26 Şubat 2023 Pazar

Childs'in Samsun Ve Bağdat Yolu İzlenimleri


W. J. CHILDS’IN “ACROSS ASIA MINOR ON FOOT” İSİMLİ

ESERİNDE SAMSUN VE BAĞDAT YOLU İZLENİMLERİ

 

/Dilek TAŞ

Araştırma Görevlisi, Ondokuz Mayıs Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Tarih Anabilim Dalı

KAYNAK: https://www.ktu.edu.tr/dosyalar/karen_3a1ed.pdf


Giriş

Seyahatnameler çok eski zamanlardan günümüze kadar değerini koruyan, içerdiği bilgi ve tasvirlerle günümüz araştırmacılarına ışık tutan değerli kaynaklardır. Kadim zamanlardan günümüze değin, daha çok üst düzey ordu mensupları, tüccarlar, din görevlileri, elçiler şeklinde örneklendirebileceğimiz, eğitimli, ufuk sahibi ve belirli bir amaç doğrultusunda yaşamını sürdüren kişiler, seyahatlerini kaleme alarak ölümsüzleştirmişlerdir. Yeni dünya düzeninin kurulmaya çalışıldığı 19. ve 20. yüzyılda, bilhassa sömürgeleştirme gayretlerine hizmet edecek şekilde, askeri personelin görevlendirildiği ve farklı coğrafyalar hakkında seyahatname adı altında kayıtların tutulduğu anlaşılmaktadır. Bu çalışmaların bazıları tam anlamıyla resmi rapor niteliğindedir, bir kısmı ise genel okuyucuya hitap edecek şekilde kaleme alınmıştır. Çalışmamızda incelenecek olan William John Childs’ın “Across Asia Minor on Foot” isimli kitabı, Samsun’dan İskenderun’a yolculuğu esnasındaki gözlemlerini ihtiva eden, seyahatname kapsamında değerlendirilebilecek ikinci gruba giren bir eserdir.

 

Childs, kitabının önsözünde yolculuğunun yaklaşık 2000 km (1300 mil)’lik bir mesafeyi kapsadığını, tamamını yürüyerek kat ettiğini, bunun beş ay gibi bir süre içerisinde gerçekleştirildiğini ancak bu sürenin 54 gününde aktif olarak yolda olduğunu belirtmektedir. Samsun’dan yola çıkan Childs’ın güzergahı ana hatlarıyla Merzifon, Amasya, Tokat, Sivas, Kayseri, Nevşehir, Karaman, Konya, Mersin, Adana, Maraş, Gaziantep, Kilis, Halep şeklinde ilerleyerek İskenderun’da son bulmuştur. Güzergahın tren, bisiklet hatta motorlu araçlar olmak üzere farklı taşıtlarla ulaşım imkanına sahip kısımları olmasına rağmen Childs, daha detaylı inceleme yapmak ve deneyim kazanmak için kendisinin yürümeyi tercih ettiğini vurgulamaktadır. Çoğunluğunu kendisinin çektiği çok sayıda fotoğraf, eserdeki tasvirleri tamamlar nitelikte ve kayıtlı görseller olarak ayrıca bir değer taşımaktadır.

 

Resim 1. Childs’ın Seyahat Güzergâhını Gösteren Harita

 

Kitap, 1917 yılında Edinburg ve Londra’da basılmıştır. Eserin Amasya ile ilgili olan bölümleri, Ali Tuzcu tarafından “Seyahatnamelerde Amasya” isimli eserinde çevrilmiştir.1 Eserin tamamı ise Füsun Tayanç, Tunç Tayanç tarafından çevrilerek 2017 yılında yayınlanmıştır2. Eser, 2013 yılında araştırma amacı ile ziyaret edilen Londra’daki Royal Society for Asian Affairs kütüphanesinde incelenmiş ve daha sonra bir çalışmada kullanılması niyeti ile Samsun’un bahsedildiği bölümün kopyası alınmıştır.

 

Çalışmamızda bu orijinal nüsha kullanılacaktır3 ve dipnotlar orijinal nüshadan verilecektir ancak karşılaştırma sağlanabilmesi açısından çeviri eserdeki bölüm sayfaları ilgili kısımlar dipnotta belirtilecektir.

 

Çeviri kitabın arka kapağında, yazarın Britanya Amirallik Dairesi’nde bir istihbarat subayı olduğu bahsedilmektedir ancak İngiltere Ulusal Arşiv katalogları taranmış, bu bilgiyi destekleyen bir resmi evraka ulaşılamamıştır.

 

Eserde seyahatin ne zaman gerçekleştiği konusunda bir tarih verilmemektedir. Sadece önsözde, “İtalya Savaşı zamanıydı” yazmaktadır. Kütüphane nüshasına eklenen bir mektupta seyahatin 1911 sonbaharı ile 1912 ilkbaharı arasında yapıldığı belirtilmektedir. Çalışmamızda bu eserin ilk bölümlerini teşkil eden Samsun, Çakallı, Havza ve Merzifon bölümleri incelenecek, 1911 sonbaharında tasvir edilen yolculuk hatıraları değerlendirilecektir. Yazar eserinde, bazı kelimeleri italik olarak Türkçe kullanımları ile yazmıştır. Bunları belirtmek için bu kelimeler çalışmamız içerisinde tırnak içerisinde veya italik yazılmıştır. Seyahati süresince “Handbook for Travellers in Asia Minor”5 isimli eseri pusula gibi kullandığını ve eserde sunulan bilgilerin hiç hata barındırmadığını ifade etmektedir.

 

 

Samsun’a Varış ve İlk İzlenimler

 

Ekim ayının ortasında, İstanbul’dan iki günlük yolculuk ile Samsun’a ulaşan Childs, deniz yolculuğunu Avusturya Llyod firmasının posta gemisi ile gerçekleştirmişti. Sert poyraz ve Rusya steplerinden gelen soğuk hava koşulları ile zor bir yolculuk olmuştu.6 Samsun’a vardıklarında kıyıya yaklaşmak için beklerken, arkalarında bulunan Jamaika ve Avonmouth7 arasında muz taşıyan bir Türk şilebinden bahsetmektedir. Geminin güvertesinde kaptan ile yaptığı konuşmanın bir kesitinde, gemide seyahat eden tek İngiliz olarak kaptanın kendisine “İngilizlerin yaptığı yeni liman için Trabzon’a gidip gitmediğini sorduğunu” ve ‘Samsun’ cevabını aldığında “Samsun’a da yeni liman yaptıklarını” belirtip, “Limanları yapıyorlar ardından Güney Afrika’daki altın madenleri gibi ‘Bunlar bizim’ diyorlar” açıklamasını eklemekteydi.8 Gemi kaptanı, Childs’ın bir İngiliz olarak sadece heves için böyle bir yolculuk yapmasına inanmadığını “Siz bir İngiliz’siniz. Tamamen kendi hevesiniz için gidiyorsunuz?” şeklindeki imalı sorusu ile belirtmişti. Ardından “Lord Bill adında başka bir İngiliz’in, İran’dan Trabzon’a kadar at üstünde seyahat ederek daha yeni geldiğini, buradan, buharlı bir geminin onu İstanbul’a götürdüğünü ve oradan Calais’e9 kadar yine at üstünde gittiğinden” bahsederek, “Paris, Berlin ve Viyana heves için olabilir; ama bu ülke asla!” şeklindeki uyarısını ekledi. Ancak Childs, kaptanın emeklisi yaklaşmış biri olarak bu görüşlerinin önyargılı olduğunu vurgulamaktaydı.10 Yazar, Türkçe yer isimlerinin tarihi olarak bilgilendirici olmadığını bahsetmekte, örneğin Dört Yöl kelimesinin sadece dört yolun kesişme noktasını ifade ettiğini açıklamaktadır.11 Bununla birlikte, haritasının da yardımıyla Onbinlerin Dönüşü’ne kadar geriye giden tarihi izleri araması, bu dönemde bölgede yaşayan Rum halkın özleminin tersine entelektüel bir inceleme gibi kabul edilebilir.

 

Childs, Akdeniz ve Ege’deki yerleşimleri Avrupa’nın kıyı şeridinde yer alan şehirlerle coğrafi olarak karşılaştırdığı uzun tasvirlerin ardından, dağların kıyılara çok yakın olmasını vurguladığı şu açıklamayı yapmaktadır: “Yunanistan, İtalya ve Norveç sahillerinde ya da diğer herhangi dağlık bölgelerde, dağların kendileri daha içerde gibi görünmektedir. Fakat muhteşem Küçük Asya yarımadasının üç tarafını seyahat ediyorsunuz ve duvarlarla çevrili gibi hissediyorsunuz.”12 İç bölgelerin yeterince bilinmediğini, dağların arasından sahile gelen yollarla ulaşılabildiğini detaylı bahsetmektedir. Amanos Dağları’ndan Belen Geçidi ile Akdeniz’e inen yolun, Kastamonu’dan İnebolu ormanları ile Karadeniz’e ulaşan yol ile çok benzediğin değinen yazar, Sinop’un eskiden önemli bir Yunan kenti olduğunu ve Karadeniz’den içeriye doğru bir yola sahip olduğunu aktarmaktadır. Ancak tüm bu yolların Samsun’dan içeriye doğru giden Bağdat Yolu kadar büyük olmadığını vurgulamaktadır.

 

Güverteden Samsun’a doğru bakarak bu yolu şu şekilde tasvir etmektedir:

“İstanbul’un -yaklaşık- 640 km (400 mil) doğusunda, dağlardan aşağıya doğru kıvrılarak inmektedir. … Mısır ve tütün tarlalarının arasından bir görünüp bir kaybolmakta, kıvrıla kıvrıla inmekteydi. Yoldaki trafiğin tozları görünmekteydi. Daha sonra zeytinliklere doğru inmekte ve en sonunda sahildeki taş döşeli, kenarlarında ağaçların sıralandığı Samsun’un ana caddesi ile buluşmaktaydı, Doğu trafiğinin karmaşasını şehre taşıyordu. Küçük Asya’nın en yoğun anayolu idi. Samsun’dan itibaren -yaklaşık- 1600 km’lik (1000 mil) yol boyunca Sivas, Malatya, Diyarbakır, Musul şehirlerinden geçen ve en sonunda Harun Reşid’in halifelik yaptığı, Denizci Sinbad’ın memleketi Bağdat’a varan, en albenili isme sahip Bağdat Yolu.”14

 

Childs, Anadolu’da bir yıl geçirdiğini ve bu süre zarfında kuzeydeki bu bölgede birçok kez seyahat ettiğini bahsederek eklemektedir: “Demiryollarından yoksun geniş bir doğu ülkesinin otoyol yaşamını görmüştüm; garip tekerlekli araçlar, kervanlar, köylüler, dilenciler, çingeneler, kaçakçılar, askerler, dervişler, zincirlenmiş mahkumlar.” Bu deneyimlerinin kendisinde bıraktığı etki ile daha fazlasını yapmayı isteyerek bu yolculuğa çıkmaya karar vermişti.15

 

