km uzağında, Sivas-Ankara karayolu güzergâhındaki ,Kayseri sapağındaki köprüdür. Bu köprü, ağıta konu olan hazin olayın ardından, Sultan Aziz döneminde, Eskicioğlu Abdurrahman Usta tarafından yeniden inşa edilmiştir. Eskicioğlu Abdurrahman Usta, Prof. Dr. Yener Okatan’ın da anne tarafından büyük dedesidir. Hatta köprü inşaatında kullanılan taşlar da, köprüye birkaç km uzaklıktaki “Şahna Kümbeti’nden”getirilmiştir.

Yine Prof. Dr. Yener Okatan’ın verdiği bilgiye göre, köprüye ilişkin sözü edilen bilgiler, şu an yerinde bulunmayan, köprü kitabesinde yer almaktadır. Söylenceye göre köprü kitabesi, “bu türden yapıların kitabesinin altıda, yeniden yapım-tamir masrafları için gerekli olan altın saklı olur” gerekçesi ile, köprünün onarımı sırasında, bir astsubay tarafından çıkartılmıştır, Köprü kitabesinin akıbetine ilişkin bilgiler bu söylenceden öte gitmemekle birlikte, köprünün kitabeli halinin fotoğrafı, Ahmet Sadi Okatan’da bulunmaktadır. Ayrıca, Prof. Dr. Yener Okatan’a göre ağıtın ilgili bölümü, Sivas yöresinde: “Kızılırmak parça parça olasın, Her parçanı bir diyara salasın, Sen de benim gibi yarsız kalasın.Kızılırmak nettin allı gelini Gelini gelini pullu gelini” şeklinde söylenmektedir.

Kızılırmak ağıtı ve ağıtın öyküsü ile ilgili ayrıntıları, Arslan tarafından gerçekleştirilecek olan “Herkesin Türküsü-Kızılırmak” isimli çalışmaya bırakarak, ağıt metnine geri dönmek yerinde olacaktır: “Silah getir şu kartalı vuralım Dalgıç getir şu gelini bulalım Gelinsiz köylere nasıl varalım Kızılırmak yedin allı gelini Gelini gelini suna boylumu Kızılırmak parça parça olaydın Her parçanı bir diyara salaydın Sen de benim gibi yarsız kalaydın Kızılırmak yedin allı gelini Gelini gelini suna boylumu Köprüye varınca köprü yıkıldı Üç yüz atlı birden suya döküldü Nice yiğitlerin boynu büküldü Kızılırmak yedin allı gelini Gelini gelini suna boylumu (Bali, 1997: 152, İlhan BAŞGÖZ arşivinden)”

*** “Gızılırmak parça parça olaydın Her bir parçan her bir yerde kalaydın. Allı gelini de balıklar alaydın Güyeye de gara haber varaydın Netdin(g) Gızılırmak allı gelini Yanağı üç garış Meyram gelini Balıklar mı yidi datlı da dilini Analı, babalı bindürdük ataKöprüye varınca oldu da bi hata Köprüye varınca köprü yıkıldı Üç yüz atlı birden suya döküldü Nice yiğitlerin boynu büküldü Netdin(g) Gızılırmak allı da gelini Yanağı üç garış pullu da gelini Balıklar mı yidi datlı da dilini Tüfek getün(g) şu gartalı vuralım Dalgıç getün(g) ben gelini bulayım Biz gelinsüz nasıl köye varalım Netdin(g) Gızılırmak allı da gelini Yanağı üç garış Meyram geliniBalıklar mı yidi datlı da dilini (Arslan’ın 1991 ve 2003 yıllarında yaptığı derleme çalışmalarında, Ankara-Kavaközü Köyüyöresinde Ayşe COŞKUN isimli kaynak şahıstan derlenmiştir.)”

