31 Aralık 2016 Cumartesi

CUMHURİYET’İN İLK YILLARINDA DOĞU ANADOLU’DAN SAMSUN’A ZORUNLU GÖÇ VE İSKÂN

ÖZET
Osmanlı’dan Cumhuriyet’e uzanan tarihsel çizgide adı göç ve göçmen kelimeleri sıkça anılan yerlerden biri de Samsun’dur. Osmanlı döneminde önce Kafkas göçleri ile başlayan bu göç ve iskan süreci Balkan göçleri ve mübadele ile devam etti. Samsun bu süreçte sadece dış göçlere değil aynı zamanda iç göçlere de sahne oldu. I. Dünya Savaşı yıllarında Rus işgaline uğramış yerlerden kaçan pek çok göçmene Samsun yıllarca ev sahipliği yaptı. Cumhuriyet dönemine gelindiğinde ise Doğu Anadolu’dan asayiş ve güvenlik sorunu nedeniyle yerlerinden kaldırılan ailelerin iskân birimlerinden biri yine Samsun oldu. Zorunlu göç ve iskân niteliğindeki bu nüfus hareketinde nakledilen aileler devlet imkânları ile taşınmış ve sahile yakın olmayan bölgelerde iskân edilmişlerdir. Samsun’a bu şekilde yerleştirilen ailelerin üretici konuma gelene kadarki iaşe ihtiyaçları, ev ve arazi ile birlikte üretim vasıtaları ve de sağlık ihtiyaçları yine devlet imkânları ile karşılanmıştır.
Anahtar Sözcükler: Samsun, Doğu Anadolu, Zorunlu Göç, İskân

FORCED MIGRATION AND SETTLEMENT FROM EAST
ANATOLIA TO SAMSUN IN THE EARLY YEARS OF THE
REPUBLIC
ABSTRACT
Samsun is one of the cities where the words "migration" and "migrant" were commonly used during the transition from the Ottoman Empire to the Republican Period. The migration and settlement, which began with the Caucasian migrations in the Ottoman Empire, were followed by the Balkan migrations and population exchange. In this period, Samsun witnessed not only external but also internal migration. During the First World War, Samsun hosted many migrants who fled from places invaded by Russia for years. In the Republican period, Samsun became one of the settlement areas used by families who were displaced from East Anatolia because of public order and security issues. The families who were forced to move were transported by the government and settled in regions that were not close to the shore. The food needs, homes and land, means of production and the health needs of the families who were settled in Samsun in this way were also met by the government until they became productive.

Keywords: Samsun, East Anatolia, Forced Migration, Settlement

Karadeniz’in önemli bir liman kenti konumundaki Samsun 19. Yüzyılın ortalarından itibaren göç ve göçmen olgusuyla sıkça anılan yerlerden biri olmuştur. Önce Çarlık Rusya’sının güneye doğru genişleme politikası sonrası Kafkaslardan(1), ardından 93 Harbi ve Balkan Savaşları sonrasında Balkanlardan önemli miktarda göçmen Samsun’a iskân edildi(2). Bu dönemde Samsun dış göçlerin yanı sıra iç göçlerle de nüfus aldı. Cihan Harbi yıllarında Doğu Karadeniz’de Rus işgalinden kaçan önemli miktarda bir nüfus Samsun’a sığındı(3).

 Cumhuriyet dönemine gelindiğinde Samsun yine önemli bir göç ve iskân merkezi olma vasfını devam ettirdi. 30 Ocak 1923’de imzalanan mübadele antlaşması gereğince 1924’ten itibaren Yunanistan’dan gelen mübadillerin önemli bir kısmı Samsun’a yerleştirildi(4). Sonraki yıllarda öncekiler gibi kitlesel olmasa da dış göç kapsamında Balkanlardan yine Samsun’a yönelik göç hareketi devam etti. Cumhuriyet’in ilk yıllarında Samsun dış göçlerin yanı sıra iç göç ve iskân faaliyetlerine de konu oldu. Söz konusu faaliyetler tespit edebildiğimiz kadarıyla Türkiye Cumhuriyeti hükümetlerinin Doğu Anadolu’da emniyet ve asayişi temin etmeye yönelik yürüttükleri askerî harekâtların sonrasına denk gelmektedir. Dolayısıyla bu makalede doğudaki kalkışma hareketleri sonrasında, ağırlıklı olarak da Dersim Harekâtı sonrasında uygulanan zorunlu göçler sonrasında Samsun’a gönderilen göçmenlerin göç ve iskân süreci üzerinde durulacaktır.

Cumhuriyet’in ilk yıllarında Türkiye’de doğu bölgelerinden batıya yönelik zorunlu iskân uygulamaları genellikle siyasî nitelikli isyan ve başkaldırılar sonrasında uygulandı. Nitekim bununla ilgili ilk örnekler de Şeyh Sait İsyanı sonrasındaki dönemde görüldü. Örneğin 1927 yılında Ağrı bölgesinde çıkan bir ayaklanma sonrasında hükümet, 1097 Sayılı Kanun’u çıkararak, “şark idare-i örfiye mıntıkasıyla Bayezit [Ağrı] vilâyetlerinden” genel güvenliği silahlı eylemlerle sekteye uğratan 1400 kişinin batı bölgelerine nakil edilmesi hususunu karara bağladı(5). Nitekim bu kanun kapsamında 1932’ye kadar toplam 2774 kişi batı bölgelerinde zorunlu iskâna tabi tutuldu(6). Bu dönemdeki zorunlu iskân uygulamalarında Samsun’un bir yerleşim mıntıkası olarak kullanıldığına dair bir bilgi tespit edilememiştir.

1934 yılına gelindiğinde hükümet yeni bir iskân kanunu için çalışmalara başladı. Hazırlanan kanun ile dış göçlerin yanı sıra, güvenlik, aşiret yaşamının tasfiyesi ve topraksızlık gibi meselelerin de çözüme kavuşturulması öngörülüyordu(7). Nitekim 21 Haziran 1934’te Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 2510 Sayılı İskân Kanunu ve bu kanunun 1935 yılında değiştirilen bazı maddeleri ile doğudan batıya yönelik iskân uygulaması yeni bir yasal zemine oturtuldu. Buna göre Türkiye, Dahiliye ile Sıhhat ve İctimai Muavenet Vekâletlerince belirlenecek ve İcra Vekilleri Heyeti’nce tasdik edilecek bir harita ile iskân bakımından üçe bölgeye ayrılıyor, 3 numaralı mıntıkada, diğer bir ifadeyle “yer, sıhhat, iktisat, siyaset, askerlik ve inzibat sebepleriyle boşaltılması istenilen ve iskân ve ikâmet yasak edilen yerler”de oturanlar, “yaşayış ve sıhhat şartları” daha iyi olan yerlere naklediliyorlardı. Sevkiyata tabi tutulanların yolculuk masrafları ile ev, arazi, ziraî alet, edevat ve tohumluk gibi ihtiyaçları hükümet tarafından karşılanıyor, sevkiyatı takip eden bir yıl içerisindeki tüm iaşe, barınma ve sağlık hizmetleri de ücretsiz veriliyordu(8).

Kanun metninde mıntıkaların sınırları belirtilmiyorsa da 3 numaralı mıntıka ile ülkenin doğu bölgelerinin, diğer bir ifadeyle Ağrı Tunceli, Erzincan, Bitlis, Siirt, Van, Bingöl, Diyarbakır, Muş, Elazığ, Kars, Malatya, Mardin ve Çoruh vilayetlerinin kast edildiği açıktı. Nitekim yukarıda ifade edilen esaslar dahilinde 1934 yılı sonrasında bu bölgelerde güvenlik ve asayiş nedeniyle “yasak bölgeler” oluşturulmuş ve buralarda yaşayanlar “menkul eşhas” adı altında batıya nakledilmişlerdir. 1935 yılından Dersim İsyanı sonrasına kadar devam eden dönemde 2510 Sayılı İskân Kanunu esasları doğrultusunda toplam 5074 hanede 25.831 “menkul eşhas” batı bölgelerinde zorunlu iskâna tabi tutulmuştur(9). Nitekim bu iskân mıntıkalarından biri de Samsun’dur.

Arşiv belgelerinden tespit edebildiğimiz kadarıyla 2510 Sayılı İskân Kanunu’na göre “menkul eşhas”ın Samsun’da iskânına dair ilk teşebbüsler 1936 yılına aittir. Kayıtlara göre 1936 yılı başında güvenlik ve asayiş nedeniyle Elaziz vilayetinden 32 hanelik bir kafile Samsun’a sevk edildi. Her bir hanenin ortalama dört kişiden oluştuğu düşünülürse, bunların toplam nüfusu 120 civarında olsa gerektir. Kısa bir süre Samsun’da hanlarda misafir edilen bu “menkul eşhas”, daha sonra Çarşamba kazasına bağlı Gökçe köyüne yerleştirildi. Yerel idare bunların öncelikle barınma ihtiyacını gidermeye çalıştı ve bu kapsamsa iki aylık bir süre içerisinde 14 evin yapımı tamamladı. 28 Nisan 1936 tarihi itibariyle de geriye kalan 18 evin inşasına başladı.

Nitekim 7 Mayıs 1936 tarihinde Çarşamba Kaymakamlığı’ndan vilayete gönderilen bir yazıda bu evlerin Haziran ayı sonlarında bitirilebileceği ifade edilmekteydi10. Tüm bu inşaatlar için Mayıs 1936 sonu itibariyle harcanan para miktarı 700 lira civarındaydı(11).

Menkul eşhas için yapılan harcamalar sadece ev inşaatı ile sınırlı değildi. Kanuna göre hükümet sevk tarihinden başlamak üzere bir yıl boyunca her türlü iaşe, ibate ve sağlık ihtiyaclarını karşılamak ve de onları üretici konuma getirmek üzere çift hayvanı, tohumluk ve arazi vermek durumundaydı. Nitekim Mayıs 1936 tarihi itibariyle 32 haneden oluşan bu kafilenin söz konusu ihtiyaçlarını karşılamak için Samsun’a gönderilen para ile yapılan harcamalar aşağıdaki tabloda gösterildiği gibiydi(12).



Tablodan da anlaşılacağı üzere hükümet doğudan nakledilen kimselerin ev ihtiyacının yanı sıra iaşe, ibate, sağlık ve diğer gereksinimlerini karşılamış, üretici konuma geçmeleri için gerekli tedbirleri almıştır. 1936 yılı içinde bu 32 haneden başka ayrıca yine doğudan münferit nitelikte Samsun’a zorunlu iskân yapıldığı tespit edilmektedir. Nitekim bu iskânlar daha çok siyasî “kürtçülük” çalışmalarında bulunan kimseleri kapsıyordu. Bu kapsamda Samsun’a kaç kişi sevk edildiği konusunda bir bilgi vermek mümkün olmamakla birlikte, sadece Ekim 1936’da Diyarbakır’dan iki ailenin Bakanlar Kurulu kararına binaen Samsun’a sevk ve şehir merkezinde iskân edildikleri tespit edilmektedir(13).