“Samsun yollarında 24 saat geçirdikten sonra, denizin sakinleşmesini beklerken yolcular kayık yardımıyla sahile taşındılar. Teknemiz beklenen şekilde karaya çıkış yapamadı ve dalgaların bıraktığı yere gitti; gümrük memurları, polisler ve seyirciler aceleyle bizi yakalamak için geldiler. Eski bir Yunan şehri olan Amisos’un 1,60 km (1 mil) kadar doğusuna çıktık. … Bir zamanlar Sinop’tan fazla öneme sahip Amisos’dan geriye, bomboş yamaçta küçük kırık bir duvar şeklinde, limanının kalıntıları haricinde hiçbir şey kalmamıştır – hatta adı bile yörede neredeyse tamamen unutulmuştur.”16

 

Samsun’da

 

“Samsun birkaç kilometre sarı bir kumsal boyunca uzanır ve banliyöleri, eteklerinde dağınık beyaz evlerin bulunduğu arkadaki tepelerin yamaçlarına kadar uzanmaktadır. Denize bakan meydan veya marina yoktur. Ofisler, depolar ve kıyılar dalgaların izin verdiği kadarıyla arkaları kıyıya yaslanmıştır ve önleri, deniz kenarı ile paralel uzanan caddeler ile dar yollara bakmaktadır. Şehir ticarete odaklanmıştır ve hoş vakit geçirmeye dair hiçbir istekleri yoktur. Bu şehir, refahın istisna tutulduğu bir ülkede, buna sahip olmakla gurur duymakta ve daha iyisi için çabalamaktadır. Ancak ne bir limanı17 ne de bir demiryolu vardır.”18

 

“Türklerin ilgisizliğine rağmen yaklaşık 400,000 kişi19 ile günümüzde büyüyen bir şehir. Arkalarında geniş ve verimli bölgeleri olmayan, iç bölgeleri ile erişimi, zorlu yüksek geçitlerle sağlayan Sinop ve Trabzon gibi olası rakiplerine rağmen Samsun, dünyada eşi bulunmayan mısır tarlalarının yer aldığı, Küçük Asya’daki en değerli tütün bölgesi olan ve aynı zamanda büyük kömür rezervlerinin bulunduğu, İngiltere kadar muhteşem zengin bir bölgenin erişilebilir bir limanıdır. Bölgenin fiziki özellikleri de Samsun’un bir liman olmasına uygundur. Büyük vadilerin genel eğilimi, kapı gibi geçitlerin düzenli yerleşimi, geçitlerin alçak olması, bunların hepsi liman ve arkada kalan bölgeyi birbirine bağlayan rotayı diğerlerine kıyasla kolay yapmaktadır. Limanın ve elverişli demiryollarının inşasından sonra Samsun, Rusların kaçınılmaz etkisinde kalacak, Karadeniz’in güneydeki Odesa’sı olacaktı.” 20

 

“Bu arada şehir, bugünkü zenginlik derecesine esas olarak Bağdat Yolu nedeniyle erişmiştir. Bu chaussee [şose] üzerinde, Türkiye’de ve Asya’da en uzun ve en önemli yoldur; bütün ticari metalar liman ve iç bölge arasında gider, gelir. Fakat Doğunun anayolundaki bu trafik, yavaş, hantal ve olağanüstü derecede resmedilmeye değer ve ihracat sezonunun yükseldiği dönemde, Samsun’da, başka bir yerde benzerini bulmanın oldukça zor olduğu sahneler yaratmaktadır. Kağnılar, vagonlar, develer, yük atları ve eşekleri, saat 11’de varmaya başlarlar. Gün ortasından sonra yüzlerce araç ve binlerce hayvan, açık alanları ve caddeleri doldururlar. Bazıları depoları ararken, diğerleri yüklerini boşaltmakta ya da kendi sıralarını beklemektedirler; erken gelenler, boşaltıp hanlardan [khans] çıkmakta ya da hayvanlar, yolların kenarındaki ağaçların gölgesinde dinlenmektedirler. Bunların arasında kirli beyaz deve sürücüleri, eşek sahipleri, at sürücüleri, tepelerdeki ve sahildeki köylerden yürüyerek gelen köylüler, sırma işlemeli kırmızı ve maviler içindeki muhteşem atlılar ve şehrin kendi insanları, -yaklaşık- 500 km (300 mil) içerisindeki her sınıftan insanı temsil ediyorlardı ve her renkte, tarzda giysiler giymekteydiler. Bağırış-çağırışlar, eşeklerin arka kısımları üzerinde ağır çubukların çıkardığı pat sesleri, eşek çanlarının durmaksızın çınlaması, deve çanlarının derin ve yavaşça tıngırdaması, öküz kağnısının tekerleklerinin gıcırtısı ve inlemesi. Tüm bunların hepsinin birlikte kızgın güneşin altında hareket etmesi, durması, dinlenmesi ve develerin, insanların terleri ve hayvanların, yemek dükkanların dan, tütün, sarımsak ve deniz kokusu birleşerek dar sokaklarda, cennete çevirircesine kokmaktaydılar. Bu yol ile Trieste ve Marsilya için buğday, arpa, un, yumurta kutuları, İstanbul için, tiftik [kumaş] balyaları, yün, tütün, canlı kümes hayvanlarının kafesleri ve tonlarca ceviz gelmektedir.”21

 

“İthal ürünlerin taşınması aynı görüntüyü sergilememektedir; gerçekten de Samsun’da bir ay geçiren bir kişi, ithalatı fark edemeyebilir. Her şey aynı yoldan gitmektedir ancak iç bölgelere yolculuk için hepsi erken kalkmak zorundadır. Vagonlar ve gıcırdayan arabalar, boyunlarında çanlar asılı eşek ve develer, bütün insanlar sıralı bir şekilde erken şafak vaktinde yola çıkarlar, Samsun’da gün başladığında, yolun yükseldiği dağın bu yamacında oldukça yükselmiş olurlardı. Bunlar kürek yığınlarını, demir çubukları ve boruları, dikiş makinesi kutularını, kumaş balyalarını, Manchester ipliğini ve oldukça çok sayıda gazyağı teneke kutularını taşırlar. Hatta öküz kağnılarında, dağların üzerinden iç kesimlere doğru Marsilya’dan çatı kaplama kiremitleri, çelik kirişler, dökme demir su boruları yavaşça çekilerek götürülmektedir.” 22

 

 

Samsun Tütünü

 

“Yoğun bir liman olmasına ilave olarak, Samsun benzeri az olan bir tütün şehridir. Denize doğru inen bir şerit, vadiler ve delta ovaları, bu yörede toplamda hepsi 90-100 km (60-70 mil) uzunluğunda, eğer olarak sadece Ege’deki Kavala’nın tütünlerine eşit, Bafra ve Samsun’un ünlü tütün tarlalarını barındırmaktadır. Güneş, toprak ve nemli deniz havasının bu hassas kombinasyonu, bu sınırlı ayrıcalıklı bölgenin haricinde bulunamayacak kalitesi ve niteliği ile Samsun tütününü ortaya çıkarmaktadır – ki bu Bafra’nınkinden bile daha kaliteli kabul edilmektedir. Bu tütünü üretebilmek için başka yerlerde girişimlerde bulunuldu ki Amerika bunlardan biriydi. Hatta bu tütünü orada yetiştirebilmek için oldukça büyük miktarda Samsun toprağı da gönderildi. Fakat yaprakların buraya has özgün yapısı, Anadolu sahilinin bu birkaç yüz mil karelik alanının dışında asla elde edilemedi. Bu özel durumundan dolayı tütün, bölgenin başlıca ürünü haline geldi. Bafra ve Samsun’un bu mahsulden yıllık kazandığı bugün için milyonlarca sterline ulaşmaktadır. Şehirdeki köylü üreticiler, toptancı depolarından herhangi bir zamanda yapraklar getirip karşılığında altın alabilmektedir. İngiliz ve Amerikan alıcıların birlikte yer aldığı ofiste, büyük miktardaki alımlarının bir kısmını sık sık bu şekilde parlak sarı liralarla günlük 5000 sterlin değerinde ödeme yaparak alırlardı. Ayrıca büyük üreticiler, yetişen ürünleri karşılığında avans altın alabilirlerdi. Sonsuz kâr ve köylü çiftçilerin memnuniyeti için yaprak ve altın, mevcut para olarak en kolay değiştirilebilir şeylerdi.”23

 

 

Yunan Propagandası

 

Childs, bir Türk şehrinde ya da benzer Türk topraklarında Osmanlı İmparatorluğu’nu kuşatan etnik farklılık sorunları ile karşılaşmadan yol alınamayacağını belirterek buna bir örnek vermektedir. “Kıyıya çıktıktan birkaç saat sonra bir kafede otururken, para toplama kutusu taşıyan bir çocuk gülümseyerek, utangaç ama belli bir davaya destek isteyen tavırla yanıma doğru geldi. Yunan donanmasına yardım için bağış yapıp yapamayacağımı sordu ve ‘bütün Yunan halkının donanması için’ diye ekledi. Samsun’un doğrudan eski Yunan Amisos’tan günümüze kadar geldiği söylenemez ancak halkının çoğu Osmanlı Rumudur ve şehrin ticaret ve zenginliğinin çoğu bunların elindedir. Yabancı ülkelerdeki tüm Yunanlılar gibi, Yunanistan’ı umuyorlar ve Konstantiniyye’nin başkenti olduğu Yunan İmparatorluğu’nun kuruluşu için belirsiz bir biçimde umut ederek, özellikle Yunan donanması için cömertlikle para topluyorlardı. Bir yıl veya daha erken bir zaman içinde donanma için £12,000 katkı göndermişlerdi ve şimdi başka bir katkı için hazırlanıyorlardı.”24

 

 

Kolera Salgını

 

Childs, Samsun’da koleranın yaz başında görüldüğünü ve insanların yolda yürürken sanki vurulmuş gibi aniden yere yığıldıklarını anlatmaktadır. “Ne olduğu anlaşılana kadar salgın hızla yayılmış ve karantina uygulamaları başlatılmıştı. Samsun’a gelirken dağ yolunda yer alan son geçitte, bariyerler ile Bağdat Yolu trafiğe kapatıldı ve gemiler limandan uzakta, açıkta bekletildi. Şehir sakinleri köylere doğru kaçmak istediler ancak ateşli silahlarla köylüler buna engel oldular; ‘Samsun, diğer yerler gibi kendi kolerasına dayanmak zorundaydı.’ Karantina koşullarından en fazla ticaret etkilenince, Samsun’da ticaretle meşgul olanlar yani yabancılar, Rumlar ve Ermeniler, hastalıkla savaşmak zorunda kaldılar. Hristiyanlar daha fazla korkmasına rağmen, ellerinden geleni yaparlarken, Müslümanlar Allah’ın takdirine ve Muhammed’in koruyuculuğuna sığınarak bir şey yapmıyorlardı. Bu nedenle ticaret erbabı, önlemler için yetkililerden onay ve bazı bağnaz ayaklanmalara karşı askeri destek sözü aldılar. Tedbirlerin maliyeti için oluşturulan fona büyük bir bağış yaptılar. Hastalığın görüldüğü her ev, kişilerin eşyaları ve giysileri ile yakıldı. Malların bedelleri fondan karşılandı. Benzer diğer önlemlerle hastalık kontrol altına alınarak, Samsun diğer şehirlere göre daha az etkilenmiş oldu. Ancak her şehirde böyle önlem alınmadı. Samsun’dan çok daha küçük bir şehir olan, tam bir Müslüman değil de fanatik Müslümanlardan oluşan nüfusuyla Çorum’da, Kolera şehre geldiği zaman, insanlar onu Allah’ın Takdiri gibi tevekkülle kabul ettiler; hastalığa kurban gidenleri yıkadılar, kendi ritüelleri ile yatırdılar, cesedin etrafında çevrelenen aile, yaslarını tuttular. Çok kısa bir süre içerisinde binden fazla kişi öldü ve bela ancak, kendi kendini tükettiğinde kesildi.” 25