8. CELALOĞLAN AĞITI
Celaloğlan ağıtı, Sivas’ta, çimento fabrikasında çalışırken, genç yaşta ölen Celal’in ardından yakılmıştır. Bu ağıt da, Anadolu’nun birçok yöresinde, farklı biçimlerde söylenegelmekte ve Türk kültürüne mal olmuş bir ağıttır. Aşağıdaki metin Prof. Dr. Muhan Bali (1997)’den alınmıştır. “Aşağıdan guş geliyor Sesi bana hoş geliyo Celal’ı götüren taksi Geri dönmüş boş geliyo Celal oy oy eşim oy oy Kesilece başım oy oy Evlerinin önü yonca Yonca çıkmış dam boyunca Bu yoncayı kim biçecek Celal oğlan gelmeyince Celal oy oy eşim oy oy Kesilece başım oy oy Aşağıdan gelir deve Gevişini geve geve Sanki ben de gelin oldum Celal gilin böyük eve Celal oy oy eşim oy oy Kesilece başım oy oy Celal odada yatıyo Yorganını yel atıyo Ne yatıyon garip Celal Nişanlını el alıyo Celal oy oy eşim oy oy Kesilece başım oy oy Evlerinin uru arpaAtlar gelir gırpa gırpa Celal oğlan can veriyo Gollarını çırpa çırpa Celal oy oy eşim oy oy Kesilece başım oy oy Sekiz geyim çorap ördüm Sekiz gaynım geysin deyi Sandık açdım poşu seçtim Celal gavu olsun deyi Celal oy oy eşim oy oy Kesilece başım oy oy (Bali, 1997: 178-9)”

Celaloğlan Ağıtı’nın, Erzincan yöresinden yapılmış bir derlemesi de şöyledir (Bali, 1997: 115-6): “Dokuz geyim çorap ördüm Dokuz gaynım giysin diye El bağladım divan durdum Celal oğlan görsün diye Ayvalıkdan çıktım yayan Dayan dizlerim dayan Kız geldim kız gidiyorum Uyan Celal oğlan uyan Evlerinin önü yonca Yonca çıkmış diz boyunca Bu yoncayı kim biçecek Celal oğlan olmayınca Evlerinin önü arpa Arpa değil soğan imiş Celal gilde bir düğün var Düğün değil şivan imiş Bel bağımı çözeceğim Yoncalıkta gezeceğim İzin verir kayınlarım Ben gelinliğimi bozacağım Arı gelir peteğine Koyun gelir yatağına Celal oğlan çadır kurmuş Şu dağın eteğine Üç atım var biri binek Mezarlıkta inek
Celal oğlan ölmüş derler Odasına yasa gidek Kazan kurdum kapısına Meyil verdim yapısına Celal oğlan ölmüş derler Kilit vurdum kapısına Elma attım yuvarlandı Değdi yastık ılgalandı Sandım Celal Uyandı Uyan Celal sabah oldu İnanmazsan yıldıza bak.”

9. SARIKAMIŞ TÜRKÜSÜ
Her ağıtın toplumsal ve kültürel açıdan belli bir yeri ve önemi vardır. Bazı ağıtlar ise tarihsel ve sosyo-kültürel açıdan farklı bir anlam taşırlar. Aşağıda yer verilen “Sarıkamış Türküsü” de böylesi ağıtlardandır. Söz konusu ağıt, yalnızca yöresel bir olaya tarihsel olarak tanıklık etmenin ötesinde, ulusal tarihimiz açısından da büyük önem taşıyan tarihsel ve toplumsal olaylara değinmektedir. Bu ağıt, onlarca yıldır tarihi ve toplumsal gerçekler çarpıtılarak ulusumuzun, uluslar arası arenada temcit pilavı gibi ısıtılıp ısıtılıp önüne sürülen “Ermeni olayları” ilgili olarak da, özgün bir tarihsel belge değeri taşır. Örneğin, “Serçe gibi Ermeniler/Her biri şahbazadöndü” dizeleri Türkler ve Ermeniler yörede (Erzurum ve havalisinde), uzun yıllardan beridir kardeşçe, barış içinde bir arada yaşarken, Rusların saldırılarından güç alan Ermenilerin Türklere karşı nasıl birer savaşçı kesilip, kinle saldırdıklarını vurgulu bir şekilde ortaya koyar:“Sarıkamış’da var maşin Urus yığılmş ağır koşun Bizim asker açık çıplak Dağlarda buyudı kışın Sarıkamış alkan oldu Zalim Urus murad aldı Kimsesiz dul kız gelinler Kara giyip saçın yoldu Sarıkamış saza döndü Dağlar gülzara döndü Serçe canlı Ermeniler Her biri şahbaza döndü Sarıkamış içi meşe Urus yaktı hep ateşe Bizi koydun eli bağlı Nerye gittin Enver Paşa Enver paşa hücum dedi Yarıldı Moskofun ödü Zalim Allah-ekber dağı Nice aslan yiğit yedi Bardız deresi kan çağlar Analar ciğerin dağlar Çil horoz dağı dalında Nice duvaklılar ağlar Soğanlıda soğan olur Kar tipisi boğan olur Urusu bozgun görenler Anasından doğan olur Çadırlar dağa kuruldu Hücum borusu vuruldu Bir Sarıkamış uğruna Doksan bin fidan kırıldı Soğanlı’nın göktaşları Kızarır al haşhaşları Soğanlı’da kırıldı hep Erzurum’un dadaşları (Bali, 1997: 121-2, Tibet’in Erzurum Ağıtları’ndan alınmıştır.)”