Yukarıda da ifade edildiği üzere doğudan batıya yönelik zorunlu iskân uygulamaları daha çok siyasî ve silahlı nitelikli isyan ve başkaldırılar sonrasında tatbik edilmiştir. Nitekim bu tür zorunlu iskânlardan biri de 1937 Dersim Ayaklanması sonrasında uygulanmıştır. Bilindiği üzere Dersim Osmanlı’dan Cumhuriyet’e uzanan süreçte devletin otoritesini kabul ettirme noktasında sürekli sorunlar yaşadığı bir bölgedir. Resmî belgelerde burası için kullanılan ifade “çıbanbaşı”dır. Nitekim Cumhuriyet ile birlikte yeni idare buranın ıslahı için bir takım araştırmalar içine girmiş ve bu kapsamda mülkiye müfettişleri,
içişleri bakanları bölge hakkında raporlar tanzim etmişlerdir. Söz konusu raporların tümünde söz birliği etmişçesine Dersim’in bir an önce ıslah edilmesi ve bunda kararlı davranılması, bunun sadece askerî harekâtla değil, beraberinde eğitim, kültür, bayındırlık ve imar, hatta sosyal inkılâpları içermesi hususu dile getiriliyordu. Nitekim bu raporlar doğrultusunda 25 Aralık 1935’te TBMM’den Tunceli vilayetinin idaresi hakkında bir kanun çıkarılarak, buranın başta askerî ve adlî olarak tüm yönlerden ıslah edilmesi kararlaştırıldı.

Bölgeye “Korkomutan” rütbesinde bir generalin vali olarak atanması sağlandı ve bu görev General Abdullah Alpdoğan’a verildi. Yeni valinin bölgede göreve başlaması ve ıslaha yönelik düzenlemelerle birlikte bazı aşiretlerin devletten yana tavır almaya başladığı görülürken, buna karşılık yıllardır kendi başına buyruk ve devlet otoritesinden uzak yaşamayı alışkanlık haline getirmiş bazı aşiretler de bundan rahatsızlık duydular. Özellikle başını Yukarı Abbasuşağı aşireti reisi Seyit Rıza’nın çektiği bu aşiretler dış kışkırtmaların da etkisiyle, devletin bölge üzerindeki nüfuzuna karşı çıkarak, asker ve vergi vermeyi reddettiler ve nihayet Mart 1937’de ayaklandılar. Ayaklanmanın bir süre sonra genişleme eğilimi göstermesi üzerine Haziran ayında kapsamlı bir askerî tenkil harekâtı başlatıldı. Askerî harekât Eylül 1937’de asilerin büyük bir kısmının yakalanması üzerine sonlandırıldı(14).

Hükümet Dersim İsyanı sonrasında gerek 2510 Sayılı Kanunun 2. maddesine dayanarak Doğu Anadolu’da güvenlik ve asayiş gereği Tunceli, Muş, Elazığ, Bitlis ve Diyarbakır’da bazı yasak bölgeler belirleyerek, buralardaki halkın batıya nakil ve iskânına karar verdi. Bu sevkıyat için belirlenen iskân mıntıkalarından biri de yine Samsun’du. Nitekim 7 Nisan 1938 tarih ve 2/8222 nolu Bakanlar Kurulu Kararı ile Bitlis/Mutki’deki yasaklı bölgede oturan halkın Samsun’a zorunlu iskânı kararlaştırıldı. Buna göre 23 hanede 76 nüfus kara ve demir yolu ulaşım vasıtalarıyla 8 Haziran 1938’de Samsun’a ve oradan da iskân edilmek üzere Bafra’ya nakledildiler15. Naklolunan bu şahıslara 2510 Sayılı İskân Kanunu gereğince borçlanma suretiyle ev, arsa, ziraî alet ve tohumluk dağıtıldı, üretici konuma geçinceye kadar iaşeleri ücretsiz karşılandı(16),

1938 yılı yazında Tunceli bölgesinde bir askerî harekât daha düzenlendi ve bir önceki yıldan kalan ve küçük gruplar halinde dağlarda dolaşan asi aşiret grupları dağıtıldı17. Harekât sonrası hükümet 6 Ağustos 1938’de Tunceli’de ve çevredeki vilayetlerde bazı mıntıkaları yasak bölge ilân ederek, buralardaki 5-7 bin dolayındaki kişinin batı bölgelerine sevk edilmesi hakkında bir karar aldı(18). Bu kararın tam olarak uygulanıp uygulanmadığı hususunda bir bilgi tespit edilememiş olmakla birlikte, elimizde bu konuyla ilgili 3 Haziran 1939 tarih ve 2/11158 sayılı bir Bakanlar Kurulu Kararı mevcuttur. Nitekim bu
kararda “Tunceli yasak bölgesi halkından olmak üzere aman dileme veya yakalama suretiyle ele geçirilen” 1500 kişinin batı bölgelerine sevk edilmesine karar verildiği belirtilmekteydi(19). Kararnameye ek olarak bir de bu kişilerin nerelerde ve ne oranda iskân edileceği hususunda bir cetvel sureti bulunmaktaydı. İskân mıntıkaları ile yerleştirilecek nüfus aşağıdaki tabloda gösterildiği gibiydi(20).


Tabloda görüldüğü üzere iskân için düşünülen mıntıkalardan biri de Samsun’dur. Nitekim burada toplam 65 hanede yaklaşık 260 nüfusun iskânı öngörülmektedir.

Belgelerden anlaşıldığı kadarıyla bu 65 hanenin tümü eş zamanlı olarak Samsun’a sevk edilmedi. İlk kafile Ekim 1939 başlarında Elazığ’dan trenle Samsun’a ulaştırıldı. Bu kafiledekilerden 8 hanede 19 nüfus merkez kazada, 12 hanede 29 nüfus Kavak’ta, 4 hanede 20 nüfus Çarşamba’da ve 9 hanede 20 nüfus Terme’de iskân edilecekti(21). Bu ilk kafileyi ilerleyen aylarda diğer kafileler izledi. Öngörülen iskân kotaları kısa sürede dolduruldu. Örneğin 30 Kasım 1939 tarihi itibariyle Kavak’a 17 hanede 58 nüfus sevk edilmişti(22).

Samsun’daki yerel idare sevkiyatlarla birlikte iskân memuru başkanlığında, Sıhhat ve İctimai Muavenet müdürü ile maliyeden ve belediyeden birer memurun katılımıyla bir iskân komisyonu kurdu. Adı geçen komisyon sevke tabi tutulanların iaşe, barınma ve sağlık ihtiyaçlarını karşılamakla yükümlüydü. Bu kapsamda komisyon öncelikle köylerde kaymakamlıklarca yürütülen iskân hazırlıkları tamamlanana kadar Samsun’da kalacak ailelerin barınma sorununu çözmeye çalıştı. Nitekim şehirde yeterince otel olmadığı için Subaşı’ndaki Taş Han ile geceliği beş kuruşa olmak üzere bir anlaşma yapıldı. Dolayısıyla aileler iskân mıntıkalarına sevk edilene kadar burada kaldılar(23). Ailelerin Samsun’da kaldıkları süre boyunca iaşeleri de yine iskân komisyonu tarafından karşılandı. İstihkak günlük olarak büyükler için 10, küçükler için ise 6 kuruş olarak tespit edilmişti. Nitekim komisyon sadece 13 Ekim - 20 Ekim 1939 arasındaki bir haftada toplam 38,72 liralık bir iaşe harcaması yaptı(24). Sevkiyat kışa yakın bir dönemde gerçekleştirildiği için komisyon ayrıca yatak, yorgan vs gibi ihtiyaçları da ivedilikle karşılamaya çalıştı. Nitekim bu kapsamda sadece Aralık 1939’da toplam 220 liralık bir harcama yapılarak, gerekli önlemler alındı(25).

Köylerde hazırlıklar tamamlandıkça merkezdeki aileler peyderpey iskân bölgelerine sevk edildiler. Köylerdeki ihtiyaçların giderilmesi hususunda kaymakamlıklar görevli kılınmıştı. Nitekim kaymakamlar bu görevlerini 2510 Sayılı Kanunda belirtilen esaslar dahilinde ifa etmeye çalıştılar. Üretici konuma gelene kadar iaşe ihtiyaçlarını karşılamak, ev ve arazi ile birlikte üretim vasıtalarını temin etmek ve sağlık ihtiyaçlarını karşılamak bu görev kapsamı dâhilindeydi. Tüm bu hizmetlerin yürütülmesi ise tabiatıyla bir maddî külfeti gerektiriyordu. Nitekim sadece Ekim 1939’da iaşe için Kavak’ta 90,86, Çarşamba’da 163,15 lira sarf edilirken(26), Ekim 1939-Ocak 1940 döneminde Terme’de 537,20 (27) ve Ekim 1939-Nisan 1941 döneminde de Samsun merkezde 1094,05 lira iskân masrafı yapıldı(28).

Bu dönemde Samsun’a Tunceli’nin yanı sıra başka yerlerden de sevkiyatlar yapıldı. Ancak bunlar daha çok kişi ve aile bazında gerçekleşti. Örneğin 18 Ekim 1939’da biri 3 diğeri 6 nüfuslu iki ailenin Erzincan’dan kaldırılarak, Çarşamba ve Terme’ye iskân edildikleri tespit edilmektedir(29). Tüm bu menkul eşhasın nakledildikleri yerlerde oturma mecburiyetleri 1947 yılında kabul edilen 5098 Sayılı Kanun’la kaldırıldı. Dolayısıyla bu tarihten itibaren geri dönüşler başladı(30).

Netice itibariyle Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren Doğu Anadolu’da bazı aşiretler kimi zaman yabancı emperyal güçlerin yönlendirmesi, kimi zaman da Osmanlıdan beri devam edegelen devlet otoritesini tanımama alışkanlığının etkisiyle kalkışma hareketlerine giriştiği, Türkiye Cumhuriyeti hükümetlerinin de bir yandan askerî tedbirlere bunları bastırmaya çalıştığı, bir yandan da bu aşiret mensuplarını batıya zorunlu göç ve iskâna tabi tuttuğu bir vakıadır. Toplu veya münferit nitelikteki bu zorunlu iskân uygulamasına beşiklik eden yerlerden biri de Samsun olmuştur. 1936-1939 döneminde bu kapsamda Samsun’a tam olarak kaç kişinin iskân edildiğini tespit etmek mümkün olmamakla beraber, en az 300 hanenin doğudan buraya sevk edildiğini söylemek mümkündür. Samsun’da sahilden uzak köylere serpiştirme yöntemi ile iskân edilen bu ailelerin yola çıktıkları andan iskân birimlerine ulaşana kadar tüm ulaşım ve iaşe gereksinimleri devlet tarafından karşılanmış, kendilerine ev ve üretim araçları temin edilmiş, hatta üretici konuma geçene kadar iaşe dahil tüm ihtiyaçları yerel idarî birimlerce karşılanmıştır. Doğudan Samsun’a göçürülen bu ailelerin çoğu 1947 çıkarılan kanunun mecburi İkameti ortadan kaldırması ile yerlerine dönmüştür.