 

 

Yolculuk için Son Hazırlıklar

 

Childs’ın hayalindeki yolculuk, yüklerinin taşındığı bir at ve bir yardımcı ile yürüyerek, kervanlar eşliğinde ilerlemekti. Bu şekilde istediğinde anayoldan çıkarak, yakındaki köylere veya tarihi harabelere gidebilecek, bir derviş gibi gönlünce özgür hareket edebilecekti. Ancak bunu yapabilmek için geç kalmıştı. Kış yaklaştığı için, güzergahındaki çok kar yağan bölgeleri kar bastırmadan aşması gerekiyordu. Dahası, önceden anlaştığı genç Türk, kolera nedeniyle Şebinkarahisar’a kendi evine gitmişti. Hem yeni bir yardımcı bulması hem de hızlı ilerlemesi için araba ayarlaması gerekiyordu. Bu tarz bir yolculuk için bir Rum veya Ermeni yardımcının uygun olmayacağını düşünerek, Müslüman bir sürücü bulmaya karar verdi. Bütün yolları bilen, atları ve arabası iyi olan, hemen yarın yola çıkmaya hazır Ahmet ile anlaştı. Bu gibi kişilere nereden ve nasıl ulaşıldığı konusunda detaylı bilgi vermeyen yazar, Ahmet ile otelde karşılaştığını ve kendisinin teklifte bulunduğunu belirtmekte, deneyimli ve iş bilen, sakin tavırlarının kendisini ikna ettiğini yazmaktadır. Merzifon’a kadar üç günlük yol için anlaştıklarını ifade eden Childs, eğer memnun kalırsa yolun kalanını da onunla devam edebileceğini açıklamaktadır. Ertesi sabah saat yedide yola çıktılar.26

 

Resim 2. Ahmet ve Atlarla Arabası

 

 

Yolculuğun İlk Günü

Şehir içindeki Arnavut kaldırımı döşeli yollardan geçtikten kısa bir süre sonra zeytinliklere ulaşıldı. Zeytinlikler hakkında; şehrin bu bahçelere çok zarar verdiğini, buradakilerin sadece geriye kalanlar olduğunu anlatmaktadır. Ancak bahçelerin büyüklüğü hakkında herhangi bir bilgi paylaşmamaktadır.27

 

Resim 3. Bağdat Yolu, Samsun Tepeleri


Yol arkadaşları İstanbul’dan Samsun’a birlikte geldikleri, Merzifon’daki Amerikan misyonerlerine katılmak için yola çıkan, beş kişilik bir Amerikan grubuydu. Childs, bu kişilerin hızına ayak uydurmak niyetinde değildi. Yolculuğu daha sakin sürdürmek istiyordu. Bir yerden sonra yola, tek başına seyahat eden Amerikan kız ile devam etti. Bağdat Yolu’nda tek başına seyahat eden bir kadın, bir İngiliz için bile şaşılacak bir manzaraydı. Onun hakkında; “Kolejli olduğunu düşünüyorum (Wellesley sanırım); kolejde kürek çekmişti, İngiltere’nin çam ormanlarında yaz boyunca yürüyüş yapmış, kamp kurmuştu. Ve şimdi Doğuya has bir trafiğin yaşandığı, hayvanların çanlarıyla titreşen, diğer ucunda Bağdat’ın olduğu bir dağ yolunda ilerliyordu ve köşeden dönünce, Kudüs’e, Taberiye Gölü’ne veya Şeria Nehri’ne ulaşılabileceğini anlatıyordu. Her şeyde bir heyecan buluyordu.” şeklinde bahsetmektedir.28

 

Yazımızın giriş bölümünde bahsedilen mektupta, kadın yolcu hakkında detaylı bilgi verilmektedir. Luther R. Fowle, 1965 yılında yazdığı mektupta, Childs ile 1912-1913 yıllarında tanıştığını ve onu çok iyi tanıdığını belirtmektedir. Childs’ın isim vermeden bahsettiği Amerikan bayanın, bu tarihten bir yıl sonra İstanbul’da, kendisinin eşi olacak Helen Curtis olduğunu yazmaktadır ve Merzifon’daki Misyoner Kız Okulunda öğretmenlik görevi için gittiğini belirtmektedir. Ayrıca Fowle, mektubun muhatabı olan kişiye Anadolu’daki seyahatin güvenilir olduğunu şöyle aktarmaktadır; “Tek başına bir erkeğin ‘böylesine tehlikeli bir yolculuğa nasıl çıktığını soruyorsun. Neden tehlikeli olsun ki? 1909 yılında, tek başıma Samsun’dan Harput’a, Toros Dağları’ndan Maraş, Adana ve Mersin’e, sonra kuzeye Kayseri ve İstanbul’a gittim. Daha sonra 1912 yılında, Antep Amerikan Kolejinin Mali İşler Sorumlusu olarak görevlendirildim ve Samsun,Gürün, Elbistan ve Maraş üzerinden Antep’e gittim. Zevkli bir yolculuktu. Childs’ın güvenlikle ilgili herhangi bir endişesi olduğunu düşünmüyorum. O, Merzifon Amerikan Hastanesi’nin inşaatı ile sorumlu İngiliz firmasının mimarları ile bağlantıdaydı. İstanbul’daki anılarımdan hatırladığım kadarıyla Childs, yollarla, mesafelerle, özellikle Anadolu’nun yollarında karşılaştığı içme suyu kaynaklarıyla ve diğer sularla çok ilgiliydi. Yolun çoğunu yürüyerek kat etti ve bütün gözlemlerini not etti.”

 

Yazar yol üzerinde karşılaştığı insanları ve kendisine farklı gelen durumları anlatmaktadır. Yüzleri uzun süre seyahat etmekten güneşte yanmış, bacakları çamura batmış adamlar; yol kenarında ölmüş bir devenin derisini yüzen, elleri kolları kana bulanmış iki kişi; eşeğin üstünde güçlü iri yarı bir erkek ve yanında hem eşeğin düzgün gitmesi için güden hem de iki çocuğuyla birlikte yürümeye çalışan yokuştan aşağı doğru inen küçük grup, bunlara örnektir.29 Bunların yanı sıra, manzarayı da coğrafi önemini vurgulayarak aktarmaktadır. Doğuda görünen Yeşilırmak (Iris) ve Çürüksu (Lycus) deltası bunun ilk kısmıydı ve anlatımlarını Amazonlarla buluşturmaktaydı. “Yolumuz Mert Irmağı’nın büyük vadisi boyunca kilometrelerce tırmandı. Öyle derin ve yamaçları öyle dik buluşan bir vadi ki ölgün ışıkta aşağıdaki nehir karşıdaki yamaçtan daha uzak görünüyordu.”30

 

“Geçitte hava oldukça açıktı ve bütün karayı ve denizi geniş bir açıyla görmeye izin vermekteydi. Sahil, Yeşilırmak deltasından Kızılırmak (Halis) deltasına kadar 110-120 km boyunca uzanmaktaydı ve Türk ili Djannik’in [Canik Sancağı] çoğunu kaplayan, Bafra ve Samsun’un zengin tütün alanları bulunmaktaydı. Bu, verimli sahil ovalarının, vadilerin, özellikle verimli dağ eteklerinin bulunduğu bir ildir. Ürünlerin olgunlaşma döneminde, genellikle çiftçiliğin imkânsız gibi göründüğü çok dik uzak yamaçlar, gelişi güzel sarı karelerle, dikkatsiz yapıştırılmış posta pulları gibi görünmektedir.”31

 

Rusya’nın Karadeniz Bölgesindeki Etkisi Rusya Karadeniz'in Türkiye kıyısında ve onunla bağlantılı derin iç bölgesi üzerinde bir anlaşmadan kaynaklanan önemli haklara sahiptir. Osmanlı hükümeti, Rusya'nın onayı olmadan demiryolu ya da liman yapımı, madencilik, petrol yatakları vb. için hiçbir yabancıya, Ruslar dışında, imtiyaz veremez. Bölgede az sayıda Rus uyruklu vardır ve Rusya ile ticaret önemsizdir; yine de Osmanlı İmparatorluğu’ndan Kafkas eyaletleri ile Karadeniz'in kuzey kıyılarını almış olan ve ilerlemesi karşı konulmaz bir yazgı gibi görünen o gücün gölgesi hissedilir. Anadolu'daki Müslüman halk, Rusya'nın dışında başka bir düşman tanımaz ve Rus saldırısının kaçınılmaz olduğunu görür. Gerçekten Kuzey Anadolu'da yaşayan çeşitli halklar, her birinin farklı bir bakış açısından değerlendirdiği Rusya'nın ilhak beklentisiyle yaşarlar. Müslümanlar kendi dinlerinin kaderciliği ile karamsarlık içinde, Ermeniler kurtuluş getireceği için ümitle, Rumlar ise her iki tarafa çekilen duygularla ilhakı düşünürler. Bölgedeki Rumlar, Rus egemenliğinden yararlanacaklarını yeterince iyi bilmelerine karşın çoğunun bir Yunan İmparatorluğu düşünden kamçılanan çekinceleri vardır. Rumlar, kıyının kadim Helen dünyasının bir parçası olduğunu gerek kıyının gerek iç kesimlerin, Türklerin eline geçen ortaçağ Yunan İmparatorluğu’na ait olduğunu anımsamakta, bundan ötürü Rusları ilkini izleyen ikinci bir saldırgan olarak görmektedirler. Bu gergin siyasal değişim bekleyişinin barış zamanında bile nasıl ortaya çıktığı, ilginçtir. Siyasal ufukta hiç bulut gözükmezken dahil kıyı boyunca söylentiler çıkar, gittikçe çoğalarak, garip ayrıntılar eklenerek, bütün yollarda uçuşur. Böylece Rus donanmasının, Trabzon’a doğru yola çıktığını, tıka basa dolu Rus nakliye gemilerinin, geceleyin ya da siste, Samsun ya da Sinop açıklarında, beklediğinin görüldüğünü, Rus ordularının Kafkas sınırında, şurada burada toplandığını, en iç kesim de duyar. Benim de iki kez duyduğum gibi bir Rus kuvvetinin, Samsun'u ele geçirdiğini bile duyabilirler. Eğer Anadolu'da bir süre geçirdiyseniz ve Karadeniz'e yolculuk yaptıysanız hele hele bu denizin, Rusya için önemini dikkate alırsanız, ayrıntıları dışında bu öyküler çok da inanılmayacak gibi görünmemektedir. Rusya'nın er ya da geç, boğazları ve “Arzulanan Kenti” ele geçireceği veya sadece güçlü silahlara sahip bir “gücün” onu buradan uzak tutabileceği inancı yaygındır. Yakın dönem Doğu Alman siyaseti bu zorlayıcı gücü oluşturabilecekti ancak Alman emellerinin başarısız olmasıyla, Ruslara yol açıldı ve kaçınılmaz oldu. Rusya boğazlara sahip olacaktı ama uzun dönemde Boğazlar ve ona eklenmiş, bölgeden oluşan bir parça, Rusya'yı tatmin etmeyecekti. O kesintisiz bir toprağa ihtiyaç duyuyordu ve bu koridora Avrupa’da sahip olamayacağından bunu fazlasıyla Asya'da elde edecek, trenlerini Kafkasya'dan İstanbul Boğazı'na değin kendi topraklarında işletecekti.”32