10. GELİNİN AĞIDI
Bu ağıt Yaşar Kemal’den (Kabacalı, 2004: 166-7) alınmıştır. Kabacalı (a.g.e.: 166)’nın belirttiğine göre ağıt, Andırınlı bir gençle evlendirildikten dokuz ay sonra, çocuğunu doğururken ölen, Kayserili bir genç kadının ardından yakılmıştır. Ağıtın ilk dörtlüğü, ölüm esnasında genç kadının kendi tarafından yakılmış, öteki dörtlükler ise kaynanası ve annesi tarafından söylenmiştir: “Kendisi Ana kızın çok mu idi Bir kız sana yük mü idi. Yıkılası Kayseri’de Bir menendim yok mu idi. Kaynanası Çıktım çınarın bendine Çağırdım kendi kendime Doğan ayın on beşine Anan gelir demedim mi Anası Esat gel yanıma otur Memmet kazma kürek getir Gariptir ak Medine’m Mezarın ucundan yatır Mezarının üstünü açtım Göğsünün düğmesin’ çözdüm Yavrum benden vaz mı geçtin Amanın kuzum amanın Bezirgan değil mi göçen Tüccar değil mi bohça açan Analık değilim geçem Ananım kızım ananım Deveye vururlar tuzu Yüreğime düştü sızı Benden size vasiyet Gurbet ele vermen kızı Böyle olduğun’ bilemedim Bir düşceğiz göremedim Baban olsa salar idim Kardeşini salamadım Evimizin önü arpa Arpaya yayılır görpe Baban olsa gelir idi Kırat başın çarpa çarpa Karlı dağlar karlı dağlar Kar erir suyu çağlar Garib imiş ak Medine’m Basmac’oğlun durmaz. Şu tepede bir harmancık savrulur Küreği yok yabası yok yeli yok Garib imiş ak Medine’m Emmisi yok dayısı yok eli yok.”

KAYNAKÇA
ARSEVEN, A. (2001), Alan Araştırma Yöntemi, Ankara: Gündüz Yayıncılık.
ARSLAN, D. A. (2004), “Bir Ankara Köyü Araştırması: Köy Sosyolojisi’nin Bakış Açısından Ankara Kavaközü Köyü”, Uluslar arası İnsan Bilimleri Dergisi,19.07.2004, http://insanbilimleri.com. ARSLAN, D. A. (2003), “Bir Köy Sosyolojisi Çalışması: Kavaközü Köyü’nün Sosyo-Ekonomik Yapısı ve Sorunları”, Sosyal Bilimler Dergisi (Osmangazi Üniversitesi), Cilt: 4,Sayı: 1, ss. 1-26.
ARSLAN, D. A. (1992), Kalkınma Dönemecinde Kavaközü, Konya: Selçuk Üniversitesi(Lisans Tezi).
ARSLAN, D. A. (1991), “Kavaközü Köyü: Halk Bilimi Derleme Çalışması”, Konya: Selçuk Üniversitesi. BALİ, M. (1997), Ağıtlar, Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları.
ESEN, A. Ş. (1997), Anadolu Ağıtları, İstanbul: İletişim Yayınları.
GİLBERT, N. (1994), Researching Social Life, London: Sage.
KABACALI, A. (1997), Gül Yaprağın Döktü Bugün, İstanbul: Yapı Kredi Kültür Sanat Yayınları.
KEMAL, Y. (Haz. A. KABACALI) (2004), Sarı Defterdekiler, İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.