DİPNOTLAR
1
Abdullah Saydam, Kırım ve Kafkasya Göçleri (1856-1876), Ankara 1997, s. 46 vd.
2 Nedim İpek, Rumeli’den Anadolu’ya Türk Göçleri, Ankara 1999, s. 37 vd.; Ahmet Halaçoğlu,
Balkan Harbi Sonrasında Rumeli’den Türk Göçleri (1912-1913), Ankara 1994, s. 79.
3 Nedim İpek, “Birinci Dünya Savaşı Esnasında Karadeniz ve Doğu Karadeniz’deki Göç
Hareketleri”, 19 Mayıs ve Milli Mücadelede Samsun Sempozyumu Bildiriler 16-20 Mayıs 1994,
Samsun, s. 57-62.
4 Ayrıntısı için bkz. Kemal Arı, Büyük Mübadele Türkiye’ye Zorunlu Göç (1923-1925), İstanbul
1995.; Nedim İpek, Mübadele ve Samsun, Ankara 2000.
5 TBMM Zabıt Ceridesi, D: 2, İs: 4, C: 33, s. 274.; Eski ve Yeni Toprak,İskân Hükümleri ve
Uygulama Kılavuzu, Haz. Naci Kökdemir, Ankara 1952, s. 28-30.
6 İskan Tarihçesi, s. 137; Soner Çağaptay, “Kemalist Dönemde Göç ve İskan Politikaları: Türk
Kimliği Üzerine Bir Çalışma”, Toplum ve Bilim, S: 93 (Yaz 2002), s. 227.
7 Fikret Babuş, Osmanlı’dan Günümüze Etnik-Sosyal Politikalar Çerçevesinde Göç ve İskân
Siyaseti Uygulamaları, İstanbul 2006, s. 171-175.
8 Düstûr, Üçüncü Tertib, C: 17, Ankara 1936, s. 28; Eski ve Yeni Toprak ve İskân…, s. 46-56.
9 Toprak ve İskân Çalışmaları, Başvekâlet Toprak ve İskân İşleri Genel Müdürlüğü, Ankara
1955, s. 108.; İlhan Tekeli, “Osmanlı İmparatorluğu’ndan Günümüze Nüfusun Zorunlu Yer
Değiştirmesi ve İskân Sorunu”, Toplum ve Bilim, S: 50 (Yaz 1990), s. 64.
10 Samsun Bayındırlık ve İskân Müdürlüğü Arşivi (SBİMA), Genel İskân Dosyası, Lef: 605.
11 SBİMA, Genel İskân Dosyası, Lef: 607.
12 SBİMA, Genel İskân Dosyası, Lef: 607.
13 SBİMA, Genel İskân Dosyası, Lef: 601.
14 Mahmut Rişvanoğlu, Doğu Aşiretleri ve Emperyalizm, İstanbul 1978, s. 278.; Suat Akgül,
Yakın Tarihimizde Dersim İsyanları ve Gerçekler, İstanbul 1992, s. 55-135.; Genelkurmay
Belgelerinde Kürt İsyanları-III, İstanbul 1992, s. 85; Hüseyin Koca, Yakın Tarihimizde
Hükümetlerin Doğu-Güneydoğu Anadolu Politikaları, Konya 1998, s. 457.
15 SBİMA, Genel İskân Dosyası, Lef: 602.
16 Bu hususta bak. Muhacirlere, Naklolunanlara, Toprağa Muhtaç Yerli Çiftçilere ve Aşiret
Fertlerine 2510 Sayılı Kanuna Göre Verilecek Ev ve Toprakların Kayıtlarına, Temlik ve
Borçlanma Muamelelerinin Suret-i Cereyanına Dair İzahname, Ankara 1936.
17 Genelkurmay Belgelerinde…, s. 85.
18 Hıdır Öztürk, Tarihimizde Tunceli ve Ermeni Mezalimi, Ankara 1984, s. 37.
19 SBİMA, Doğulular Dosyası, Lef: 5.
20 SBİMA, Doğulular Dosyası, Lef: 6. Cetvelde her bir hane 4 nüfus olarak hesaplanmış, diğer bir
ifadeyle sevk edilecek nüfus ortalama bir rakamla ifade edilmiştir. Dolayısıyla toplamda
gösterilen 1500 rakamını mutlak değer olarak almamak gerekir.
21 SBİMA, Doğulular Dosyası, 9.10.1939 tarihli Erzincan Valiliği’ne gönderilen yazı.
22 SBİMA, Doğulular Dosyası, 30. 11. 1939 tarihli Kavak Kaymakamlığı yazısı.
23 SBİMA, Doğulular Dosyası, Lef: 2.
24 SBİMA, Doğulular Dosyası, Lef:11-12.
25 SBİMA, Doğulular Dosyası, Lef: 14.
26 SBİMA, Doğulular Dosyası, Lef: 53, 55.
27 SBİMA, Doğulular Dosyası, Lef: 44-49.
28 SBİMA, Doğulular Dosyası, Lef: 32-52.
29 SBİMA, Doğulular Dosyası, Lef: 57.
30 Toprak-iskân Çalışmaları, Başvekâlet Toprak ve İskân İşleri Genel Müdürlüğü, Ankara 1955,
s. 108.



KAYNAKLAR

1-Arşivler
Samsun Bayındırlık ve İskân Müdürlüğü Arşivi (SBİMA)
2-Süreli Yayınlar
Düstûr
Türkiye Büyük Millet Meclisi Zabıt Ceridesi
3-Kitap ve Makaleler
AKGÜL, Suat, Yakın Tarihimizde Dersim İsyanları ve Gerçekler, İstanbul 1992
ARI, Kemal, Büyük Mübadele Türkiye’ye Zorunlu Göç (1923-1925), Tarih Vakfı
Yurt Yayını, İstanbul 1995.
BABUŞ, Fikret, Osmanlı’dan Günümüze Etnik-Sosyal Politikalar Çerçevesinde
Göç ve İskân Siyaseti Uygulamaları, Ozan Yayıncılık, İstanbul 2006.
ÇAĞAPTAY, Soner, “Kemalist Dönemde Göç ve İskan Politikaları: Türk
Kimliği Üzerine Bir Çalışma”, Toplum ve Bilim, S: 93 (Yaz 2002).
Eski ve Yeni Toprak, İskân Hükümleri ve Uygulama Kılavuzu, Haz. Naci
Kökdemir, Ankara 1952.
Genelkurmay Belgelerinde Kürt İsyanları-III, Kaynak Yayınları, İstanbul 1992.
HALAÇOĞLU, Ahmet, Balkan Harbi Sonrasında Rumeli’den Türk Göçleri
(1912-1913), Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1994.
İPEK, Nedim, “Birinci Dünya Savaşı Esnasında Karadeniz ve Doğu
Karadeniz’deki Göç Hareketleri”, 19 Mayıs ve Milli Mücadelede Samsun Sempozyumu
Bildiriler 16-20 Mayıs 1994, Samsun.
-------, Mübadele ve Samsun, Türk Tarih Kurumu Yayını, Ankara 2000.
-------, Rumeli’den Anadolu’ya Türk Göçleri, Türk Tarih Kurumu Yayınları,
Ankara 1999.
Muhacirlere, Naklolunanlara, Toprağa Muhtaç Yerli Çiftçilere ve Aşiret
Fertlerine 2510 Sayılı Kanuna Göre Verilecek Ev ve Toprakların Kayıtlarına, Temlik ve
Borçlanma Muamelelerinin Suret-i Cereyanına Dair İzahname, Köyöğretmeni
Basımevi, Ankara 1936.
224 Journal of Black Sea Studies: 2016; (21): 215-224
KOCA, Hüseyin, Yakın Tarihimizde Hükümetlerin Doğu-Güneydoğu Anadolu
Politikaları, Konya 1998.
ÖZTÜRK, Hıdır, Tarihimizde Tunceli ve Ermeni Mezalimi, Türk Kültürünü
Araştırma Enstitüsü, Ankara 1984.
RİŞVANOĞLU, Mahmut, Doğu Aşiretleri ve Emperyalizm, İstanbul 1978.
SAYDAM, Abdullah, Kırım ve Kafkasya Göçleri (1856-1876), Türk Tarih
Kurumu Yayınları, Ankara 1997.
TEKELİ, İlhan, “Osmanlı İmparatorluğu’ndan Günümüze Nüfusun Zorunlu Yer
Değiştirmesi ve İskân Sorunu”, Toplum ve Bilim, S: 50 (Yaz 1990).
Toprak ve İskân Çalışmaları, Başvekâlet Toprak ve İskân İşleri Genel
Müdürlüğü, Ankara 1955.

/Önder DUMAN
Doç. Dr. Ondokuz Mayıs Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü SAMSUN.

http://dergipark.gov.tr/download/article-file/259268


30 Kasım 2016 Çarşamba

Frunze'nin Türkiye Anıları'nda SAMSUN -V -Son

VII.
SUNGURLU'DAN SAMSUN'A
8/1/1922 — 13-1-1922
(…)

Merzifon’la Havza arasındaki mesafe çok değil. Topu topu 35 verst. Aşağı yukarı saat dörtte bizi karşılamaya gelen dostlarla birlikte Havza’ya giriyoruz.

Çayımızı içip kendimizi tam olarak kendi evimizde gibi hissettiğimiz dostlarımızla konuştuktan sonra hemen Havza kaplıcalarında sıcak su banyosu yapmamız için bize hazırlanan yere gidiyoruz.

Ertesi gün Havza'dan ayrılırken pek o kadar acele etmiyoruz. Çünkü önümüzdeki konaklayacağımız yer olan Kavak, yalnızca 40 kilometre uzakta.

Havza bu günlerini, çevre bölgedeki Rum (Yunan) isyancıların bastırılması, imhası işinin etkisi altında geçiriyor.

Bu isyan hareketi Rum halkı için yalnız Samsun bölgesinde değil, Rumların yaşadığı tüm Anadolu köylerinde korkunç bir trajediyle son buluyor. Rum Pontus Devleti kurma hayalleriyle İstanbul ve Atina’dan gelen ajan ve propagandacılar tarafından sistemli bir şekilde hazırlanan isyan, 1921 yılı başlarında patlak vermiş. Hükümetin Yunanistan'la savaşa karar verip seferberlik ilân etmesi bu isyanın en büyük nedeni olmuş. Rumlardan göreve çağrılanların büyük çoğunluğu başlangıçta seve seve koşmuşlar çağrıldıkları göreve. Ama kısa bir süre sonra Yunanlılarla savaşa girdiklerini öğrenince, propagandanın da etkisiyle kütle halinde silâhlarını da alarak askerden kaçmaya başlamışlar. Başlangıçta bu hareket isyan karakteri taşımıyormuş. Bir yandan Hükümetin ceza tedbirlerinin etkisi, öte yandan gitgide artan propaganda, Anadolu kıyılarında bulunan Yunan filosunun güvencesi ve onun askeri gereç yardımında bulunmasıyla artan bir hızla alevlenmeye başlamış. Sonunda karşılıklı, gaddarca bir genel katliama dönüşmüş.

Şunu da belirtmek yerinde olacaktır ki, konuşma olanağı bulabildiğimiz bütün Türkler aynı düşüncede birleşiyorlar: Hristiyanlar isyandan önce çevrelerindeki Müslüman halkla çok iyi ilişkiler içindeymişler. Emperyalist savaş sırasında Rum köylüler de asırlık geleneklerini bir yana bırakarak (Osmanlı devletinde Hıristiyanların askerlik yükümlülüğü yoktu, bunun yerine belirli bir vergi ödüyorlardı.) devletin rızasıyla seve seve askere gitmişler ve bütün Türk cephelerinde savaşmışlardı.