 

 

Çakallı Han

 

“Samsun’dan 40 km (25 mil) sonra, kıyı dizilerinin ardında kalan derin vadide ‘Çakallı’ köyü (Çakalların Yeri) bulunmaktadır. Amerikalılar gitti ancak ben burada gece kaldım. Bağdat Yolu’ndaki ilk günüm umduğumdan daha güzel geçmişti. Anayol üstündeki hanın düzeni bir ölçüde atlı arabalar için yapılan, eski İngiliz hanlarına benziyor. Bina iki katlıdır ve yola karşı yer almaktadır. Araçların avluya ve arkadaki ahıra rahatça erişebilmesi için yeterli büyüklükte olan bir kemere sahiptir. Girişin yanında ortak bir salon var, burada sürücüler uyurlar, yemek yerler, sigara içerler ve kahve satışı için bir tezgâh bulunmaktadır. Avludan engebeli dış merdivenler üst kattaki odaların açıldığı revaklara çıkılır. Çakallı’da kaldığım böyle bir handır. Tek benzerlik binaları değildir. Han sahibi, oldukça özenli ve misafirperver bir tavırla ve asalete sahip bir kişinin duruşu ile benimle tanışmak için geldi. Bagajların

idare edilmesi için hiçbir şey yapmayacaktı. Bu, ben ayrılırken bahşiş bekleyen ve kazandıkları bahşişlerin getirileri, üstlerinin müdahalesi ile azalmaması gereken astların işiydi – belki de oğullarının. Bu arada, diğer bir ast, şüphe götürmez bir şekilde bir seyis havasında, kocaman bol pantolonuna ve terlikli ayaklarına rağmen, koşum takımını çıkarmak için Ahmet’e yardım etti. İsmi Ali idi, ince görünümlü ve esmerdi. Onun belirgin kişilikte ve işinin ehli bir adam olduğu ilk bakışta anlaşılıyordu. Gevşek bir düğümle her birine uzun hareket mesafesi bıraktı, her bir hayvana dingilinden başlayarak kaburgasında dostça bir vuruş yaptı ve anlamsız yumuşak bir ıslık eşliğinde arabanın atlarının sabit durmasını sağladı. Ahmet, dikkatli bir sahip olarak atlara masaj yaptı ve onlara arpa verdi. Avluya geri döndü ve arabayı iterek, diğer araçlara yer bırakacak şekilde uygun bir yere getirdi.

 

Son görev olarak direği çözdü ve tekerlerin arasındaki zemine yerleştirdi. Artık girişin yanındaki taburesinde oturmaya, bir sigara sarıp, sade kahvesini içmeye hazırdı.

 

Aşağıda bu sahneler yaşanırken, bagajlar üst kata taşınıyordu, genç bir odabashi ya da oda görevlisi beni odaya götürdü. Büyük anahtarlardan oluşan bir deste çıkardı, havalı bir hareketle kapıyı açtı, bunun için “otelin en iyi odası” dedi ve dahası kemerli girişin üstünde olduğundan en hatırı sayılır kimselere ayrılıyordu. Zemin, duvarlar ve tavan boyasız tahtadandı. Güneşlik olarak pencerelere yukarıdan çivilerle tutturulmuş uzun, kirli beyaz pamuklu kumaşlar asılmıştı. Kırmızı toprak işi testinin haricinde odadaki tek detay, yerde ve köhne masada ince bir tabaka halinde bulunan tozdu. Duvarda kan lekeleri vardı, doymuş ve uyuşuk tahkta bitis[leri] – İngiliz ev hanımlarını korkutan böcek – ellerin ya da kanın öfkeli sahiplerinin terlikleri altında mahvolmuştu. Ancak burada çivilerle oluşturulmuş üzerine nesnelerin asılabileceği çıkıntılar vardı ve bu, benim tecrübelerime göre, bir han için kötü bir çözüm değildi.”33

 

“Belki de Çakallı, Bağdat Yolu üzerinde bulunan en kalabalık konaklama yeri idi. Hızlı arabaları hariç tutarak, Samsun’a giren ya da çıkan neredeyse her şey seyahatinin ilk ya da son gecesini bu küçük köyde geçirirdi. Öğleden sonra gelirken, her iki yönden de akarak, çeşitli hanlar ve kamp yerlerine ulaşan kervanlar ile araçlar, tıngırdayan çanların sesiyle, sızlanan hayvanlar ve gıcırdayan tekerlekler ve her tür renk ile gelirlerdi, tabii ki oldukça fazla çamur ve toz ile. Bu saatlerde, çağıldayan Merd Su’yunun üzerinden geçen taş köprü geleneklerin Doğu’suna ait şeyleri duymaya ve görmeye bir ışık oluyordu ve ayrıca Orta Çağ’a da.

Ve ardından karanlıktan sonra, bu sahne tamamıyla değişir ve bu yer artık aynı şekilde görünmez. Yol beyaz ve boştu, her iki yandan da kasvetle uzamaktaydı. Etrafınızda düzinelerce kamp ateşi parlamakta ve havada odun dumanının kokusu vardı. Sesler, tam olarak görülmeyen adamların ve hayvanların bir seviyedeki mırıltısı, ayaklara bağlı zincirlerin şıngırtısı, dağda uluyan bir çakalın ulumasıydı.

 

Akşamleyin, sürücülerin kullandığı ortak salona baktım, çeşitli sakinlerin olduğu bir oda, bütün hanlarda bitmeyen bir ilgi kaynağıdır. Tek bir lambanın aydınlattığı tütün dumanının isi içerisinde belirsiz bir biçimde görünen, kara yağız insanların bir arada oluşturduğu gruptu. Bazıları çoktan uzanmıştı, sahip oldukları en değerli şey gibi, siyah tüylü mantolarına sarılarak ve koşum takımlarını yastık yaparak; ancak birçoğu bağdaş kurup oturmuş, birbirlerine haberleri anlatıyorlardı. Basının olmadığı bölgeler için, uzak mesafelerden gelen insanların bu gibi akşam toplanma yerleri, haberlerin

karşılıklı paylaşıldığı, dedikoduların doğru mekanıydı. Ama ne dedikodular vardı! Aslında haberler gibi değil, heyecan uyandıran ve etkili bir biçimde işlenen öyküler, daha çok yaşam koşullarını, umutlarını, korkularını ve etnik nefretlerini yansıtmaktaydı; yol üstündeki bu ortak salonların şaşırtıcı hayal güçleri çok hoştu.”34

 

 

Yolculuk için Taşınan Lüzumlu Gereçler

 

“Bir Türk hanı, oda, ışık, su, ekstra ücretli ateşten başka şey sunmaz, kalan her şeyi yolcular yanında taşır. Bu nedenle Küçük Asya’da seyahat ederken iyi hazırlanmış bir bagaj gereklidir, buranın yerlileri için bile durum böyle. Bana gelince, bir yaya olmama rağmen ve dolayısıyla yüksüz gitmem gerekirken, açtığımız zaman, bir harem içim yeterli görünecek kadar gereçlerim vardı. Defalarca denememe rağmen daha fazla azaltamamıştım. Katlanan yatağım, yuvarlanmış bir şilte, battaniyeler, uyku tulumu ve yastık, çok fazla değildi ve tek bir kanvas/çadır bezine paketlenmişti. Taşıdığım yiyecekler ve pişirme için gerekli aletler – bir tür ışıltılı seyahat mutfağı – hayret verici bir görüntüyü ortaya koymakta ve her konak yerinde, paketin açılması, monte edilmesi ve tekrar paketlenmesi oldukça zaman gerektirmekteydi. Kolera hala bu bölgedeydi ve buna karşı önlemler gerekiyordu. Bu nedenle kesin bir çözüm olarak her şeyi kendim pişirmeyi, hiçbir şeyi kaynatmadan ya da kaynadığını görmeden içmemeyi; yediğim her dilim ekmeği alazlamadan yememeyi ve kendi bulaşığımı yıkamayı planladım. Bu amaçlarla iki ocağım vardı, biri gaz yağı ile yanmaktaydı diğeri mavi ispirto ile Pişirme eşyalarının, tabakların, fincanların ve benzeri şeylerin ve tabii ki lambanın yanı sıra yiyecekleri tutmak, onları günlük kullanım için depolamak ve bunları bulaşmadan korumak için kapaklı alüminyum teneke kaplarla ve çeşitli ebatlarda kutular vardı. Önlemler ve bu donanım ile, sadece koleradan değil, -Küçük Asya’nın vebası, daha çok iç bölgelerde seyahat eden herkesin er ya da geç yakalanacağının söylendiği, tifodan da kaçmayı umuyordum.

 

Bu gibi ev gereçlerine rağmen, yiyecek problemi basit bir sorun değildi. Ekmek, yumurtalar, patatesler, meyve ve yoghourt yöreden edindiklerimdi; kalanlarını taşıyordum ve bu birkaç haftalık kaynak bir hayli yer kaplıyordu. Bazıları seyahatetmeyi, yöresel yemekleri yemeyi sever ve bununla yolculuklarına ayrı bir zevk katarlardı. Benim zevklerim böyle değildi. Sadece kahve ve ekmek veya ekmeksiz kahve, bir güne başlangıç için yeterli değildi; bütün gün için niyetlendiğim iyi bir İngiliz kahvaltısıydı. Bu yüzden, domuz pastırması,Cambridge sosisleri, sığır eti, çorbalar, reçeller, tereyağı, süt ve peynir ki hepsi teneke kutuda, ayrıca kakao ve çay, tüm bunları kaynak olarak edinmiştim. Ve İngiliz tütününden

de 3 pound (~1,35 kg) sağlamıştım. Her zaman birkaç hafta yetecek erzak stokunun olduğunu, istediğim yerde istediğim zaman yemek yapabileceğimi ve yiyebileceğimi bilmenin verdiği bağımsızlık duygusunun yanında katlandığım zahmetin hiçbir önemi yoktu. Ayrıca iki yüz mermi ile güçlü bir Browning ve köpeklere karşı kullanmak için çelik uçlu ağır çubuk vardı. Bu donanımla halde, her yere gitmeye hazırdım; güven ve beklenti ile dağ yollarında, patikalarda ve ıssız yerlerde olmayı iple çekiyordum.”