KAYNAK ŞAHISLAR:
1. Kaynak Şahıs: Adı-Soyadı: Ayşe COŞKUN Yaşı: 71 Doğum Yeri: Kavaközü Köyü-Ankara Öğrenim Durumu: İlkokul 3. sınıftan terk Mesleği: Çiftçi, bakkal.
2. Kaynak Şahıs: Adı-Soyadı: Prof. Dr. Yener OKATANYaşı: 66 Doğum Yeri: Sivas Öğrenim Durumu: Üniversite (Doktora)Mesleği: Öğretim Üyesi.

Kızılırmak Boyunda İnsan Öyküleri



Çetinkaya Köprüsü Bafra / Samsun


/Celal Karaca

-Sevgili Mustafa, seni Bafra Cumhuriyet Ortaokulu'ndan bu yana tanırım. Okulda tiyatro çalışmalarında yeralırdın. Tiyatrodan televizyon gazeteciliğine, oradan romancılığa bir sıçrama yaptın. Bu aşamalarla birlikte yazarlığından söz edebilir misin?

Tiyatro benim ortaokulda tesadüf sonucu kendimi içinde bulduğum ve ömrümde asla unutamayacağım günler yaşadığım bir düştü. Düştü diyorum, çünkü ortaokulun ardından lise döneminde oynayacağım oyunlar bir bayan edebiyat öğretmeninin: “Senin diksiyonun bozuk, söylediklerin anlaşılmıyor” uyarısıyla son bulmuştu. Lise son sınıfta düzenlenen veda gecesinde okul yönetimi benden sahneye bir oyun koymamı istediklerinde, o oyunda rol almamış, yalnızca yönetmiştim.  Fakat okulun ardından bir daha tiyatro etkinliği içinde yer alacak ortamı kendime yaratamadım.

Bugün tiyatro ile ilgili bir öneri alırsam tavrım ne olur bilemiyorum. İçimde bir yerlerde halen tiyatro sevgisi yaşadığını zaman zaman hissediyorum. Tv gazeteciliği ise doksanlı yıllarda özel radyo ve televizyonların kuruluşuyla bir tesadüf sonucu başlamıştı. Şimdi geriye dönüp bakıyorum da, aradan on üç koca yıl geçmiş. Umarım yaşadıklarımı önümüzdeki yıllarda ‘Bir Taşralı Gazetecinin Anıları’nda kaleme alıp yayımlama fırsatı bulabilirim.

Yaptığım tv programları izleyiciden beğeni görmesine karşın, yaptığım iş beni asla tatmin etmedi, televizyonculuk oynadım. Tıpkı çelik çomak oynar gibi. Artık kafamda o sayfanın kapandığını düşünüyorum.

Romancılık aşamasına geldiğimizde ise, başlangıcı 1976 yılında Türkçe dersinde  ilk kompozisyonu yazmamla başlar galiba. Kulakları çınlasın Türkçe öğretmenim Lütfi DİNÇER benim kompozisyonumu okuduktan sonra sınıfta bana: “Mustafa Dayı (nedendir bilmem bana öyle seslenirdi) sen ileride çok ünlü ve başarılı bir yazar olacaksın. Bunun için çok okumalısın” demesiyle başlar. Ben yazarlık olgusuyla ilk orada karşılaştım. Ardından 1979 yılı UNICEF tarafından ‘Dünya Çocuk Yılı’ olarak ilan edilmiş ve konusu ‘ÇOCUK’ olan bir kompozisyon yarışması düzenlemişlerdi. Ben o yarışmaya okul idaresinin yönlendirmesiyle katılmıştım. Önce okulda, ardından Bafra’da birincilik almış, daha sonra Samsun bölgesinde ikincilik, daha sonra da Ankara’da Türkiye genelinde değerlendirilecekti. Fakat oranın sonucunun ne olduğunu öğrenme olanağım olmamıştı. Bunun nedeni araya giren ‘on iki eylül darbesi’ ydi galiba. (Eğer UNICEF kabul ederse 'Öteki Çocuklar' ın yayın hakkını onlara bağışlamak isterim.)