Şimdi ise Türkiye’nin bütün bu zengin ve kalabalık bölgesi inanılmaz bir yıkıma uğradı. Birkaç yüz Türk ve Rum köyü yakıp yıkıldı. Samsun, Sinop ve Amasya’da yaşayan 200 bin Rum’dan yalnızca dağlarda dolaşan birkaç çete kaldı. Yaşlılar, kadınlar ve çocukların hemen hepsi ülkenin başka yerlerine, Diyarbakır, Harput, Konya bölgelerine göç ettiler. Bunlar öyle bir zamanda ve öylesine yokluk içinde gittiler ki, yeni yerlerinde yoksulluk ve kölelik hayatı yaşayan, sürünen bütün bu kitleden birkaç bin kişinin bile sağ kalmadığını söylemek mümkün.

Bizim Havza'lı dostlarımızdan, tenkil müfrezelerinin kentte olsun, isyana katılmayı kabul etmeyen Rum köylerinde olsun ne tür vahşetler yaptıklarını parça parça anılar olarak dinleme olanağı bulduk. Bu konuda özellikle daha önce sözünü ettiğim Lâz’ların reisi Osman Ağa büyük ün yapmış. Bütün bölgeyi azılı çetesiyle kan ve ateşe boğmuş. Sanırım şunu söylemek yeter bu konuda: Buradaki Türkler bile onun yaptıklarından korkuyla söz ediyorlar ve asla onaylamıyorlar. Benim için hiç ummadığım bir bilgi olmuştu doğrusu.

Ankara’da bulunduğum sırada Lazistan Mebusu Osman Bey’le tanıştım. Sevimli, hoş bir insandı. Batum’da yaşamış, hattâ orada gimnaziya’da (lise) okumuş. Bu yüzden oldukça iyi Rusça konuşuyordu. O sırada gazetelerde çıkan küçük bir makale hakkında görüşmek için, daveti üzerine onun konuğu olmuştum; ayrılıp evime döndüğümde pek çok kişi tarafından soru yağmuruna tutuldum. Osman Bey’in konuğu olduğumun doğru olup olmadığı merak konusuydu. Ben de doğru olduğunu söylemiştim. İş öylece kapandı. Ama cevabımın pek hoş karşılanmadığını da anlamıştım. İşte şimdi Havza’da açığa çıktı bu merakın ve memnuniyetsizliğin sebebi. Aynı soruyla burada da karşılaştım. Doğru olduğunu öğrenince de bu adamın nasıl biri olduğunu ve onun neler yaptığını bilip bilmediğimi sordular. Ben az da olsa bildiğimi söyledim. Osman Ağa’yı gözümün önüne getirerek. Konuşma ilerleyince benim tanıdığım Osman Bey ile Osman Ağa’nın aynı kişi olmadığı ortaya çıktı. Bundan karşımdakiler de çok memnun oldular. Öğrendim ki, Osman Ağa' nın çeteleri Havza'da korku salmış, yakmış, ırza geçmiş, önüne gelen tüm Rum ve Ermenileri öldürmüş, köprüleri yıkmış... Sözün kısası Müslümanlarla Hristiyanlar arasında süregelen tarihi ve ulusal çatışmaların eskilerden bugüne değin çözümlenemeyişine işte bu yapıda adamlar ve bu acımasız usuller sebep olmuş.

Bu arada adaletli konuşmak gerekirse şunu belirtmek zorundayım ki, iki taraf da aynı biçimde davranıyor; Yunanlılar Batı Anadolu’da Müslümanları aynı biçimde imha ediyor.

Yalnız burada, tümüyle bir halkın diğerine saldırmasında, ne yere, ne yaşa aldırmamasında, ne acıma, ne merhamet bilmemesinde, vahşice bir ulusal dövüşte «uygar» burjuva Batı'nın tam anlamıyla iğrençliğini ve alçaklığını, ikiyüzlülük ve çirkefliğini hissetmek ve görmek mümkün.

Bu «Bir denizden öteki denize değin Büyük Ermenistan» gibi erişilmez hayali, Ermeni milliyetçiler grubuna aşılayan da Antant’tan başkası değildi. İşte bu yüzden, bu boş ve aptalca hayal yüzünden yüz binlerce Ermeni köylüsü, komşuları Türk ve Kürtler tarafından topraklarından sökülüp atıldı. İşte Antant’la ilişkileri yüzünden üç yıldır Anadolu'nun dağ ve tarlalarında sel gibi kan akıtılıyor. Ve İşin en kötü yanı da bunu hiçbir zaman olanların hesabı sorulmaması gereken kişiye ödetmeye çalışıyorlar.

Bizim Kavağa geldiğimiz aynı gün oraya isyancı çetelerden bir temsilci gelmiş. Niçin Türkler ve onların her zaman şerefle hizmet ettikleri Türk yönetimi şimdi onları vahşi hayvandan daha kötü bir şekilde zehirliyor, diye sormuş. Doğrusunu söylemek gerekirse bu isyancıların büyük çoğunluğu en ücra köşelerdeki köylerde yaşıyorlar ve gerçekten de işin aslını bilmiyorlar. Şurası belli ki, kentlerde oturanlar ve bütün bunların ceremesini hayatlariyle değil de, eninde sonunda parayla çekecek olanlar aldırmıyorlar bile bu köylülere. Onları İtip kakıyorlar ve onlar sonunda topraklarından koparılarak atılacakları günü bekliyorlar.

Bir yıldır orman ve dağ kovuklarında, inanılmaz yokluklar içinde yaşayan isyancılardan çoğu teslim olmaya başlamış. Hele Mustafa Kemal Paşa'nın teslim olanları öldürmeyi kesinlikle yasaklayan emrinden sonra iyice artmış teslim olanların sayısı. Ama yine de geride kalan büyük bir bölüm, Yunanlılarla savaşın bitmesine değin dövüşmeye devam etmeyi tasarlayarak inatla sürdürüyorlarmış
direnişlerini. Türklerin anlattıklarına göre bunların arasında Yunanistan ve İstanbul'dan gelen Yunan subayları da varmış.

Aşağı yukarı saat on İkiye doğru yola çıktık Kavağa doğru. Havza’dan on verst kadar ayrıldıktan sonra 60 – 70 kişilik ufak bir grupla karşılaştık. Silâhlarım bırakan Rumlardı bunlar. Hepsi de iyice zayıflamıştı. Yüzleri bitkin, kurumuştu; bazısının iskeletten farkı yoktu. Elbise yerine omuzlarına yırtık pırtık bir paçavra asmış gibiydiler. Çoğunun ayaklarında bir bez bile yoktu. Grubun ortasında uzun boylu cılız, silindir şapkalı bir papaz yürüyordu. Hava pek de ılık sayılmazdı; soğuk bir rüzgâr esiyordu. Bütün bu kalabalık, başlarındaki askerlerle birlikte Havza’ya doğru zıplaya zıplaya koşuyordu. Bir kısmı bizi görünce yüksek sesle ağlamaya, daha doğrusu ulumaya başladı. Çünkü onların göğüslerinden çıkan ses bir vahşi hayvan ulumasını andırıyordu. Bir an için durdurdum konvoyu. Bu acıklı yürüyüş yeniden başladı sonra. Kavak’a alacakaranlıkta vardık. Bizi buranın en zengini, 72 yaşındaki ihtiyar Hacı Bey'in evine yerleştirdiler.

Ev gerçekten de zengindi. Son derece güzel halılar ve aynalar vardı. Hatta mobilyaları bile vardı. Şimdiye değin Ankara'da bile gittiğimiz hiçbir yerde görmemiştik böylesini. Pek büyük değilse de ihtiyarın asıl zenginliği toprak ve hayvan yönünden; 300 dönüm, yani yaklaşık 30 desyatin toprağı var. Hayvanı eskiden çokmuş; şimdi ise ancak topraklarını sürebilecek kadar kalmış elinde.

İhtiyar hâlâ sağlam ve dinç bir erkek. En büyüğü 55, en küçüğü 32 yaşlarında yedi oğlu var. Bütün oğulları korkuyor ondan. Beşinin ayrı evi olmasına rağmen hepsi birlikte tek ataerkil aileyi oluşturuyorlar. Hacı Bey 14 yaşındayken evlenmiş. Karısı ise kendisinden 4 yaş büyükmüş. Birlikte bir yüzyıla yakın anlaşmışlar, yaşam sürmüşler. Karısı da hâlâ sağlam, diri bir ihtiyar. Benim, «kaç karın var?» soruma ihtiyar gururla «yalnız bir tane ve şimdi de onunla yaşıyorum» diye karşılık verdi. Evde yabancı olarak tek bir kadın var. Hizmetçileri.

Akşam geç saatlerde bizim kervan da ğeidi. Kavak'a (75 kilometrelik bir yol) değin durmadan ilerlemeğe karar vermişler ve dediklerini de yapmışlar. Böylece ertesi gün Samsun'a birlikte hareket edebilecektik.

13 Ocakta, saat yedide çıktık Kavak'tan. Yağmur yoktu, ama hava bulutluydu ve insanın iliklerine işleyen soğuk bir rüzgâr esiyordu. Arabalardan biraz daha geç çıktık yola. Bazısı bizi dört verst kadar geçmeyi başarmıştı bu arada. Kavak’tan bizimle birlikte, daha önceki gelişimizde tanıştığımız askeri Komutan, Binbaşı da geliyordu. Bu bölgede eşkıyalığın çok olması yüzünden işlerinin ağırlığından yakınıyordu.

Hemen hemen Kavak’tan çıkar çıkmaz Hacılar geçidine doğru bir yokuş başlıyordu. Yükseklerde güneşin varlığına rağmen keskin ve şiddetli rüzgâr yüzünden soğuk oldukça etkiliydi. Geçidin tam tepesinde bir başka kervanla karşılaşıyoruz. Bakıyorum, üstü açık arabalarda siyahlara bürünmüş kadın figürleri oturuyor ve yatıyor. Aralarında çocuklar da var. Kadınların da, çocukların da giyimleri çok kötü; soğuktan titriyorlar. Gerideki arabalara bakıyorum, arabalardan birinin arkasından yürüyen
bir asker, yırtık pırtık giysiler içindeki bir kız çocuğunu kaldırıp arabaya oturtuyor. Kızcağızın her yeri soğuktan morarmış, tüm vücudu titriyor. Başını arabada bir eleğin altına gizlemeye çalışıyor. Şaşkınlık içinde ne olduğunu soruyorum Binbaşıya. O şöyle açıklıyor: «Haydutların ailelerini götürüyorlar. Onları Amasya'ya yerleştirecekler.»

Bir süre asık yüzle ses çıkarmadan durduk, sonra Samsun’a doğru yolumuza devam ettik. Her yanda yıkıntı izleri vardı. Her tepede devriyeler kol geziyordu. Nöbetçiler dikkat kesilmiş bekliyorlardı. Hemen burada, yakın bir yerde düşmanın gizlendiği seziliyordu, kuşkulanılıyordu. Bu yol tüm yaşantım boyunca belleğimden çıkmayacaktır hiçbir zaman. 30 verstlik yol boyunca aralıksız olarak cesetlerle karşılaştık hep. Ben yalnız başıma 58 tane saydım. Ooğu zorbalığın ve şiddetin izlerini taşıyordu. Bir yerde güzel bir kız cesediyle karşılaştık. Başı kesilmiş ve elinin yanına konmuştu. Bir başka yerde çok güzel bir başka kız cesedi daha; 7 - 8 yaşlarında, sarı saçlı, yalınayak, sırtında yalnız eski bir gömlek bulunan bir kız cesedi... Kız anlaşılan ağlamış; yüzünü toprağa gömmüş yatmış. Askerin süngüsüyle de yere öylece mıhlanmış.