 

 

Çakallı Han’da Bahşiş Vermek

 

Childs, ertesi sabah saat altıda pencereden dışarıya baktığında bütün yolun sonbahar sisi ile kaplı olduğunu ve Ahmet’in hazırlanmış onu beklediğini görmüştü. Han çoktan boşalmıştı. Saat sekizde, handaki yardımcılar bagajları arabaya taşıdılar, midilliler arabaya koşuldu, yola çıkmaya hazırdı. Hancıya ödemesini yaptıktan sonra dışarı çıkan Childs, bahşiş ritüelini özetle şöyle anlatmaktaydı; “Ahmet, atları kaçırmamak için koşumlarını tutarken, han yardımcıları meşgul görünmekteydiler, ancak hepsinin vücut hareketlerinden ve gözlerinden, bahşiş bekledikleri anlaşılıyordu. Bu Osmanlılar, taktik becerileri konusunda diğer ülkelerdeki kardeşlerinden eksik bir yanları yoktu. Akla gelebilecek tüm masumiyet havasıyla, kendilerini benimle kapı arasına yerleştirmeyi başarmışlardı ve ben onlara seslenene kadar pozisyonlarını korudular. Ahmet ise verilen bahşişten rahatsızdı, gerek olmadığını düşünmekteydi.”36

 

 

Yolculuğun İkinci Günü

 

Childs romantik bir tarzda yol izlenimlerini tasvir etmekteydi. Bodur meşe ve kayınların oluşturduğu ormanlar, bu ormanlardaki ağaçların düşüncesizce kesilmesi ve bunun yağmur yağışını azaltması, buna rağmen ormanın kendini yeniliyor olması, dağların arasından kıvrılarak yükselen yollar, her birinin sayıları yaklaşık yüze ulaşan sürülerdeki, çobanlarının ve çoban köpeklerinin güttüğü binlerce keçi gibi hususlar, yazarın uzun uzun yazdığı konulardı. Yokuş yukarı yayalar, arabalara göre daha hızlı gitmekteydi. Kara Dağ’ın tepesinde bir noktada, yolcuların dinlenmesi için kahve vardı. Yazar, araba ile Ahmet’in gelişini beklerken burada bir kahve içti. Yola devam eden kervan, yolun kenarında bir dilenci

gördü. Childs, bu ilginç görünümlü dilencinin fotoğrafını çekmişti. Dilenciye 3 kuruş vermesi, yardımcısı Ahmet’in tepkisine neden olmuş, yazarı adamın zengin olduğu, zahmetsiz kazanç için bu işi

yaptığı konusunda uyarmıştı. Ancak yazar, çalışkan bir kişiliğe sahip Ahmet’in abarttığını düşünmekteydi.

 

Resim 5. Bağdat Yolu Kenarındaki Dilenci

 

Kara Dağ – Ak Dağ

 

“Samsun’dan Kara Dağ geçidine kadar, üç dağ sırası ve iki derin vadiden oluşan yaklaşık 65 km’lik (40 mil) zikzaklı bir yol vardı. Kara Dağ’da, denizden 750 ile 1200 metre yükseklikte, muhteşem bir yayla vardı. Kara Dağ’ın güney cephesinde, 16 km (10 mil) kadar uzakta, Ak Dağ’ın 2150 m’lik (7000 fit) dağ silsilesi görülmekteydi. Dorukları karlı, etekleri engebeli ve ormanlıktı. Ladik’ten yukarıya doğru, kömür dumanı yükselmekteydi. Ak Dağ, beyaz dağ anlamına gelmektedir ve üzerindeki karlardan dolayı bu adı almaktadır. Kara Dağ ise siyah dağ anlamına gelir ve geçidin üzerindeki zirveler boyunca yer alan çam ormanlarından dolayı bu isme sahip olmuştur. Kara Dağ kötü bir isim değil, taşıdığı bir itibarı vardır. Buraya yakın yerlerde güzel bir hava varken burada yağmura ve doluya yakalanabilirsiniz. Deniz kenarına yakın bölgelerde kar daha hafif iken, kışın buradaki kar daha yoğundur. Eskiden Kara Dağ’ın bu geçidi, silahlı gruplar tarafından hırsızlık yapılan, iki kat kötü şöhrete sahip bir yerdi. Bölgeye dadanan son grubun, Türk subayına cesaret edene kadar işleri yolunda gitmişti. Şimdiye kadar kimi seçerlerse seçsinler hemen hemen hiç ceza almaksızın soygun yapmışlardı; kendi amaçlarına uygun olmak üzere insanları öldürmüşlerdi; yol kenarında düzenli sıralarla yerleştirilmiş üç ölü Ermeni yolcuyu bıraktıkları bilinmekteydi; fakat bu sefer çok ileri gitmişler, kendilerini beğenmiş bir şekilde, bir Türk binbaşıyı bacağından vurmuşlardı. Bir askeri ya da “zaptiyeyi” vurmak, bu ülke için affedilmez bir günahtı. Acımasız bir av başladı ve birkaç saatlik süren çarpışmada, Kara Dağ’daki geniş çam ormanlarında çete yok edildi.”38 Childs’ın Roma İmparatorluğu döneminden, hatta daha önceki dönemlerden kalan tarihi yerlere entelektüel bir merakı bulunmaktaydı ve gördüğü en küçük bir kalıntıyı dahi detaylı olarak tasvir etmekteydi. Geçidin zirvesinde bulunan bir Roma yolu kalıntısı ile bu dönemlere gidebilmekte, yol üzerinde gördüğü yöre sakini bir Rum’u, biçimli vücut yapısına hayran kalarak Herkül’e benzetebilmekteydi.

 

 

Havza ve Gece Konaklama

 

“Geçitten aşağıya doğru, güneşten kavrulmuş yol kıvrılarak inmekte ve iki saatten fazla bir süre sonra Havza Kasabası’na ulaşmaktaydı. Havza’nın doğal su kaynağının ünü, Anadolu’dan çok uzaklara yayılmıştır. Tıbbi banyolarının [kaplıca] şöhreti, Roma zamanına kadar geriye gider; o günden bugüne değin birçok kişi su almak için gelirken, daha da fazlası bu sularda banyo yapmak için gelmiştir. Kaplıcalar, büyük derme çatma hanlar ve birkaç aşevi, şehrin misafirlerine sunduklarıdır. Geri kalanı pis ve önemsizdi; kazlar, kümes hayvanları ve köpekler tamamen sokaklarda dolaşmaktaydılar, görünürde neredeyse hiç yeşil ağaç yoktu. Ancak bir zamanlar gösterişli bir yer olduğu anlaşılmaktadır. Ahmet’in beni, en iyisi olduğu için götürdüğü han, büyük, derme çatma ve eskiydi. İç kısmında, ahşap direklerle desteklenen revakları ile iki katı vardı. Çürük, köhne ve haraptı. Tahtaları ve pencereleri kırıktı, duvardaki sıvaları dökülüyordu, delikler gazyağı kutularının parçalarıyla kapatılmıştı, avlusu ise atları, köpekleri ve kümes hayvanları ile çiftlik avlusu görüntüsüne sahipti. Ancak bir han olarak bina temiz kabul edilebilir ve çok sayıda ziyaretçi kendi beklentileri çerçevesinde burayı güzel bulacaktır. Revaktaki yarı açık kapılardan, odaların içini görmüştüm; yatak örtüleri, pişirme gereçleri, yiyecek, kıyafet parçaları ile kaplıydı ve kadınlarla çocukların seslerini duydum. Görünüşe göre, sağlığın peşinde kaplıcalara gelen aileler, dört veya beş ailenin birlikte bir odada toplanmasında bir mahsur görmemekteydiler. Odama girdikten kısa bir süre sonra, sürahinin boş olduğunu gördüm ve bu nedenle balkondan su için yüksek sesle seslendim ancak han görevlisi cevap vermedi. Revakta, bu kattaki odalar için, gaz yağı tenekesinden yapılma küçük su sarnıcından doldurmak istedim fakat bunda da çok az su vardı. Avluya inerek su testimi orada doldurdum. Bu süreçte handa kalan Müslüman kadınlarlakarşılaştım. Beni görünce yüzlerini, başlarını kapattıkları beyaz örtülerle sakladılar.”39

 

Resim 6. Havza Yakınlarında Bağdat Yolu Trafiği

 

Handa Kahve Hazırlanması

 

“Ertesi sabah arabanın hazır olmasını beklerken hanın ortak salonunda oturmaktaydım. Bir hizmetkar, sakin sakin kahve kavurup dövüyordu. Kahve çekirdekleri, dörtgen mangal içinde yavaşça yanan kömür ateşi üzerine yerleştirilmiş ince sac levha üzerine dağıtılmıştı. Ara ara taneler inceleyerek, kavrulanları almakta, yerine yenilerini koymaktaydı. Büyük bir avucu dolduracak kadar kavrulmuş çekirdeği, ağır, eski görünümlü, kalıbı iyi dökülmüş pirinç bir havana koyarak, havan tokmağı ile dövüyordu; gözümü alamadan son derece ilgiyle izledim. Bu dövme işi yavaş bir işlem gerektirir, kahve

yapımındaki bu Türk uzmanlar, kahve değirmeni tarafından üretilen kum gibi incelikten memnun olmazlar. İsterler ki çekirdek, undan bile daha ince, ele gelemeyecek bir toz haline gelene kadar dağılsın. Ayrıca demlenmesi de ayrı bir ritüeldiki bu olmadan bir Türk, kahveyi sevdiği gibi içmiş olamazdı. Bu yüzden şimdi, kahve istediğim zaman, küçük bir pirinç jezveh – uzun bir tutacağı olan kupa gibi bir kap- içine, iki yumurta fincanı kadar su koydu ve bir çay kaşığı dolusu kahve tozu ile bir topak şeker ekledi. Sonra jezvehi korun kenarına koydu ve yakından takip etti. İçeriği köpürerek yükseldiği zaman kabı ateşten geri çekti. Üç defa yavaşça jezvehi çok az yanan kora sürdü ve köpük yükselirken geri çekti. Üçüncü köpürmeden sonra kahve hazırdı. Paris’in kahvesinin en iyisi olduğunu düşünebilirsiniz ya da aynı şekilde Viyana kahvesinin, ancak Türkiye’de daha iyisini bulacaksınız ve ister

sade alın ister sütlü pişirilmiş (cafe' au Lait) olsun, tercih edilen çeşide göre, ilan edeceksiniz ki bu kahvedir, diğerleri değil.”40

 

 

Kadın İzlenimleri

 

“Kadınların kendilerini mümkün olduğunca çok gözden uzakta tutmaları bir gelenek halini almıştır. Sadece Müslüman kadınlar değil, Hristiyan kadınlar da buna dikkat etmektedirler. Erkeklerin bulunduğu bir ülkeden geçiyorsunuz, yemekleriniz erkekler tarafından pişiriliyor, dükkanlarda size daime erkekler servis yapıyor. Aslında bazen kadınları görürsünüz, ancak bunlar çekingen geçerler, peçelerini örterler ya da başları eşarpları ile örtülüdür. Tarlalarda çalışan köylü kadınlar bile bir tür örtü kapatmaktaydılar, siz yaklaşık 1 metre [otuz veya kırk yard] uzakta olsanız bile yanlarından biri geçerken örtülerini yüzlerine tutmaktalar ya da başlarını diğer tarafa çevirmekteydiler. Bir kadını sadece Hristiyanların evlerine girdiğiniz zaman görürsünüz veya Müslüman bir köylü sizi gece kalmak üzere evinde misafir ettiyse eğer görebilirsiniz.” 41