Lise döneminde de yazdığım kompozisyonlar bir çok yarışmada ödül almıştı. Ben askerden döndüğüm doksan yılının ardından bir daha yazı yazma olanağı bulamamıştım. Birkaç denemem başarısız olmuş, galiba yazma yetim okul yaşamımla birlikte sona ermiş olmalı diye düşünmüştüm. Askerlik sonrası evli olmam ve koşturmacası bir hayli zaman alan gazetecilik mesleği iki binli yıllara kadar bir daha elime kağıt kalem almama olanak tanımamıştı. 

-Sence roman nedir? Kendi romancılığın üstüne neler söyleyebilirsin?

Romanın klasik tanımı: “Yaşanmış ya da yaşanması olası olayların uzun yazıya dökülmesi” ise ben bu tanıma katılırım. Detaylandırırsak eğer; “Roman, insanın yaşamını renklendiren, ona dersler veren, değişik bakış açılarıyla olayları değerlendirme seçeneği sunan, okuyana haz veren, ilk amacı olmasa da bilgilendiren uzun yazı” diye ekleyebilirim. Bu benim romandan anladığım ve beklentimdir.                                                                  

Romancılığıma gelince. Henüz benim romancılığımdan söz etmek için erken diyorum. Hani bir söz vardır: “Üç günlük seyis, kırk yıllık at fişkısı eşeliyor” diye. Ben de henüz kendimi üç günlük romancı adayı olarak yorumluyorum. Her ne kadar ‘Öteki Çocuklar’ beklentimin üstünde olumlu eleştiriler alsa da. Yıllarca ekranlardan insanlara bir şeyler anlattım durdum. Kafam da yoruldu, dilim de (bana göre boş konuşmalardı.) Artık diyeceklerimi kalemimle anlatmak istediğimin farkına vardım. İnsanlara anlatacağım öyküler var. Bunları yazarak insanlarla paylaşmalıyım. Kitabın kapağında belki dikkatini çekmiştir. ‘Kızılırmak Öykücüleri Serisi l’ yazıyor. Ben insanlara Kızılırmak öyküleri anlatacağım, anlayacağınız.

-Romanda belirgin bir özellik var; Ziraat Bankası müdürünün oğlu Hakan. Hakan, bir memur çocuğu değil, ilçe eşrafından zengin bir ailenin çocuğu gibi çıkıyor karşımıza. Bol para harcayabiliyor. Neden böyle bir kimlik verdin Hakan'a?

Gözünden kaçmış olmalı Celal'ciğim. Hakan’ın babası banka müdürü, annesi ise bir diplomat kızı. Varlıklı ve aristokrat bir aileden geliyor. Annesi kocasının bankacılığı bırakıp, babasından kalan mirasla başka işler yapmasını arzuluyor. Anadolu’da kasaba kasaba dolaşıp bankacılık yapmalarına gerek olmadığı iddiasında. Baba ise eşinin parasal gücüne kendi memurluğunu yeğliyor. Daha doğrusu bir ilke sorunu olarak görüyor memuriyeti. Aralarında var olan sorunların nüvesini bu oluşturuyor. Hakan bu çekişmenin içinde sevgiden yoksun kaldığı kadar da, bol paranın içinde yüzüyor.

Bir şey daha söyleyeyim. Hakan yaşamda gerçek bir kişilik. Fakat ona ulaşıp ismini kullanma konusunda izin alamadığım için, babasının çalıştığı bankanın adını da kendi adını da değiştirmek zorunda kaldım. Bunu söyleyince ardından hemen şunu da söylemeliyim. Romanın tek kurgu olan yanı finalidir. Olaylar ve kişilikler gerçektir. Bazılarının ad ve unvanlarını değiştirmek zorunda kaldım.

-‘Öteki Çocukları’ yazmaya niyetlendiğinde iki yıl hiç roman okumamışsın. Bunu da başka bir yazardan etkilenmemek için yapmışsın. İlginç bir yöntem gibi geldi bana. Bunları da irdeleyerek ‘Öteki Çocuklar’ın yazılma serüvenini anlatabilir misin?