İşte Samsun göründü sonunda. Kente 2 - 3 verst kala bizi karşılamaya gelmişler. Bir şeref kıtası hazırlanmış. Mutasarrıfın kendisi ve 10 uncu Tümen Komutanı da buraya kadar gelmişler. Yanlarında Avrupalı tipinde giyinmiş biri daha var. Yaklaşıyoruz ve o zaman tanıyoruz ancak: Rusya Federatif Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti' nin Türkiye’ye yeni atadığı delege yoldaş Aralov’du bu.

Yolda gördüklerimizin etkisi altında Samsun'un yöneticileriyle karşılaşmamız soğuk olmuştu biraz. Mutasarrıfın daveti üzerine birlikte onun arabasına bindiğimiz zaman yolda bütün gördüklerimizi anlattım. Konvoyun muhafızları hakkında bir an önce soruşturma için tedbir almasını, bundan sonra nakledilecekler için de gereken emirleri vermesini rica ettim. Faik Bey, son derece heyecanlandı ve ona anlattıklarım hakkında hemen gerekeni yapacağını söyledi. Sonra da bu gruptan 80 kadar öksüz çocuğun Samsun'da Amerikan Kızılhaç cemiyetinin eline bırakılmasını, kalanların da annelerine verilmesini sağlamak üzere emirler verdiğini anlattı. O grupla birlikte bir özel hekim gönderdiğini ve bu gibi durumlarda yapılabilecek her şeyi yaptığını anlattı. Sonradan açıkladığına göre askerler ve Türk köylüleri öylesine kinle doluydular ki, yöneticiler ne emir verirse versin yine de şiddetten vazgeçmiyorlarmış. Ayrıca son zamanlarda Samsun sancağındaki topraklar Rum eşkıyalarının vahşetiyle çalkalanıyormuş yeniden. Rum çeteleri Türk köylerini yakıyor, Samsun - Ankara yolunda sık sık baskınlar yapıyor, hemen her gün birkaç asker öldürüyorlar ve korkunç bir faaliyet gösteriyorlar, diye anlattı Mutasarrıf. Bu durum üzerine kesin tedbirler alınarak bütün Rum halkını ülkenin içlerine gönderip yerleştirmeye karar vermişler.

Bütün bu anlatılanların doğru olduğuna kuşku yoktu. Köylerin nasıl yakılıp yıkıldığını kendi gözlerimle de görmüştüm. Aynı şekilde yol boyunca alınan koruma tedbirlerini de görmüştüm. Birbirinden birer verst aralıklarla yerleştirilen seyyar karakollar, on verstte bir ise siperli, tel örgülü, engelli bir İki bölükten oluşan büyük karakollar kurulmuştu. Ve her yerde gergin, telâşlı bir hava hakimdi. Bununla birlikte o dışardan belli olan öfkeli halimi bir türlü yenemedim ve Faik Beyle sohbetimiz çok soğuk ve gergin geçti.

Bütün kent bizim gelişimiz onuruna bayraklarla donatılmış. Halk bizi karşılamaya çıkmıştı. Akşama doğru hava son derece güzelleşmişti. Bu bayram havasındaki kalabalığa baktığım zaman geride kalan İşkence edilenleri görür gibi oldum. Bir tek şey istedim o anda. Çabuk, bir an önce bizim kıtlık içindeki yoksul yurdumuza dönmek. Orada da pek çok üzüntü, pek çok acı vardı. Ama orada canlı, İyiye giden bir halk ruhunun çarpıntısı duyulur ve halkın sorunları tamamen ayrı bir biçimde çözümlenir.

Bizi en çok sevindiren şey Samsun limanında, Rus heyetini Samsun’a getiren gemimizin bulunması oldu. Bu «Feliks Dzerjlnskiy» gemisiydi. Daha önce bizim Karadeniz Filosunu ziyaret ettiğim zaman Odessa’dan Tendra'ya kadar bir yolculuk yapmıştım bu gemide. Artık yarın yola çıkabilecektik demek kİ. Akşam, yeni gelen heyet üyeleriyle karşılıklı bilgiler, izlenimler, haberler alıp verdik ve doya doya konuştuk. Sabahleyin çabucak direğinde Rus Ukrayna bayrağı dalgalanan «Feliks Dzerjlnskiy» gemisine bindik.

Samsun limanında eskisi gibi bir Amerikan mayın tarama gemisi vardı. Ayrıca «Dzerjlinskiy»in biraz ilerisinde bizim «Meçta» gemisi duruyordu. Bu gemi Fransa bayrağı altında yüzüyordu. «Meçta»daki tayfaların çoğu ve tüm idarecileri Rus idi. Tayfaların hareketlerinden sorumlu olan Komutan Fransızdı yalnız. Buna rağmen gemilerimizin tayfaları arasında hemen bir ilişki kuruluvermişti. «Meçta» dakiler Rusya'daki işlerin durumuyla yakından ilgileniyorlar, bir Rus gazetesi vermemizi istiyorlar, yurt dışındaki hayatlarının ağır maddi ve manevi koşullarından şikâyet ediyorlar, gemi tayfalarının hepsinin bizden, Vrangel taraftarlarından olduğunu, yeniden yurda dönüş umuduyla yaşadıklarını söylüyorlardı. Yalnız «ÇEKA»nın tehlikesinden endişe ediyor çoğu. Karadenizde yabancı birçok devletin bayrağı altında bizim pek çok eski gemimiz dolaşıyor. Çoğu da Fransız bayrağıyla. İçlerinden bir kısmı Sovyet topraklarına, Batum limanına bile uğramışlar ve uğruyorlar.


VIII.
SAMSUN'DAN BATUM'A
14 Ocak — 16 Ocak 1922

14 Ocakta, saat üçte demir alıyoruz. Barometre çok düşük ama hava iyi gidiyor. Kaptan, kuvvetli bir karayel çıkacak diye korkuyor. Bizim «Dzerjinskiy» deniz yolculuğuna göre hazırlanmış bir gemi değil; basit bir çarklı nehir gemisi. Yine de takdirle anmak gerekir ki, bundan iki hafta önce Odessa’dan Batum’a giderken büyük bir fırtınaya tutulmuş ve kaptanın söylediğine göre yüzünün akıyla sıyrılmış. Ama böyle talihe güvenmek doğru değil. Kaptan bir karayel belirtisi sezer sezmez en yakın Türk limanına sığınmaya çalışacağını söylüyor.

Saat 4.30 oldu. Deniz çok güzel. Hava kararmaya başlıyor. Artık Samsun, limana doğru inen yamaçlarındaki evleriyle güçlükle seçilebiliyor. Tam karşımızda, kıyıdan biraz ilerideki tepelerde iki büyük yangın görünüyor. Anlaşılan birbirinden 4 - 5 verst uzaktaki iki köyü yakıyorlar. Kim yakıyor?.. Kendi ocaklarından sökülüp sürülen Rumlar mı, yoksa Türkler mi, bilmiyoruz. Yalnız bu karamsar kızıltı, zengin, ama şimdi böyle mutsuz bu ülke ile aramızdaki son halka oluyor.
(Sayfa: 106 - 115)
(SON)


KAYNAK: M.V. FRUNZE, Türkiye Anıları, Kasım 1921 - Ocak 1922, Cem Yayınevi, İstanbul 1978.

25 Ekim 2016 Salı

Frunze'nin Türkiye Anıları'nda SAMSUN -IV

IV.
SAMSUN'DAN ÇORUM'A
Yağmur yoktu ama sabah hava kapalı ve sisliydi. Yol, yine kötü; şose hep çukurlarla dolu yapış yapış bir çamur tabakasıyla örtülü. Dik yerleri tırmanırken atlar arabaları güçlükle çekebiliyorlardı.

Bizim arabacıların araba sürüşleri de çok ilginç. Yerlerinden hemen her zaman güçlü bir tırısla, bazen dörtnalla kalkıyorlar. Dümdüz bir yolda mı, yoksa dağ yolunda mı gittiklerine aldırmıyorlar bile. Genellikle 50 - 60, bazen da 70 verst hiç mola vermeden gidiyorlar. Böylece atlar 10-13 saat içerisinde yolda, arada soluk aldıkları sayılmazsa hep aralıksız ilerliyorlar. Atları arpa, «saman» denen buğday, ya da arpa saplarıyla besliyorlar.

Oldukça yüksek bir dağın çevresini dolaşan yol bir boğaza ulaşıyor. Burada küçük bir dere akıyor. Dağ, boğazın her iki tarafında da yer yer aralarından geçilmeyecek ölçüde sık çalılıklarla örtülü. Bu gibi yerlere burada «orman» diyorlar. En çok görünen ağaç türü bodur meşeler. Arada bir küçük çam koruları da görülüyor. Geçite en yakın son ve önemli yokuşun dibinde, askerlerle birlikte zikzaklarla kesilen yan patikaya saptım. Keskin bir dönemeçte bir cesetle karşılaştık. Bir erkek ölüşüydü bu. Sırtında Türk köylülerinin giysilerinden vardı: Mavi şalvar ve ceket, ayaklarında eski pabuçlar... Her şeyiyle yoksul biri olduğu anlaşılıyordu. Kafası parçalanmıştı, omuzunda bir kurşun yarası görünüyordu. Öldürüleli çok olmamıştı; biz gelmeden yarım, ya da bir saat önce öldürüldüğü belliydi. Yanımdaki askerler kendi aralarında bir şeyler konuştular, sonra içlerinden biri attan indi, ölüye yaklaştı, şalvarını çözdü ve araştırmaya başladı. Ben hem bakıyor, hem de düşünüyordum: «Acaba ölünün eski püskü giysilerini mi alacak?» diye. Birden askerin «Rum!» diye mırıldandığını duydum. Sonra asker, hoşnut bir görünüşle atına atladı. İş anlaşılmıştı: Demek ölünün hangi ulustan olduğunu öğrenmek istemişlerdi. Bunu da, Hristiyanlardan Müslümanları ayıran o bilinen işarete bakarak anlamışlardı: Rum; bu Yunanlı demek oluyor. Türkler genellikle Anadolu'da yaşayan, Anadolulu Yunanlıları asıl Yunanistan'daki Yunanlılardan ayırmak için böyle söylüyorlar. Yunanistan'dakilere ise «Yunan» diyorlar. Sonra yeniden yola koyulduk. Görünüşe göre buraları pek tekin yerler değildi. Çünkü konvoy komutanı olan ciddi ve sert yüzlü, yaşlı, bıyıklı asker bütün konvoydaki erlere silâhlarını hazır tutmalarını emretti. Kendisi de tüfeğini eğerin üstüne enine kovarak ileri çıktı ve çevreyi sıkıca kontrol etti. Geçidin tepesinden biraz beride 12 jandarmalık bir Türk karakolu vardı. Küçük, yarı yıkık bir kulübede kalıyorlardı. Böyle yerlere burada «karakol» adı veriliyor ve yaklaşık 10-12 verst aralıklarla yerleştiriliyor. «Karakolda öğrendiğimize göre şafakta yola araştırma için çıkan müfreze ile küçük bir Rum çetesi arasında bir çatışma olmuş. Bizim gördüğümüz ceset de bu çetenin çatışmada verdiği ölüymüş.