 

 

Yolculuğun Üçüncü Günü

 

“Kervanlardaki develer yedişer veya sekizer, semerden yulara bağlanarak giderler. At kılından yapılan yularlar çok sağlamdır; ama hayvanlar birbirlerine, hafifçe gerildiğinde çözülebilecek bir iple bağlanırlar. Bir devenin aniden başını yukarı savurduğunu, yularını önündeki devenin semerine bağlayan bu yün ipi ısırdığını görebilirsiniz. Gevşek ip bunun içindir; deveci, hemen gelir, ipi eski haline getirir. Eğer ip hiçbir biçimde çözülmezse, hayvanın delireceği, ileri fırlamaya ve bağırmaya başlayacağı, bunun kaçınılmaz sonucu olarak da bütün takımın aynı şeyi yaparak bacaklarını ve boyunlarını kıracaklarını anlatırlar. Ancak kendisini bunaltan ip çözüldüğünde, hayvan hemen rahatlar, duraklamadan yalpalaya yalpalaya yürümeye devam eder.”42

 

“Havza’dan birkaç saat ötede anayol, Merzifon ovasına açılan bir geçitte bölündü. Solda Bağdat Yolu, tek kemerli yüksek eğimli eski bir Taşköprü ile nehri geçmekteydi ve Amasya’ya doğru dağ yamacı boyunca ilerlemekteydi; diğer yol ise Merzifon’un şehrine ulaşmak için, sağdaki alçak dağ koluna tırmanmaktaydı. Bu şehri ziyaret etmek istedim, güney-batıda on mil uzakta bulunmaktaydı, böylece Bağdat Yolu’ndan bir kez için ayrılmış oldum.”43

 

 

Merzifon44

 

“Merzifon’u çevreleyen, üzüm bağları, meyve bahçeleri ve diğer bahçeler çok yakın kurulmuştu ve bereketliydi; her tarafa sulama ile su getirilmekteydi. Şehrin kenarındaki mezar yerlerine geldik. Müslüman ve Hristiyanlar ayrı idi, çok sayıda kolera kurbanının yeni defnedilmiş mezarları bulunmaktaydı ve gevşek taşların büyük hazinli yığını, bu kıyımın45 Ermeni kurbanları üzerinde yığılmıştı. Yolun devamında evlerin arasında, alçakça bir tepeye tırmanarak, burada yer alan Amerika Elçiliğinin duvarla çevrili bahçesine ulaştım.”46

 

“Merzifon, Küçük Asya’daki tarihsel önemi olmayan çok az şehirden bir tanesidir ya da en azından, bazı bilinen antik şehirlerin üzerine kurulmamıştır. Kendi kendine hiçbir önemi yoktu. Orduların büyük rotaları üzerinde değildi, burada hiçbir zaman bir kale olmamıştı, eski zamanlarda burayı değerli kılan, buraya uygun bir doğal özelliği yoktu. Burası daima, çiftçilerin bölgesinde sadece bir pazar şehri olmuştu. Şehir ve bölge, bir tür Osmanlı Boeotia’sı47 veya daha kötüsü olarak, Türkler arasında bir üne sahiptir; “Bir Merzifonlu gibi” deyimi bir tür yergi şeklidir ki aptallık ya da hödüklük veya kötü tavırlar anlamına gelebilir.”48

 

Resim 7. Merzifon Caddesinden Bir Görünüm

 

“Merzifon 20 bin nüfuslu, surlarla çevrilmiş bir kasaba gibi daracık yollardan ve sıkışık mahallelerden oluşur. Yapıların çoğu, kerpiçten olmasına rağmen, dışları kireçle badanalandığı için, uzaktan kırmızı-kahverengi çatıları ile beyaz bir şehir etkisi ile göze hoş görünmektedir. Geleneksel olarak her evin, kasabanın hemen yanında işlenmesi için bir parça toprağı vardı. Yazlık kulübelerin yer aldığı üzüm bağları, meyvelikler ve bahçeler, bir kilometre uzaklıkta, şehrin arkasına doğru yükselen tepelerde bulunmaktaydı. Bölgenin çiftçileri ve üreticileri, çoğunlukla buğday, arpa, sebze ile üzüm, elma, şeftali, kavun ve kiraz meyvelerini üretmektedirler. Buğday, tahta bir pullukla, toprak yüzeyi kazıldıktan sonra ekilir ve haziranda olgunlaşan başaklar, sert, uzun taneli buğdaylar verir. Daha aşağı bölgelerde bölgenin en kârlı ürünü haşhaş49, afyon için yetiştirilir. Burası, az bir sulama ile her şeyin yetiştirilebileceği bereketli topraklara sahiptir.”50

 


Tarla Sulama

 

“Her bahçenin belirli bir ücret karşılığında sulama hakkı vardır ve suyun aktığı süre hesaplanarak ölçülür. Sırası gelen yetiştirici, suyu değerlendirmeli ve sıkı çalışmalıdır ya da zarara katlanmalıdır. Suyu tarlaya dağıtmak için arklara çevirmek, set çekmek, olabildiğince su yolu açmak için hızlı çalışması gereken birkaç saati vardır. Tabii ki hakkını aramak içinde. Örneğin Ali, kendi sulama sırası geldiğinde, ortak kanalda su bulamayabilir. Suyun gelişine doğru öfkeyle tırmanır. Bu tarz durumlarla daha önce karşılaşmış ve baş etmiştir. Abdül adından bir kişi suyun yolunu kesmiş kendi tarlasına akıtmaktadır. Vakit kaybetmemek için Ali, Abdül’ün çamur ve ottan yapılma setini bozar ve suyu alır. Sonraki aşamada Ali ve Abdül silah taşıdıkları için, atışmaları esnasında öfkeyle, birbirlerine ateş ederler ve Amerikan Hastanesi’ne ikisi birlikte getirilir. Bu tarz durumlar sulama döneminde sık sık yaşanmaktadır.

 

 

Şehir Tasviri

 

“Şehirde yaklaşık 300 yıllık birkaç taş yapı vardır. Bu binalar, insanların kendilerine özgü şehir yaratmada başarılı olduklarını göstermektedir. Buradaki Müslümanların, sanayileşmek ve enerji kullanımı hususlarında küçük bir motivasyon artışı ile, belki de dini inançlarında ufak bir iki değişiklikten fazlası gerekmeyecek şekilde, dönemin diğer şehirleri ile boy ölçüşebilecek şehirler inşa edebileceğinin farkına varırsınız.”

 

Şehir anlatımına Taş Han ile devam eden Childs, hanı çok detaylı tasvir etmiştir. 100 kadar tüccarın dükkanının olduğunu belirten yazar, hanın duvarlarının ve kapısının çok sağlam olduğunu, bir kez kapatıldığında ancak patlayıcı ile açılabileceğini söylemektedir. Yazar bu durumu Han’ın, kavgaların, baskınların çokça olduğu dönemlerde yapılmasına bağlamaktadır. Alçak loş odalardan oluşan dükkanların birinde kilo ile havlu satan bir Ermeni ile anısını aktarır. Havluların Manchester’dan ithal edilen iplikten elle dokunduğunu İngilizce olarak anlatan Ermeni dükkancı, bunların yanı sıra Ermenilerle Türkler arasında yaşanan sorunları kendi lehlerine anlatmıştır. Ermenilerin katledildiği, son saldırıda Ermenilerin bu Taş Han’a sığınarak kurtulduğu, üst üste depremlerin yaşandığı, anlatımın detaylarıydı. Bu iletişimi aktaran yazar, diğer gözlemleri ile harmanlayarak şu açıklamaları yapmaktadır:

 

“Ermenilerin, kendilerini alçakça kullanan Türklere karşı davranışları, ırklarının tuhaflığı ile açıklanabilir. Batı Avrupa’da Ermeniler, zararsız, barışçıl, ılımlı konuşan, savaşçı ruhu ve baskılara karşı direnme gücü olmayan insanlar olarak tanınmaktadır. Bu düşünce, bu halk için büyük bir haksızlıktır. Bu durum kasabada yaşayan ve köylerde ikamet eden Ermeniler için bile geçerli değildir. Ermenilerin hepsi, Yahudilerden daha fazla kazanmayı severler, -mültezimler, tefeciler, dükkân sahipleri [gibi]- yerleşik sakinler, her gün küçümsenmeyecek fiziksel cesaret gerektiren tehlikelerle yaşarlar ve inatçı, kararından dönmez bir yapıdadırlar. Köylüleri oldukça aksidir ve bazı bölgelerdekiler, Küçük Asya’daki kimseden aşağıda kalmayacak şekilde mücadele etmektedirler.

 

Ermeniler, ortalamadan daha iyi mücadelecidir. Onlar, Rumlara karşı asla korku duymamışlar, tarihlerinde de böyle bir durum söz konusu olmamıştır. Bir Ermeni, bir Rum ile münakaşa yaşadığında yeterince sert ve cesur hatta ahlaki üstünlüğünün bilincinde görünmektedir. Fakat bir Müslümanla karşılaştığında, onun kendinden emin ruhunun yerini hemen bir çeşit öfkeli bir umutsuzluk alır; bu iki kişi arasında buna sebep olacak hiçbir şey olmadığını görürsünüz. Ortalama bir Ermeni, kendisine bir Avrupalı eşlik ettiğinde, Müslümanlara karşı davranışlarında arsızlık derecesine varana kadar agresifleşebilirler ve en ciddi problemlerin risklerini bile göze alabilirler. Bana bir yolculuğumda ‘araba’-sürücüsü olarak hizmet eden, böyle bir Ermeni, meydan okuyan bir tarzda onları ürküterek kaçırmak için, yanımızdan geçen kervanın develerini kamçıladı. Ve bir Amerikan misyoner doktorun, aynı Ermeni davranışlarından bahsederken bana, bir seferinde Ermeni yardımcısının arabayı, bomboş olan bir şosede, yol kenarında oturan Müslümanların ayakları arasında kasıtlı olarak sürdüğünü ve canını kurtarmak için koşarak kaçtığını anlattı.

 

Bu çalışkan ve barışçı olmayan insanların, bu denli umutsuzca Türklerin insafını kabullenmiş olmaları, başlıca yapılarının tek bir kusurundan dolayıdır. Kendi aralarında birbirlerine düşmeye meyillidirler ve iyi bir nefret sahibi olarak, ortak düşmanlarına karşı birlik içerisinde davranmak için olabildiğince ağırdan alırlar. Geçimsizlik için böyle bir mutsuz kabiliyet ile, bir araya getirdikleri bir veya iki vasıfları daha vardır ki Türklere karşı direnç oluşturmayı neredeyse imkânsız hale getirmekteydi.