Sorunuz doğru fakat eksik. Ben yaklaşık on yıldır hiç roman okumadım. Roman türünün dışında bir çok kitap okudum kuşkusuz. Ama bunlar edebi kaygılardan çok bilgiye dayalı kitaplardı. Senin de dediğin gibi etkilenmekten korktuğum içindi. Ama temelinde Yaşar Kemal etkisinden kurtulmak yatıyordu. Ben öncelikle İnce Memet’den ve Yaşar Kemal romancılığından olağanüstü etkilenmiştim, önceki yazım denemelerimde buram buram Yaşar Kemal kokusunu kendim algılayabiliyordum. ‘Öteki Çocuklar’a hep olumlu eleştiriler aldım. Hiç kimsenin “şu yazardan ya da şu romandan etkilenmişsin” demediği göz önüne alınırsa Yaşar Kemal etkisinden kurtulup kendi yazı üslubumun oluştuğu söylenebilir. Kendime has tarzımı, devrik cümleler oluşturmakta olduğunu söyleyebilirim. ‘Öteki Çocukları’ın yazım serüveni ancak bir roman yazılarak anlatılabilir. Önümüzdeki yıllar için tasarladığım konu başlıklarından birini de bu serüven oluşturacak.

-Sırada bir öykü kitabı var: ‘Maraşantiya’nın Bin Tanrısı’, Maraşantiya neresi?

Maraşantiya Kızılırmak’ın mitolojik adıdır. Mitolojide, Hititlerden ‘Bin Tanrılı Ülke’ diye söz edilir. Biliyorsunuz Hititler, Kızılırmak’ın Anadolu'da çizdiği yayın içinde yaşarlar. Ekonomik kriz öncesi ben bir proje ortaya koymuştum. Kızılırmak’ın battığı noktadan başlayan, doğduğu yer olan Sivas Kızıldağ’a dek sürecek bir gezi planlamıştım. Amacım Kızılırmak boyunca yaşayan insanları sosyolojik ve kültürel açıdan tanımak ve onların öykülerini bir kitap dizisinde yayımlamaktı. Amacım, Kızılırmak’la ilişkili bin insan öyküsü yazmaktı. Ekonomik kriz çıkana kadar kendi olanaklarımla 170 kilometrelik bölümünü gezme olanağı bulmuştum. Tamamı 1350 kilometre olan yolun yalnız 170 kilometresini gezebildim. Okuduğun ‘Öteki Çocuklar’da yer bulan ‘Ünzile Gelinin Seçimi’ ve ‘Satılmış Dönek’ öyküsü bu gezide derlenmiştir. Şu an bitirme noktasına geldiğim ‘Kızılırmak Kızılca Kıyamet’ romanımda da yine bu öyküler yer alacak. ‘Kızılırmak Kızılca Kıyamet’ bir belgesel roman olacak. 1880 ile 1920 yılları arasında Bafra’da yaşanan insan dramlarını anlatmayı amaçlıyor. Nüvesini Türk-Rum çatışması oluşturmaktadır.

-Bafra'da yerel bir Tv'de ‘Yeni Çizgi’ adıyla bir program yapıyorsun. Ulusal televizyonlarda yapılan benzerlerine taş çıkartacak sorular soruyorsun. Seçim dönemlerinde Bafra’ya gelen ünlü politikacılarla çok başarılı programlar yaptın. Biraz da tv gazetecisi Mustafa Usta’dan söz eder misin?

Beğenine teşekkür ederim. Fakat ben yaptığım programları aslında çok fazla beğenmiyorum. Doktorum, mükemmeliyetçi kişiliğinden kaynaklanıyor dese de, ben o işten keyif almadığımı düşünüyorum. Bafra gibi tutucu ve kozmopolit bir yapıya sahip yerde üç yüzü aşkın canlı program çekmek aslında bir başarı. Ama artık beni heyecanlandırmıyor. Yıllarca H.Cevizoğlu, F. Altaylı, M. A. Birand ve ne ilgisi varsa U. Dündar ile kıyaslandım durdum. Ve yüzüme karşı benim daha başarılı olduğumu söylediler. Ben haddini bilen biri olarak, bu değerlendirmeleri hep tepkisiz karşıladım.