Tam geçide ulaştık. Sıcaklık kesinlikle değişmişti. Aşağılarda 8 -10 dereceden aşağı düşmeyen ısı burada hafif bir ayaza dönmüştü. Yer yer kar yağıyordu. Karşıki dağların yüksek tepeleri baştanbaşa kar tabakasiyle örtülmüştü. Geçidin tepesinde, karların arasından soluk sarı renkli bir çiçek kopardım. Türkler buna «koyun gözü» diyorlar. Gerçekten de görünüşüne bakılırsa bu ad tam yerinde takılmıştı çiçeğe.

Hacılar geçidinden sonra yokuş aşağı inen yol, Kavak köyüne kadar böyle devam ediyordu. Kavak’ta bizi bir gün önce bekliyorlarmış; Müdür, nahiye kurulu üyeleri, askeri amir ve buranın korunması için görevli jandarma birliğinin komutanı tarafından karşılandık. Nahiye müdürlüğü binasına alındığımızda çay ve kahvaltının hazır olduğunu gördük, bizi elden geldiğince iyi karşılamaları için yukardan emir aldıkları anlaşılıyor.

Niçin bu hizmetlerin bizim onurumuza düzenleneceğini pek de bilmeden umutsuzluk içinde koşuşuyorlar, telâşlanıyorlardı. Çay ve kahvaltı sırasında birbirimizle tanıştık, konuştuk, bizim heyetin amacı ve öteki konuları anlattık. İki saat süren, son derece ilginç ve dikkat çekici sohbetlerimiz sonunda gerçek dostlar olarak ayrıldık. Biz içerde çay içerken Müdürlük binasının önünde asker, köylü, kadınlardan oluşan büyük bir kalabalık toplanmış. Onlarla son derece sıcak karşılanan kısa bir konuşma yaptım.

Kavak oldukça büyük bir köy. Bucak merkezinde, askeri komutanlığın bölgesi içinde yaklaşık olarak 300 ev var. Halkın en önemli geçim kaynağı ziraat ve biraz da hayvancılık. (Koyun ve yalnız birkaç kişide bulunan öteki hayvanlar.) Yaşama koşulları çok güç. Savaş her şeyi mahvetmiş. Ve yukarıda adı geçen Rum isyan hareketinin yerel yaşam üzerinde çok etkisi olmuş. İsyan genel olarak bastırılmış, ama şimdi bile tehlike tümüyle geçmiş değil. Hareket artık geceleri akıl almaz bir biçimde sürüyor. Gündüzleri ise daha ihtiyatlı davranılıyor. Müdürün söylediğine göre 5000 kişinin yaşadığı nahiyede her gün birkaç kişi ölüyormuş.

Bölgenin verimliliği oldukça iyi: Bire 10-12... Ama ekili alanların oranı önceki yıllara göre çok azalmış. Müdürün ve kurul üyelerinin sözlerine göre önceden ekili olan alanların yarısı şimdi boş duruyormuş. Yalnız buğday ve arpa ekiyorlar. Ekim işi genellikle ilkbaharda yapılıyor; bu arada kışın yapılan ekim de az sayılmaz. Kışın, ta aralık ayına kadar ekim yapılabiliyor. Köyden, bizi uğurlamaya gelen köylülerin arasında çıktık. Davranışlarının içten ve dostça olduğu hemen anlaşılıyor. Köyün dışında bize refakat eden konvoydakilere soruyorum: «Niçin siz ve tüm halkınız bize, Ruslara ve yabancılara karşı böyle iyi davranıyorsunuz?» diye. İçlerinden yalnız biri, Şapsugi kabilelerinden gelme, Çerkez, Hamid adlı biri cevap veriyor. Bu, çok konuşkan, terbiyeli bir asker. Bana şöyle karşılık veriyor: «Peki, başka ne yapabiliriz ki?.. Siz Russunuz ve bizim dostumuzsunuz. Siz olmasaydınız biz çoktan ölürdük...»

Bizim devrimimizi ve Sovyet yönetimini anlatıyorum onlara. Konvoydakilerin hepsi büyük bir doymazlıkla ve dikkatle dinliyor beni. Konuşmamız bir tercüman aracılığıyla yapılıyor. Arada ben de çok az bildiğim Kırgızcayla yardımcı oluyorum. Kırgızca, Türkçeye çok yakın. Daha sonra Türkiye’deki yaşam koşulları üzerinde konuşuyoruz. Askerlerin, köylülerin yaşamlarını, onların savaşa karşı duygularını soruyorum. Hepsi de, birbirleriyle yarış edercesine atılıyorlar ve halkın çok yorulduğunu, savaşmanın anlamsız olduğunu elde hayvan bile kalmadığını, kimsenin çalışamadığını anlatıyorlar. Kürt Halan adlı bir asker eliyle işaret ederek: «Askerler ancak 3 - 4 ay daha savaşabilirler, sonra hepsi de kaçarlar...» dedi. Ama iki kişi hemen itiraz ettiler bu sözlere: «Evet, durum ağır olmasına ağır, ama dövüşmek gerek yine de. Aksi halde sonuç aynı olur bizim için...» Benim konvoy, ırk yönünden ötekilerin hemen hepsinden değişikti. Sırf Türk'lerden oluşmuyordu. Çerkezler ve kısmen de kürtler vardı. Bu köken ayrılığı kuşkusuz onların savaşa, yönetime, vs... karşı davranışlarında da ortaya çıkıyor. Çerkezler, bu içinde bulunulan savaşa karşı özel bir girişkenlik göstermiyorlar. Cephe gerisi hizmetlerde çalışmayı tercih ediyorlar. Cepheye gönderildikleri zaman da genellikle kaçıyorlar. Kürtler için de aynı sözler söylenebilir. Fakat hepsi yönetimi, özellikle Mustafa Kemal’i içtenlikle destekliyorlar.

Kürtlerin kendi bölgelerindeki durumları ise oldukça ilginç. İki gruba ayrılıyorlar. Kabileler (aşiretler) ve kabile olmayanlar, ki bunlara «Kürt - reaya» adı veriliyor. Birinciler kendi aralarında Sünni Kürt Aşiretleri ve Kızılbaş Kürt Aşiretleri (daha çok Dersim ve Kozuçen bölgesinde) diye ikiye bölünüyorlar. Sünni Kürt Aşiretleri eskiden Hamidiye adı altında özel, düzensiz süvari alayları kurarak (bütün aşiretler için söz konusu olmamakla beraber) askeri hizmetlere katılıyorlarmış. Emperyalist savaşın başlarına değin 51 büyük aşiretten yalnız 13 tanesi aşiret alayı (Hamidiye) oluşturmuş. Kızılbaş Kürt Aşiretlere gelince, bunlar hiç bir hizmete katılmıyorlar. Her zaman Türk devletinin Anadolu halkları arasında en az güvenilir topluluk olmuşlar. Bu durum şu anda da süregeliyor. Bunlar yalnız askeri hizmetlere girmemekle kalmıyorlar, ayrıca öteki isyan hareketleri sırasında hükümet için büyük telâşa sebep oluyorlar.

Yine de, genel olarak bu aşiretlerin Türklerle aynı askeri yükümlülüğü taşıdıkları kabul edilebilir. Demin sözünü ettiğim Halan'ın Kızılbaş Kürtlerden olduğu anlaşılıyordu. Onların örf ve adetleri çok ilginç. Hele Müslüman köylerin arasında durumları tümüyle ayrı oluyor. Dinleri Hristiyan kurallarının, ilk çağ Hristiyan inançlarının Müslüman diniyle ve Şiilikle (İran'ın etkisiyle) karışımı bir özellik gösteriyor. Bu nedenle gerçek Müslüman olanlar onlara nefretle bakıyorlar ve inançlarını son derece karışık ve uydurma buluyorlar. Son zamanlara değin onları bir çember içinde, kendi hallerinde tutuyorlar. Devlet memurluklarına girmelerine de izin vermiyorlar. Kızılbaşlar, dıştan bakınca boyun eğmiş gibi görünüyorlar bu duruma ve sünnilerln dinsel törenlerine katılıyorlar. Ama fırsatını bulunca, Türklere (askerlik, v.s... sırasında) gizli gizli düşmanlık yaparak bunun karşılığım veriyorlar. Kızılbaşlar da öteki Kürtler gibi iki Kürt dili konuşuyorlar: «Kürmanci» ve «Zaza» dilleri. Kürt dili İran'dan çıkmış ve İran dili grubuna çok yakın.

Kürtlerin ırk olarak nereden geldiği sorununa gelince, aşiretler bugüne değin bu soruya kesin bir karşılık bulamamışlar. Ermeni tarihçileri onların Ossldyan’ların soyundan geldiklerini belirtiyorlar. Bazı Avrupa bilginlerinin fikirlerine göre Kürtler, çok eski çağlarda Tigra nehri havzasında ticaretle uğraşıp, orada yerleşen İran Haldey'lerinin soyundan geliyormuş. Ne olursa olsun, doğru olan şu ki, Kürtler İran asıllı.

Türkiye'deki Kürtlerin nüfusu 1,5-2 milyon arasında. Genellikle Anadolu'nun Güney Doğu kesiminde yerleşmişler toplu olarak. Ama tüm Doğu Anadolu’da ayrı köyler halinde bulunuyorlar.

Şose, Kavak köyünden çıktıktan sonra ilkin verimli bir ova boyunca ilerliyor, daha sonra hafifçe kıvrılıyor ve Karadağ tepelerine doğru tırmanıyor. Bu, oldukça yüksek bir dağ zinciri: tepeleri beyaz bir kar örtüsüyle kaplı. Dağlar ormanlık, ama geride bıraktığımız ormanlarda olduğu gibi ağaçlar son derece sık olmasına rağmen alçak boylu. İlerde bir boğazda, ufak, yukarlardan hızla, köpükler içinde akan derenin üstündeki taş köprünün yanında, sahipleri tarafından terkedilmiş, yarı yıkık bir bina görüyoruz. Bu, Rum çetelerinin baskınlarıyla yıkılmış büyük bir kervansarayın (han) kalıntısı.

Binanın hizasına geldiğimizde Hamid, ateşli, sürekli el kol hareketleriyle burada isyancı Rum çetelerini nasıl yola getirdiklerini ve halen bu işlemin nasıl sürdürüldüğünü anlatmaya başladı. Rum çeteler ormanın derinliklerinde, girilmesi güç sık ağaçlıklar arasında, mağara ve inlerde gizleniyorlarmış. Özellikle «işe» geceleri çıkıyorlarmış. Küçük Türk köylerine ve yoldan geçenlere baskınlar yapıyorlarmış.