 

Geçen yüzyılın sonundaki katliamlardan beri, Ermeniler kendilerini savunmak için silahlandılar. Bu doğru bir adımdı ve birlik ve bilgelik derecesinde mantıklı bir sonuca ulaşabilselerdi, katliamların sonunu getirebilirlerdi. Silahlanmak, bununla övünmek ve bundan sonra ne yapacağı hususunda da övünmek ve sonrasında övündüklerini ortaya koymada yetersiz olduklarını kanıtlamak, tam bir vahametti. Ermenilerin garip biçimde tutarsız yapısını herkesten daha iyi bilen Müslümanlar, övünmelerini hatırlayarak, savunma hazırlıklarına güldüler. Bunların hepsi ‘saman alevi’ gibidir dediler.” 52

 

Yazar “Merzifon’da yaşadığım bir olaydan sonra istemeyerek de olsa bende bu şekilde düşünmeye başladım” demekte ve olayı aktarmaktadır. Childs, satışı yasak olan mavzerden, mümkünse Merzifon’da gizlice satın almak istediğinde kendisini bir Ermeni tüccarın aradığını, kendisinde Mavzer olmadığını, beş sterline daha iyi bir silah olan Mannlicher’ı verebileceğini anlatmaktaydı. Yazarın belirttiği gibi bu da yasak bir silahtı ve “Tüccarın bu silahı övmek için Mavzerden daha az bozulduğunu, bu nedenle Ermeniler arasında daha aygın olduğunu, Merzifon’da yaşayan Ermenilerden en az beş yüzünde bu silahtan olduğunu, isterse deneyebileceğini belirttiğini” yazmaktaydı. Childs, birkaç atışla silahı denedi ancak 3-5 seferde tutukluk yaptığını, temizlemesine ve yağlamasına rağmen sorunu gideremediğini görünce silahı tüccara geri götürdü.

 

Daha önce bu tarz bir şikâyetin hiç gelmediğini üzülerek belirten tüccar, kendisine, Sivas’ta tabancalar konusunda uzman ve aynı zamanda devrimci Ermeni topluluklardan birine silah yapan bir ustanın adresini vereceğini, bunun silahlardaki arızaları hemen giderebileceğini temin etmekteydi. Mannlicher’ı satamayan tüccar, yeleğinin altındaki aynı marka piştovu teklif etti. Bunu da emanet alarak deneyen yazar, tüccarın tüm övgülerinin satış hamleleri olduğunu, tüccarın kendilerini korumak için bulundurduğunu söylese de aslında hemen hemen hiç silah kullanmadığını anlamıştı. Yazar tüccara, kendisini korumak için hemen talimatlara başlaması tavsiyesi üzerine, tüccardan mermilerin çok pahalı olduğu yanıtını almıştı.

 

“Soydaşlarına silahlanma zorunlu hale getirilince, o ve diğerleri, güçleri yetecek kadar, 5-6 sterline otomatik bir piştov ve alışverişin parçası olarak 100 mermi satın almışlardı. Bu silahları, kaliteli olduklarını düşünerek, pahalı koruyucu araçlar olarak görmekteydiler. Silahların gerçekten kullanımı için harcanacak bir iki sterlin, bu alıcıların prensiplerine ve yaratılışlarına zıt bir fikirdi.”

 

Yazar, silahların bu alıcılara bilinçsizce satıldığını belirtmektedir.53 II. Viyana Kuşatmasında ordu komutanı olan Kara Mustafa Paşa54, Merzifonludur ve yazar, hem paşanın hayatını, eğitimini, sadaret makamına gelişini hem de kuşatma sürecini detaylı bir şekilde tasvir etmektedir. Amerikan Misyonerlik Topluluğu “Yüz yılı aşkın süredir Amerikan Misyonerlik Toplulukları Küçük Asya’da faaliyet göstermektedirler. Küçük adımlarla başlayan çalışma, günümüzde İran sınırından İstanbul’a uzanan, büyük ve güçlü bir yapı haline gelmiştir. Bunların en büyüğü Merzifon’dadır. … Küçük Asya’daki Amerikan misyonerlikleri, Massachusetts Eyaletinin sunduğu ayrıcalığa sahip bir kurum olan Amerikan Board’a aittir. Amerikan misyonerliklerinin ve vakıflarının Küçük Asya, Suriye ve İstanbul’daki mülkiyeti, milyonlarca dolar değerindedir, hatta milyonlarca sterlin ve sürekli artmaktadır. İstanbul’daki Amerikan Büyükelçiliği’nin normalde başlıca görevlerinin, Amerikan vatandaşlarının çıkarlarını korumak ve misyonerliğe bağlı mülkleri korumak olduğu belirlidir.

 

Merzifon misyonerliği, sahil kesiminde bulunan ve daha çok tercih edilen misyonerlikler gibi mirasların ve bağışların sağladığı güzel imkanlara sahip olabilecekleri bir konumda olmamalarından şikâyet etmektedirler. Merzifon’a buharlı gemiyle, demiryoluyla ya da motorlu bir araçla ulaşılamamaktadır. Zengin insanlar ‘araba’ ile yolculuk yapan ve güzel hanlarda kalan kimselerdi. Varlıklı kişiler, sahil kesiminde kalır, tarihi yerler üzerinde bulunan, Amerikan bayrağının dalgalandığı büyük misyonerlikleri görürler ve ardından mirasları ile bağışlarını buralara yaparlar. Merzifon misyonerliği, bu sebeplerle, daha erişilebilir bir noktada olsalardı, sonuçlarının kendileri için oldukça farklı olacağından hayıflanmaktaydılar. (…) Samsun’daki büyük tüccarlar gibi, Merzifon misyonerliği de umutla demiryolunu beklemekteydiler.”56

 

Merzifon’daki misyonerler her ne kadar durumlarından şikâyet etseler de yazarın belirttiğine göre, daha iç kesimlerdeki misyonerlikler de onları ayrıcalıklı bulmakta hem parasal kaynakları hem de misyonerleri kendilerine çektikleri için, “zengin misyonerlik” olarak adlandırmaktaydılar. Childs son olarak kararı okuyucuya bırakmaktadır.57

 

Resim 9. Merzifon Amerikan Misyonerlik Binası

 

Resim 10. Merzifon Amerikan Misyonerlik Binası58

 

Merzifon Misyonerlik Kampüsü59

 

Childs, merzifon’da geçirdiği süre zarfında misyonerlik kampüsünde kaldığı için, eserinin bu kısmını kendi gözlemleri ile kaleme almıştır ve kampüs hakkında anlattıkları özetle şu şekildedir. Misyonerliğe ait etrafı duvarla çevrili yaklaşık 80 dönümlük bir arazi bulunmaktadır. Etrafında da yine Merzifon’un daracık sokakları, bitişik evleri, dağlara uzanan tarlaları bulunmaktadır. Burada, Anadolu Koleji, kız lisesi, sağırlar okulu, 60-70 yataklı bir hastane ve erkek öğrenciler için yurt bulunmaktadır. Ayrıca, zanaat eğitimi için atölyeler bulunmakta, kolej öğrencileri kendi eğitim masraflarını buradaki çalışmalarından kazandıkları ile karşılamaktaydılar. 4000 kişinin ihtiyacını karşılayabilecek bir un değirmeni, fırın, baskı makinesi ile kitap-ciltevi, Amerikalıların evleri ve bir Türk hamamı yer almaktaydı. Hastalar da dahil olmak üzere kampüste toplamda 700 kişi vardı ve alanın sınırlı olması nedeniyle yerel öğretmenler ve çalışanlar, yerleşkenin dışında kalmaktaydılar. Binalar ihtiyaç duyuldukça yapıldığı için, kampüs yerleşimi planlı değil, dağınık bir görünüme sahipti. Burada çalışan yabancı görevliler, İngiliz bahçelerini kampüste oluşturmaya çalışmışlardı. Süs havuzu, çimenlik alanlar, çiçekler, ağaçlar altında yürüyüş yolları bunlardan bazılarıdır. Bunlar ortama ılımlı bir hava kattığı için, tedaviye gelen hastalar, döndüklerinde buradan bahsetmeleri, kampüsün ününü artırmıştı. Ayrıca yöre halkı üzerinde farklı bir etkisi de bulunmaktaydı; duvarlarla çevrili bu alan başka bir milletin, Amerikalıların köyüydü. Şehir yönünde ana kapısı, batı ile kuzey kapıları vardı ve bunların hepsinde bekçi görev yapmaktaydı. Evlerin arasında telefon bağlantısı vardı ancak elektrik yoktu. Çalışan sayısı yetersizdi ama bunu artırmak işlerin de artması anlamına gelecekti. Hayat her gün saat yedide kahvaltı ile başlamakta, sekizde işbaşı yapılıp, akşam ona kadar hiç durmadan devam etmekteydi. Misyonerlik bazı işlerin vaizlerle, öğretmenlerle ve doktorlarla yapılamayacağını fark edince, Merzifon Misyonerliğinin resmi işlerinin takibi için işletme yöneticisi, veznedar ve kâtip göndermişti. 60

 


Misyonerlik Yerleşkesinde Eğitim Alan Öğrenciler61

 

Yazarın bu bölümdeki tasvirlerini yine özetle şu şekilde aktarabiliriz. Anadolu Koleji, misyonerliğin başlıca çalışması olarak, Anadolu’da kurulmuş bir Amerikan okuludur. Bir düzineden fazla, farklı ırktan öğrencileri görmek mümkündür; Dalmaçya, Arnavutluk, Ege Adaları, çeşitli Balkan ülkeleri, Avrupa Türkiyesi, Küçük Asya ve belki de en az umulacak Rusya. Rusya’dan gelen öğrencilerin neredeyse tamamı Kafkasya’dandı ve 1878 savaşından sonra buraya yerleşen askerlerin oğullarıydı. Yetişkinlerde fark edilemeyecek bazı ırksal özellikler, çocuklarda çok rahatlıkla gözlemlenebilmekteydi. “Rum ve Ermeni öğrenciler, okulun dörtte üçümü oluşturmaktaydılar. Rus öğrenciler yirmiden biraz fazlaydı ancak bunlar gözü pek, girişken bir yapıdaydılar. Açık yürekli, samimi, açık sözlü, umursamaz ve diğer öğrencilerin içinde bildikleri gibi davranırlardı. Bu okula geliş nedenleri olan İngilizceyi çok çabuk öğrenseler de öğrenci olarak iyi bir itibara sahip değillerdi. Her şeyden öte onlar bir Rus vatanseverdi. Rusların yeni eline geçen uzak şehirlerden gelenler bile kendilerini imparatorluğun kalbinden gelmiş tam bir Rus kabul ediyorlardı. Bu durum aynı zamanda Rusya’nın asimilasyon gücünü de göstermekteydi çünkü konuştuğum öğrencilerden biri Rum soyundan olduğunu, diğeri ise Ermeni olduğunu söylemelerine rağmen her ikisi de üstün bir Rus vatandaşlığı bilincine sahipti.”

 

 

Kolej yetkilileri, Rusların sergilediği kişilik ve bağımsızlık özellikleriyle diğer öğrencilere örnek olması beklentisiyle, bunların gelmesini memnuniyetle kabul etmişlerdi. Ermeni öğrencilerin tavırları net değildi. Yeni gelen Rus öğrencileri ve Rum öğrencilerin sayısının artmasını, kolej sanki kendi tekellerindeymiş gibi, kıskançlıkla karşılamışlardı. Ruhsuz bir savunma davranışı sergilemekteydiler ancak gerektiğinde cesaret gösterebildiklerini birçok kez kanıtlamışlardı. Kolej kurallarına göre hiçbir öğrenci devrimci bir gruba üye olamaz ve ateşli silah bulunduramazdı. Her iki kuralın uygulanması da o kadar başarılı değildi. İhtilalci Ermeni Topluluklarının aktif oldukları dönemde, kolejdeki Ermeni öğrencilerden bir taban oluşturdular ve onlu yaşlarda olan bu genç öğrenciler, beceremez denilecek bir cesaret ve gizlilikle hizmet ettiler. Bunların yaptıklarıyla ilgili, çok eski olmayan dedektif hikayelerine benzer anlatımlar vardır. Devletin sürekli takip ettiği bir yabancı kolej, dikkatli olmalı ve öğrencilerinin doğru davranış sergilemesini sağlamalıydı.