Bundan böyle söylediklerimle ilgili değil, yazdıklarımla ilgili eleştiri beklemekteyim. Ben iyi bir yazar olma yolunda olduğumu biliyorum. Biricik amacım da ‘Nobel Edebiyat Ödülü’nü alan ilk Türk romancı olmak istiyorum. Önümüzdeki on yıl içinde bunu başaracağımı düşünüyorum. Eğer on yıl içinde bunu başaramazsam, romancılığı terk eder, tekrar iyi bir okuyucu olmaktan da gocunmam.

-Tv için yaptığın program ve röportajları kitaplaştırmayı düşünüyor musun?
Program ya da röportajları kitaplaştırmayı düşünmüyorum. Ama o dönemi anlatan bir roman yazacağım ve içinde söyleşilerden bölümler de olacak. Örneğin Refah Partisi’nin kapatılma sürecinde Yekta Güngör Özden röportajını insanlarla paylaşmak isterim.
İlgine teşekkür ederim...
BAFRA 2003

Kızılırmak Türküleri



Kızılırmak 1927



Kızılırmak Türküsü, Anadolu’nun dört bir yanında bilinen ve söylenen, Türk kültürüne mal olmuş çok önemli bir folklor ürünüdür. Kızılırmak’ın geçtiği-geçmediği her yerde, genç-yaşlı, kadın-erkek, eğitimli-eğitimsiz hemen herkes tarafından bilinir ve söylenir.


Kırşehirli Aşık Said
Büyük kıtlıkta Aşık Said'in oğlu ve yeğeni keme toplamak üzere Kızılırmak üzerinden karşı sahile geçeceklerdi. Irmak coşkundu, suyun ortasında kayık devrildi. İçindekiler boğuldu. Aşık Said bu türküyü Kızılırmağa karşı söylemiştir.

Kızılırmak (Dağlar Issız Kaldı)

Bağlar ıssız kaldı bülbül ötmeye
Evler viran kaldı figan etmeye
Kızlar azık aldı üç gün gitmeye
Zilfiyi Sorguna çal Kızılırmak

Kızılırmak ne belalı başın var
Hakka yaramadık senin işin var
Nuri Yavrucuğum üç kardeşi var
Al gitme Nuri'mi dur Kızılırmak

Ala ördek olsam uçmam kıyından
Zaten hoşlanmazdım senin huyundan
Abı zemzem olsa içmem suyundan
Suyunu böğrüme çal Kızılırmak

Kanlı Kızılırmak pek coşkun akar
Ayrılık ateşi ciğerim yakar
Gözleyin Nuri'mi nereden çıkar
Nuri'mi kenara vur Kızılırmak

Kızılırmak etrafın hep dağ mıdır
Dört tarafın lale sünbül bağ mıdır
Haber ver nerede Nurim sağ mıdır
Ciğerin acısı zor Kızılırmak

Kızılırmak talkın verir kuşları
Akar durmaz gözümüzün yaşları
Nittin adadaki kanlı leşleri
Hasret kefenine sar Kızılırmak

Gark olup gemimiz deryaya daldı
Gelin kız kalmadı yüzüne ağdı
Zilfi hanımdan bir haber gelmedi
Zilfiyi Sorguna sür Kızılırmak

Bahar gelir senin suyun çoğalır
Eser poyraz düz ovaya dağılır
Pek zor etme Nuri'm suda bunalır
Nuri'mi kenara çal Kızılırmak

Nuri'min bahçesi bülbülün yurdu
Çıkartan yüzüne feryad ederdi
Bahçesinde elvan güller biterdi
Nice canlar yedim der Kızılırmak

Der Said'im arşa çıktı figanım
Elimden uçundum bir çift doğanım
Biri yiğenimdi biri ciğerim
Mahşerde davacın var Kızılırmak



******


Bayram Eder (Kızılırmak)

Kızılırmak can incitme sen bugün
Mübarek günlerdir sel bayram eder
Kitabın kavlince dağlar al giymiş
Karışmış çiçeğe çöl bayram eder