Bu yöredeki Müslüman halkın erkeklerinin hemen hemen tümü askere gittiğinden baskınlar genellikle başarıya ulaşıyormuş. Sonuç olarak bölgedeki büyük-küçük Türk köylerinin pek çoğu yakılmış, yıkılmış, halkı da öldürülmüş. Hükümet de. 1921 yılı yazında bir tenkil müfrezesi düzenlemiş. Bu müfreze bölgede bütün Rum köylerindeki halkın acımadan hakkından gelmiş. Bunlar anlatılırken vadinin sol yanındaki büyük bir düzlüğe kurulmuş olan böyle bir köyün hizasına gelmiştik.  Askerlerden biri
— «Burada, burada Rum köyü!»( Metinde ttirkçs yazılmış) (İşte, işte bir Rum köyü) diye gösterdi bana. Durdum ve dürbünümü çıkartarak dikkatle baktım. Büyük bir köymüş burası. Hemen hemen 300'den fazla ev vardı. Evler alt katı taştan, iki katlıydı. Çatıları kırmızı kiremitle örtülüydü. Bahçe duvarları yoktu. Korkunç bir ölüm sessizliği hüküm sürüyordu. Ne bir insan, ne bir hayvan, ne de bir kuş... Askerlere, köye yakından bakmak istediğimi söyledim. Yoldan saptık, dereyi geçtik ve köyün bulunduğu düzlüğe çıkan hafif eğimli yolu tırmandık. Birden gözlerimizin önüne korkunç bir harabe tablosu seriliverdi. Kapılar, pencereler kırık; evlerin yanında türlü ev eşyası kırıkları ve parçaları; tarım gereçleri, hayvan ve insan iskeletleri... Atımdan indim ve bir evden içeri baktım: Yine aynı dağınıklık, perişanlık, üstü çürümeye yüz tutmuş bir örtüyle örtülü iskeletler...

Askerlere soruyorum buradaki kadınlarla çocukların nereye gittiklerini. Büyük bir kısmının erkeklerle birlikte dağa kaçtıklarını, bir kısmının ise öldürüldüklerini söylediler. İşte «uygar» ve «kültürlü» Antant’ın çabalarıyla başlatılan ve sürdürülen Türk - Yunan savaşının bu barışsever, zavallı çiftçi halk üzerindeki sonuçları...

Oradan ayrıldık ve yine yola koyulduk. Güneş artık batmak üzereydi ve çukurlar kararmaya başlamıştı. Akşama doğru hava açılmış, bulutlar dağılmıştı. Hava sağlam ve taptazeydi. Çevremizde vahşi bir doğa güzelliği vardı. Ama burada ölüm, çürüme ve yalnızca vahşi bir korku hüküm sürüyordu... İnsan, ruhunda bir ağırlık duyuyor ve bir an önce bu korkunç sessizlikten, ölüm durgunluğundan kaçıp kurtulmak istiyordu. Atlarımızı dört nala sürüp ayrıldık oradan. İşte geçidin tepesine de ulaştık sonunda. Burada daha taze, güçsüz ama soğuk bir rüzgâr esiyor. Birkaç dakika duruyor ve çevredeki manzarayı doyasıya seyretmek istiyorum. İyi ama nasıl doyasıya seyredebilirsin ki?.. Sağda ve solda beyaz tepeler yükseliyor; uzaklaştıkça bir zinciri andıran tepeler... Aşağılarda ise, ötede beride büyüklü küçüklü açık alanlarla bölünen geniş fundalıklar uzanıyor. Sağda ve solda köyler de görünüyor. Kimi dağ boğazlarında kurulmuş, kimi tam dağların tepelerine kaçmış köyler. Ama yazık!.. Bu köylerden çoğu görünüşe göre biraz önce gördüğümüz Rum köyü, Karadak köyünün durumuna düşmüş. Hemen hiç birinde hayat belirtisi fark edilmiyor: Kiremitli çatılardan hiç duman tütmüyor; yakınlarında ise ne bir insan, ne bir hayvan, ne bir kuş görünüyor. Evlerin hemen yanı başındaki sürülmüş tarlalarda çalışan bir tek insan bile yok. Yalnızca bir köyde, karakola çok yakın bir köyde hayat izleri görülebiliyor. Yol arkadaşlarımın açıkladıklarına göre buraya Yunan askerlerinin işgal ettiği Batı Anadolu’dan, gelen göçmenler yerleştirilmiş kısa bir süre önce.

Tam boğazın tepesinde dururken bizim araba konvoyumuz da ulaşmıştı tepeye. Aşağılarda bastırmak üzere olan karanlıktan önce geceyi geçireceğimiz yere, Havza’ya varmak için elimizi çabuk tutmak zorundaydık Havza’ya vardığımızda artık alacakaranlık iyice bastırmıştı. Kasabadan üç verst beride bizi, atlı jandarmalardan bir tören kıtası ve kasabanın tüm ileri gelen yöneticileri karşıladı: Kaymakam, garnizon komutamı, kadı, belediye başkanı ve öteki memurlar. Karşılayanların arasında oldukça iyi Rusça konuşan bir de askeri doktor vardı'. Emperyalist savaş sırasında bize esir düşmüş ve sonra işgal sırasında öteki Türklerle birlikte Baku'ya gönderilmiş. Orada bir Rus kadınıyla evlenmiş.

Şimdi burada, Havza'da birlikte yaşıyorlarmış eşiyle. Bizi son derece gösterişli bir törenle, doğuya özgü konukseverliğe uygun olarak karşılıyorlar. Ben de aynı teşrifat kurallarına uygun bir biçimde karşılık veriyorum. Ama sonra hemen ses tonumu değiştirerek «diplomatik» değil, her zamanki günlük konuşma diliyle konuşmaya başlıyorum. Başlangıçta bir an şaşırıyorlar, ama sonra karşımızdakiler de o resmi karşılama inceliğini bir yana bırakarak basit, içten davranmaya başlıyorlar. Bu karşılama töreni ve selamlaşmalar yarım saat kadar sürüyor ve biz kente ancak karanlıkta varabiliyoruz.

Burası Amasya sancağına bağlı küçük bir kasaba. Yaklaşık 2500 kişi yaşıyor kaymakamlık sınırlarında. Kent, dağın dik bir yamacında kurulmuş. Bu yüzden kentin yüksek kesimlerindeki evler, aşağı kesimdekilerin üzerinde asılıymış gibi duruyorlar sanki. Yollar kaldırım; ama bütün Türk kentlerinde olduğu gibi Arnavut kaldırımı. Yolcular için rahatlıktan çok tehlike yaratıyor, birbirinden oldukça uzak konulmuş taşlar. Bir at, bu kaldırımların üzerinde ayaklarını kırmadan çok güç yürüyebilir doğrusu.

Bizi, geceyi geçirmemiz için bir hamama götürdüler. Aynı yerde bir de otel var. Hamam, topraktan fışkıran sıcak su kaplıcasının üzerine kurulmuş.

Kendi odalarımıza çekildik, hemen üstümüze başımıza çeki düzen verdik ve yöneticilerin bizim otelde onurumuza verdikleri yemeğe indik.

Yemek son derece canlı geçti. Ta baştan beri basit ve içten konuşma tarzı, resmi tumturaklılığın ve şekilciliğin izlerini kaldırmıştı ortadan.

Görünüşe göre bizim Türkiye’ye karşı davranışlarımızla ilgili sorunlarla ilgileniyorlardı daha çok. Heyetimizin görevlerini az çok bildikleri anlaşılıyordu. Özellikle bize düşman olanların (Rus göçmenleri, dağlılar ve ötekiler) doğurduğu konular üzerinde konuştuk. Bu yüzden, inanılmaz bir yığın saçma sapan konuşmalardı bunlar. Özellikle Rusya'daki yaşantıyla ilgileniyorlardı: Kadınların durumu, evlilik durumu, ev yaşantısı v.s... Heyetimizin bütün üyelerini, özellikle kızılordu mensuplarını ve bizim birbirimize karşı davranışlarımızı yakından izliyorlardı. Yemek şöleni sırasında adet olduğu gibi kızılordu mensupları dahil, tüm heyet üyeleri bulunuyordu. Böyle davranışlar, anlaşılan başlangıçta biraz şaşırtmıştı onları. Ama sonra bu durumun görev sırasındaki disiplini hiç etkilemediğini ve üstlerin verdiği emirlerin hemen yerine getirildiğini görünce bunu bile iyi buldular. Doktor Fikri Beyin açıkladığına göre onların ordusunda, şimdi de, eskiden olduğuna oranla büyük değişiklikler ve devrimler yapılmış. Subayların askerlere karşı davranışı da ha da basitmiş. Tıpkı subayların kendi aralarındaki astlık üstlük durumuna benziyormuş. Mustafa Kemal Paşa' nın Havza’ya gelişini anlattılar. Burada tedavi için iki hafta kadar kalmış. Bizim evsahiplerinin anlattıklarına göre
çok alçakgönüllü bir yaşantısı varmış. Teklifsizce şehirlileri ziyaret etmiş, askerler arasında, özellikle basit halk arasında dolaşmış ve bu davranışlarıyla büyük ün yapmış. Halk arasında yalnızca «Paşa» adıyla tanınıyor.

Padişaha karşı takındıkları tavır da pek ilginç. Ona özel bir duygu beslemiyorlar, ne kin, ne de sevgi duyuyorlar. Geçen yılkı kardan ne denli söz ediyorlarsa ondan da o kadar söz ediyorlar. Bu duygular yalnızca şimdiki padişah Sultan VI. Mehmet’e(37) karşı değil, genel olarak sultanlık yönetimine karşı. İnsanlar son üç yıldır sultansız yönetilmeye ve o olmadığı zaman temelin sarsılmayacağına alışmış. Şu kesinlikle anlaşılıyor ki, padişahlık Anadolu halkı arasında tam olarak ölmediyse bile iyice sarsılmış.

Sohbet gecenin geç saatlerine değin sürdü. Karşılıklı, kendimizi oldukça rahat hissediyor ve her konuda tam bir dostluk, yakınlık kuruyoruz. Zamanın geç olmasına rağmen buradaki banyoya gitmek istiyorum. Bu banyo, daha önce söylediğim gibi, kaynar su kaplıcasının üzerine kurulmuş. Tüm Anadolu'da ün yapmış bir yer. Kaynak bir tane ama çok zengin. Yirmi dört saatte 20.000 kova kadar fışkırıyor Kaynağın çıktığı toprağın önünde üstü kapalı bir havuz yapılmış. Su buradan borularla hamamlara (3 tane) ve öteki kurumlara gidiyor. Suyun sıcaklığı havuzdayken 50 - 55 derece, ama tam topraktan çıktığı noktada 60 derece kadar. Hamamdaki büyük müşterek havuzda 30 - 37 derece arasında oluyor. Özel banyolarda ise daha yüksek, 40 derecenin üstünde. Yıkanabilmek için biraz soğuk su katmak gerekiyor, başka türlü yıkanma olanağı yok.

Doktor Fikri Bey'in söylediğine göre kaynak, magnezyum ve demir yönünden zenginmiş. Ama anlaşıldığına göre doğru bir analizi yapılmadığından ne o, ne de Havza'da bir başka kişi bunu kesin olarak bilemiyor. Suyun tadı da çok hoş. Soğutulmuş olarak, içme suyu diye de kullanılıyor. Doktorlar mide ve barsak hastalıklarına iyi geldiğini söylüyorlar. Havza hamamlarında, hastane gibi, hastaların, özellikle katarlı hastaların bolluğu dikkatini çekiyor insanın.

Yazık ki hamam her türlü, en ilkel konfordan bile yoksun. Bir ısıtma düzeni bile yok. Hadi, kaynar su kaynağı olmasa yakınında neyse. Ayrıca bir boru hattı döşenseydi, başka hiç bir şeye gerek kalmazdı. Gerçekten de banyodan 40 derece sıcaklıktan çıkıyorsunuz ve soyunma odasına gidiyorsunuz. Orada sıcaklık ancak 4 -5 derece; fazla değil. Döşeme her yanda taş; bu da ısı; farklılığını daha çok artırıyor.