 

Ancak uzun zamandır polisin peşinde olduğu çaresiz Ermeni devrimciler Merzifon’a geldiklerinde ortadan kayboldular; kolejdeki yurttaşları onları saklamış ve beslemişlerdi, hem de diğer öğrencilerin ruhu bile duymadan. Bunlar tesadüfen fark edildi ve şehre kaçtılar. Aynı gün zaptiyeler bunları kuşattı ve çatışmada vurularak hayatlarını kaybettiler. Diğer bir örnek ise okulun baskı makinesi ile ilgiliydi. Kolay saklanacak ve gizlice çalıştırılacak bir makine olmamasına rağmen kolej ihtilalcilere ait bir makineyi saklamakla suçlandılar. Misyonerlik bunu reddetti ve yapılan aramalarda da bulunamadı. Türk Vali ısrarla baskı makinesinin olduğunu, yerleşkede ihtilalcilere ait kağıtların ve broşürlerin basıldığını belirtmekteydi. Bu sefer kendi memurları ile gelip arama yaptı ancak yine bulunamadı.

 

“Çok sonra yerleşkede bir baskı makinesi olduğu, ihtilalci yazılar basılarak dağıtıldığı ortaya çıktı. Ancak baskı makinesi o kadar kurnazca saklanmıştı ve basan kişiler öyle sadakatle gizlenmişlerdi ki en sıkı arama bile onları ortaya çıkarmaya yeterli olamamıştı.”62 Yazarın Yunan halkına olan hayranlığı ve pozitif anlatımı, kolejde eğitim gören Rum öğrencilerin tasvirinde de gözlemlenmektedir. “Anadolu Koleji’ndeki Rum öğrencilerin sayısı diğer öğrencilerden fazladır ve Avrupa’dan veya Asya’dan fark etmeksizin tüm Yunanlar gibi, zekâları, kavrama çabukluğu, bilgiyi öğrenme yetileri öne çıkmaktadır; bu durum birbirlerine zıt düştüklerinde ve en ufak bir sorunu dağ gibi büyütmelerinde de görülebilir. Bir gözlemci, bunların geleneksel Yunan karakterini barındırdığını ve yirmi yüzyıl önceki Yunan ile bugünkü Küçük Asya Rumları arasında çok az bir değişimin olduğunu fark edecektir. Bir araya toplandıklarında, bir tartışma esnasında hepsi çok akıllıdır, kelimeler akar gider, her sorunun elli farklı yönünü görürler ve birden elli farklı yöne ayrılabilirler. Çözümden çok kendi becerilerini aktarmaya çalışırlar.

 

“Bu durum, Yunan şehir devletlerinin neden Perslerle birlik olup Yunanlara karşı savaştıklarının, olanaklarını en üst seviyeden değerlendirememelerinin, Küçük Asya’nın kıyı şeridi ve deniz yolu ticareti ellerinde iken neden iç kesimlere yayılamadıklarının, bu güzel ülkenin tamamını kendi ırklarının ebedi mirası olmasını sağlayamadıklarının kanıtıdır.” Yunanların Küçük Asya’yı tamamen almak için istekli olduğu düşünülebilir ki kıyı şeridinde bunu başarmışlardı ancak bir araya geldiklerinde, her birinin ‘balkon’ merakı ve dinleyicileri etkileme hevesi, Yunanların başarısızlığında çok etkisi vardır.63

 

 

Merzifon Misyonerlik Hastanesi

 

Childs, kampüste bulunan ve herkese hizmet veren hastane hakkında eserinde bir bölüm ayırmıştır. Özetle, hastane diğer misyonerlik faaliyetlerinden çok farklı olarak, her ırktan insana ulaşmış ve onların güvenini kazanmıştı. Müslümanlar kolejleri ve okulları Hristiyanlara bırakır, bunlardan uzak dururlardı ancak hastanelere rahatlıkla gelirler ve doktorlara karşı olumsuz bir his beslemezler, aksine saygı duyarlardı. Örneğin, bir doktor, yolda karşılaştığı bir grup insan tarafından “Korkma, efendi! Biz sadece hırsızız.” diye uyarılmış, doktor onları tanımadığı halde, onlar doktoru tanıyarak, hiç zarar vermeden serbestçe gidip dönmesine müsaade etmişlerdi.64 Hastanenin kadrosu iki Amerikalı ile bir yerli olmak üzere üç doktor ve bir İngiliz, bir Amerikalı ile altı veya sekiz yerli hemşire olarak belirlenmişti. Ancak bu sayı genellikle doldurulamıyordu. Çevredeki bölgelerde ihtiyaç duyulduğunda, doktor ya da hemşire buradan karşılanıyordu. “Örneğin ben orada iken, Amerikalı doktor bu şekilde göreve gitti ve yerli doktor askere alındı. İhtiyacın oluşturduğu baskıdan dolayı benden bile medet umdular; kandan etkilenmediğim için anestezist olabilir hatta biraz eğitim verilerek acil ameliyatları yapabilirdim. Neyse ki şehirden talep edilen yerli doktor geldi ve sınanmak zorunda kalmadım.” Kolejin müdürü, doktor veya en genç çalışanı, hepsi aynı ücreti alır ve bu yaşam gereksinimlerini karşılayacak düşük bir miktardır. Amerikalı doktor günde beş veya altı büyük operasyon gerçekleştirir, bunun sınırını boş yataklar ve doktorun dayanıklılığı belirlemektedir.65

 

Şu anki hastane eski hastanedir, barakalardan oluşmakta ve hastane sistemine pek uymamaktadır. 150 yataklı yeni bir hastane yapılmaktadır. Teçhizatlar eski, koşulları pek iyi değildir ancak hasat mevsiminden sonra rahatsızlıklarını düşünme fırsatı bulan ve tedavi için gerekli vakti olan yöre halkı hastaneyi haddinden fazla, adeta bir depo gibi doldurur. Tüm bu koşullara rağmen ölüm oranı çok düşüktür66. İlginç örneklerin biri şöyledir; Tütün Rejisinde çalışan bir memur, aynı zamanda ünlü bir tütün kaçakçısıdır ve kaçakçılık işinin de başındadır. Herkes bu durumu bilmekte ama bir türlü suçüstü yapılamamaktadır. Yakalanması için planlanan her operasyonda bir şekilde hasta oluyor, hastanede kalıyordu ve yakalanması imkansızlaşıyordu. En sonunda bu kişiye aylık teklif ederek emekli olmasını sağladılar. Bu en karlı yoldu fakat bu sefer oğlu işlerin başına geçmişti.

 

 

Sonuç

 

1911-1912 yılları, yaklaşık on yıl sürecek ve Anadolu Türklüğünde önemli bir dönemi oluşturacak savaş yıllarının arifesine denk gelmektedir. Eser, her ne kadar genel okuyucu kitlesini hedef alarak kaleme alınmış olsa da hem ihtiva ettiği fotoğraflarla hem de detaylı coğrafi, kültürel, ekonomik tasvirleri ile önemli bilgiler sunmaktadır. Osmanlı’nın son dönemindeki toplum yapısını, şehir ortamlarını, ticareti, kültürel havayı aktarmakta, bizlere savaş dönemi sonrası Türkiye Cumhuriyeti koşulları ile kıyas yapabilme imkânı sunmaktadır. Coğrafi yerlerin, Türk kültürüne özgü eşyaların, kültürel deyimlerin Türkçelerini kullanmakta, açıklamasını İngilizce olarak yapmaktadır ve bu durum, bir nevi karşılaştırma yapmayı sağlayan sözlük vazifesi görmektedir. Türk kahvesinin yapımının tasviri bu duruma en güzel örnektir. Yolculuğu süresince gördüğü her detaya aynı önemi atfederek kaleme almaya çalışması, birçok gezginden öte daha fazla bilgi sunmasını sağlamaktadır. Objektif yazmaya çalıştığı fark edilse de Yunan kültürüne beslediği entelektüel hayranlık ve onlardan kalma tarihi eserlere özel merakı, ulaşabildiği her izde bariz ortaya çıkmaktadır. Merzifon Misyonerlik faaliyetleri hakkında sunduğu bilgiler, özellikle katliam olarak yansıtılan olayların, gerçekte öyle olmadığını kanıtlar niteliktedir. Bununla birlikte eğitimli bir kalemden çıktığı anlaşılan bu eserin, bilhassa ulaşımla ilgili bölümlerinde, ticaretle detaylı bir şekilde ilişkilendirilerek, ulaşımın öneminin vurgulanmakta, şehir ve bölge gelişiminin en temel unsurlarından olmasının altı çizilmektedir.

 

Kaynaklar

1. Kitaplar

Alan, Gülbadi, Merzifon Amerikan Koleji ve Anadolu’daki Etkileri,

Erciyes Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Doktora Tezi,

Kayseri, 2002.

Childs, William John, Across Asia Minor on Foot, William

Blackwood and Sons, Edinburg and London, 1917.

________, Yürüyerek Anadolu Samsun-Halep 1911-1912, çev. Füsun

Tayanç, Tunç Tayanç, Kitap Yayınevi, İstanbul, 2017.

Genç, Sabit Merzifon Kazasının İdari, Sosyal ve Ekonomik Tarihi

(1839-1914), Bolu Abant İzzet Baysal Üniversitesi, Sosyal Bilimler

Enstitüsü, Yayımlanmamış Doktora Tezi, Bolu, 2019.

Gül, Oğuz, Amerikan Board Misyonerliği ve 1892-1893 Merzifon Ermeni

İsyanına Etkileri, Batman Üniversitesi, Sosyal Bilimler

Enstitüsü, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Batman,

2012.

Saatçi, Büşra, Merzifon Amerikan Board Misyoner Yerleşkesinde Yer

Alan Yapıların Değişim Analiz ve Değerlendirmesi, Eskişehir

Teknik Üniversitesi, Fen Bilimleri Enstitüsü, Yayımlanmamış

Yüksek Lisans Tezi, Eskişehir, 2019.

Tuzcu Ali, Seyahatnamelerde Amasya, Amasya Belediyesi Kültür Yayınları,

1. Baskı, Kayseri, 2007.

Wilson, Sir Charles, Handbook for Travellers in Asia Minor, Transcaucasia,

Persia, etc, John Murray, London, 1895.

Yeşil, Abdulbâki, Merzifon-Kara Mustafa Paşa Külliyesi, Ankara

Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Yüksek

Lisans Tezi, Ankara, 1992.

Yılmaz, Cevdet-Zeybek, Halil İbrahim, Samsun Coğrafyası, Canik

Belediyesi Kültür Yayınları No.11, Samsun, 2016.

2. İnternet Kaynakları

Sozluk.gov.tr

Seslisozluk.net

Tureng.com.tr