Bülbül ile saka hep uçan kuşlar
Gece üç aylarda figana başlar
Eser yel eğilir dallar ağaçlar
Mübarek günlerdir dal bayram eder

Yavru şahin bir kekliğe salaklar
Dökünce çığasın göksü yelekler
Cennete huriler gökte melekler
Mahlukat sevinir kul bayram eder

Günüm yetti artık mezardır önüm
Allanın aşkma kıbleye yönüm
Daimi ağlamak bu benim karım
Said ağlamakta il bayram eder


Kızılırmak Türküsü /Sivas

Orta Anadolu köylerinden birinden ötekine gelin götürülürken Kızılırmak'tan geçen gelin alayı köprünün yıkılması üzerine suya dökülmüş, bu arada gelin de kaybolmuştur. Bu çok acıklı olay toplumu öyle etkilemiş ki dalga dalga bütün yurda yayılmıştır. Bu ağıt o acı ile yakılmıştır. Sözü de, ezgisi de gerçekten güzeldir.


Kaynak Kişinin Anlatımıyla: Ben o zamanlar yedi yaşındaydım. Daha kente göçmemiştik. Köyde yaşıyorduk. Köyümüzün yaşlı bir çobanı vardı. İyi bir insandı. Çobanın yakışıklı, aslan gibi bir de oğlu vardı, adı İbrahim'di. O da babası gibi sevilirdi köyde. İbrahim, günlerden bir gün babasıyla birlikte sürüyü otlatmaya götürmüş. Akşam köye dönerken komşu köyün beyi İsmail Ağa'nın kızıyla karşılaşmış. Kız, arkadaşlarıyla birlikte kuşburnu toplamaktan dönüyormuş. İbrahim kızı görünce aklı başından gitmiş, aşık olmuş. İbrahim'in İsmail Ağa'nın kızına aşık olduğunu köyde herkes duydu. Ama kızın babası kızını bir çobanın oğluna vermek istemedi. Fakat bütün köylü İbrahim'den yana çıktı. Kızın babasına yalvardılar. "Çoban olmak bir suç mu? İbrahim mert, dürüst bir çocuk. Ver kızını," dediler.

Sonunda İsmail Ağa yalvarmalara dayanamadı, razı oldu. Buna bütün köy sevindi. Düğün günü kararlaştırıldı. Herkes gücünün yettiğince bir yardımda bulundu. Büyük bir tören düzenlendi. Kazan kazan düğün yemekleri pişirildi. Çevre köyler düğüne çağrıldı. Kısacası o güne kadar köyümüzde benzeri daha görülmemiş bir düğün başladı. Gelin almaya gidileceği gün hava günlük güneşlikti. Düğün alayı büyük bir coşkuyla yola çıktı. Davullar, zurnalar çalıyor, herkes, sevinç içinde halay çekiyor, oyunlar oynuyordu.



Köprüye varınca köprü yıkıldı
Üç yüz atlı birden suya döküldü
Nice yiğitlerin beli büküldü

Nettin Kızılırmak allı gelini
Gelini gelini benim yarimi

Tüfek getirin de şu kartalı vuralım
Dalgıç getirin de allı gelini bulalım
Biz gelinsiz nasıl köye varalım

Nettin Kızılırmak allı gelini
Gelini gelini benim yarimi

Elinin kınası soldu mu ola
Gözünün sürmesi soldu mu ola
Evde kaynatası duydu mu ola

Nettin Kızılırmak allı gelini
Gelini gelini benim yarimi

Kızılırmak parça parça olaydın
Her bir parçan bir yerlerde kalaydın
Sen de benim gib yarsız kalaydın

Nettin Kızılırmak allı gelini
Gelini gelini benim yarimi

Altı kardeş idik bindirdik ata
Hürü'yü yolladık üç köyden öte
Kızılırmağa varınca oldu bir hata

Nettin Kızılırmak allı gelini
Gelini gelini benim yarimi

Evde kaynanası evi bezedir
Yolda kaynatası yolu gözedir
Gelinsiz haneyi kim bezedir

Nettin Kızılırmak allı gelini
Gelini gelini benim yarimi

Atlılar da Kapaltı'nı dolaşır
Yengeler de kuzu gibi meleşir
Kara haber güveyiye ulaşır.