Tellâklarla konuştum. İşleri çok ağır. Günde 12 saat çalışıyorlar. Patrondan ücret almıyorlar. Müşterilerden çamaşır karşılığında aldıkları bahşişlerle geçiniyorlar. Hamamda çok sayıda çamaşır kullanılıyor. Yalnız çarşaf değil, türlü büyüklük ve biçimde Türk el işi yapımı havlu kullanılıyor. Bir kişiye (kişinin önemine göre) 6 ile 12 arasında havlu veriliyor.

Şahane bir gece geçirdik. Çok iyi uyuduk ve dinlendik. Sabah saat 10'a doğru yola çıktık. Tüm memurlar ve çok sayıda meraklı kalabalığı geldi uğurlamaya. Bize öylesine yakın ilgi gösterdiler ki, kendimizi, sanki kendimizden kişiler arasında hissettik... Rahat edebilmemiz için özellikle Doktor Fikri Bey koştu durdu.

Yol Havza’dan sonra bir kıvrım yapıyor ve oradan Tersakan - Su (eski adı Şeytan Deresi imiş) deresinin yüksek kıyısı boyunca ilerliyor. Ama ben yolu kısaltmak için her zamanki gibi konvoydaki askerlerle dosdoğru, kestirme yoldan gittim. Boğazda, nehir boyunca uzunlamasına ilerledik epeyce. Belki on beş kezden fazla ırmağın geçit verdiği yerlerden karşıya geçmek zorunda kaldık. Su, coşkun aktığı yerde oldukça bol, ama geçitlerde derin değil. Atların karınlarından yukarı çıkmıyor. Küçük küçük köylerden geçiyorduk. Bu köyler daha çok çiftliklere benzeyen köyler. İşe yarar toprak çok az.
Buğday, nohut ve fasulye ekiyorlar. Bazı evlerin önünde bahçeleri var. Burada ayva, vişne, ceviz, armut, erik ağaçları yetişiyor. Üzüm yok, çünkü üzüm için çok yüksek burası. Küçük arı kovanları da gördüm. Havza bölgesi balıyla da ün yapmış.

Havza'dan çıktıktan 7 verst sonra şose de ırmak kıyısına iniyor ve yüksek kıyı boyunca ilerliyor. Burada boğaz daralıyor ve tüm çevre şahane bir güzellikle gözler önüne seriliveriyor. Aşağıda, kendisine katılan derelerle iyice büyüyen nehir köpükler saçarak kükrüyor, iki tarafta tepeleri karla örtülü muazzam kayalar dimdik yükseliyor göğe doğru. Gün, ta sabahtan beri çok güzel. Gökte tek bulut bile yok. Sabahleyin biraz serindi, ama Havza plâtosundan bizi uzaklaştıran her verstte, giderek artan ısı, iyice ılıklaştırmıştı ortalığı. Hele saat öğlenin ikisi olduğunda tamamen sıcaklık bastırmıştı. Biz de bu arada Amasya kentine. Yeşil Irmak nehrine doğru akıp giden Tersakan - Su’yu solumuzda bırakmış, nehrin çıktığı büyük ovaya doğru sapmıştık. Bu ovanın ortasındaki düz yükseklikte, bizim bugünkü yolculuğumuzun uğrağı olan Merzifon kenti kurulmuş.

Yol boyunca karşılaştığımız canlılık bugün dünkünden daha fazlaydı. Sık sık eşek kervanları, bazan deve ve daha az olarak da at kervanları görüyoruz. Arada 20 30 tane, öküz koşulu, iki tekerlekli yük arabası da gördük. Bu arabalara burada «kağnı» diyorlar. İlkel bir biçimde yapılmış. Ağaçtan bir dingil, parmaksız, dümdüz tekerlekler, çok az yük alabilen bir gövde. 5 -7 pud arasında yük koyuyorlar, daha çoğunu değil. Bu arabanın yaklaştığını ta uzaklardan anlayabiliyorsunuz kağnının çıkardığı o tekdüze sıkıcı sesten.

Samsun'a arpa, un, yün, deri ve yumurta götürüyorlar. Oradan da gaz, tütün, kibrit, manifatura ve tuhafiye malları getiriyorlar.

Merzifon'a yaklaştıkça arazi daha verimli ve zengin bir görünüm kazanıyor. Her yer buğday tarlası, çoğu da ekilmiş. Birçok yerde çift sürüyorlar. Köylülerle konuştum ve tarım aletlerini inceledim. Hepsi de son derece ilkel.

Tarlayı daha çok bir çift öküz, bazen da manda koşulu karasabanla sürüyorlar Karasaban'a burada «saban» diyorlar; hatta çoğu zaman demir ucu bile bulunmuyor sabanın ve sert ağacın sivriltilmiş ucu bu ödevi görüyor. Bu tür sürüşte yalnızca toprağın üstteki kabarık tabakası kaldırılabiliyor ancak. Bizdeki gibi tırmık hiç kullanılmıyor. Onun yerine toprağın daha fazla kalkması için özel bir gereçten yararlanıyorlar. Buna «talpam» diyorlar ve ters «L» harfi gibi birleştirilmiş iki tahta sırıktan
oluşuyor. Toprak kırmızı kumlu kil ve çok taşlı. İşlemenin ilkelliğine rağmen ürün iyi. Bire 10, 12, 15, hattâ daha yüksek veriyor. Bizim kızılordu mensupları özellikle şuna çok şaşırdılar: Türkler bu toprağı ekiyorlar ve iyi ürün alıyorlar. Oysa kendileri Rus ve Ukrayna ölçülerine göre hesaplayarak «düşük» bulmuşlardı bu toprağı.

Birkaç köye uğradık. Bu köylerden birinin Kürt köyü olduğu görülüyordu. Hepsi de son derece yoksulluk içinde. Erkekleri gitmiş ve korkunç bir sefalet hüküm sürüyor. Ama yine de her yerde ekmek var. Gerçi bol değil, ama yine de var. Binaların yapılışı bizim Türkistan’daki Kırgız kışlaklarına benziyor. Yalnız Türkistan’ın özelliği olan üstü açık hayvan ağılı yerine evlerin çoğunda üstü kapalı ağıllar var. Tüm köylü evlerinin ön kısmını oluşturuyor bu. Böylece, eve girmeden ilkin ağıla giriyorsunuz.

Bu bölgedeki köylü evleri tek katli; taştan ve kilden yapılmış. Çoğu hemen toprak yarı kazılarak inşa edilmiş. Hemen her evde iki bölüm var: Erkekler ve kadınlar bölmesi. Döşeme de yok evlerde. Duvarın dibinde çamurdan bir yükselti var. Bu yüksek yerde minder, keçe ve palassı (yuvarlak oldukça sert bir yastık) bulunuyor. Duvarlardan birinde ocak oluyor. Hemen hemen hiç mutfak eşyaları yok.

Topraklarının az oluşuna köylüler üzülmüyorlar. Toprak yeterli olsa bile onun hakkından gelemezler nasıl olsa. Büyük bir gevşeklik seziliyor. Bunda, aralıksız süren, köylüyü toprağa kesinlikle bağlayan, sakin, sessiz emeğin varlığına olan inancı öldüren savaşın, etkisi olduğu söyleniyor. Zaten savaşta erkek işçilerini yitiren tüm ailelerde aynı yoksulluk gözden kaçmıyor. Bu ailelerin sayıları da pek çok. Kadın emeği her yerde en başta geliyor. Kadınlar köylerde oldukça serbestler. Aynı köyde olanlar birbirlerinden kaçınıp örtünmüyorlar. Yabancılarla karşılaşınca yüzlerinin alt kısımlarını bile örtüyle örtüyorlar, ilk anda görgü kuralı olarak... Hepsinin de giysileri çok kötü.

Beni şaşırtan bir şey de şuydu Hemen hemen tüm köylüler, ülkedeki işlerin durumu hakkında oldukça doğru düşüncelere sahipler. Rusya hakkında da bir şeyler biliyorlardı. Hepsi de şimdi Rusya'nın onların dostu olduğunu biliyor ve bundan hoşnut gözüküyorlardı. Sık sık onlara yardım için Kızıl Ordu’yu getirip getirmediğimi soruyorlardı. Savaştan herkes yorulmuş, bitkin düşmüştü. Herkes dert yanıyor, bir an önce barış olmasını istiyorlardı. Ama aynı zamanda çoğunda kurban olarak gitmenin gerekliliği bilinci vardı. Yenilmiş Rumlarla bir arada kalamazlardı. Bütün bunlar, şu anda Anadolu’da süren savaşı düşündüğümüzde daha iyi anlaşılır. Savaş, sözcüğün anlamındaki gibi değildir. İki halkın umutsuzca ölüm kalım için dövüşmesidir. Birbirlerini tümüyle imha etmeyi amaçlar. Sağlık koşullarının elverişsizliğine, tüm tıbbi yardımın yokluğuna rağmen köylüler görünüşe göre pek hastalığa yakalanmıyorlar. Türk köylülerinin beden yapısının çok sağlam ve dayanıklı olduğu anlaşılıyor. Bu son yıllarda salgın hastalıklara da rastlanmamış. Yalnız bazı çukur bölgelerde sıtma salgını baş göstermiş. Orta Anadolu Bölgesinin çoğu kesimleri deniz seviyesinden oldukça yüksek olduğundan ve dağsal karakter gösterdiğinden sağlam bir iklimi var. (Sayfa: 45 - 60)
(…)

Çağdaş Türkiye’nin içinde bulunduğu durumu az bilen Türkiye'de birbirine düşman iki hükümetin, başında Padişahın olduğu İstanbul Hükümeti (3C) ile Ankara Hükümetinin bulunduğunu bilen bir kişi için bir İstanbul memurunun Anadolu'ya «görevle» gelişi tuhaf gelebilir. Başlangıçta bana da biraz tuhaf gelmişti. Gerçekte ise bir Türk için bunda kuşkulanacak, ya da yadırganacak hiç bir şey yok. Gerçek olan şu: İstanbul Hükümetinin etkinliği kalmamış. İstanbul’da bile gücü azalmış. Memurlarının büyük çoğunluğu artık onu değil, Ankara Hükümetinin sözünü dinliyor. Hattâ İstanbul Hükümetinin kadrosunda Ankara’ya bağlı memurlar bile var. İşte ancak bunlar bilindikten sonra anlaşılabilir burada tanıştığımız, İstanbul'daki Türk Genel Kurmay’ının ikmal kısım amiri olan Şevket Paşa'nın T.B.M.M. Hükümetinin egemenliğindeki Anadolu'ya gelişi, kendine bağlı birlikleri ve onların işlerini denetlemesi. Tabiî yine Ankara Hükümeti adına yapılıyor bu denetim, kuşkusuz. Zaten hemen her konuda böyle oluyor. Ve İngilizler İstanbul'daki Türk devlet dairelerindeki baskılarını artırdıkları oranda. Ankara Hükümetinin sözü daha da geçerli oluyor. Örneğin İstanbul Askeri okulları ve subaylar, Mustafa Kemal'in ordusuna katılıyor, İngilizler bununla vahşice savaşıyorlar, ama… İngilizler ne denli uyanık olurlarsa olsunlar, bunu tam izleyip engel olamazlar. İstanbul'daki durum da gitgide her yönüyle çatırdıyor.

Bu arada Türkiye’nin her kesimindeki halktan, İngilizlere karşı duydukları öfkeyi işitmek mümkün... (Sayfa:64)
(Bölüm Sonu)