15 Eylül 2016 Perşembe

Frunze'nin Türkiye Anıları'nda SAMSUN -II


S A M S U N
31/X I/XII 1921
II
31 Kasımda bütün günümüzü Samsun’da geçirdik. Bu günü kenti tanımaya, yöneticilerle tanışmaya ayırdık. Şehir yüksek. Oldukça düz bir dağ kütlesinin eteklerine kurulmuş. Kürt Irmak ve Mert Irmak sularının akıntısıyla bölünmüş bu kütle. Konumunun güzelliği ilk bakışta büyülüyor insanı. Daha uzaklardan, denizden bakıldığında Samsun koyunu üç taraftan saran dağların yamacına serpilmiş beyaz ev kümeleri çarpıyor göze.

Şu anda Samsun'un yerleştiği yerde eski çağlarda zengin Yunan kolonisi Amisos bulunuyormuş. Amisos’tan kalan sayısız mezarlar, suyolları, yeraltı sarnıçları ve bina yıkıntıları hâlâ günümüze değin sapasağlam kalabilmiş. Bura halkı tarafından «Kara Samsun» diye adlandırılan bu kalıntılar kentin kuzey batı kesiminde; Samsun koyunun batı kıyısında, denize doğru dimdik inen tepe zincirinin üzerinde bulunuyor. Şimdiki Samsun’un büyük bir kısmı Mert Irmağının alüvyonlarının oluşturduğu, koyun kıyısı boyunca uzanan dar ovada kurulmuş. Zaten Karadeniz’in güney kıyılarındaki birkaç önemli ova da hep bu şekilde meydana gelmiş.

Nehirler kendi büyüklükleri oranında dağlardan denize doğru taş, kum ve çamur taşıyorlar. Deniz dalgaları da bunların hemen hemen hepsini yine kıyıya atıyor ve böylece nehrin ağzında kum sığlığı oluşuyor. Sığlık yavaş yavaş büyüyor ve bir bitki tabakasıyla örtülerek ova haline geliyor. Bu tür ovaların en büyükleri Karadeniz havzasının en önemli İki nehrinin ağzında oluşmuş: Yeşil Irmağın ağzında, Samsun’un batısında alçak Çarşamba yarımadası ve Samsun’un kuzey batısında Kızıl Irmak nehrinin ağzında Bafra. Ovaların büyümesi son derece hızlı bir tempoyla oluyor. Öyle ki, şu anda denizden 20 verst İçerde bulunan Bafra, (eski adı Pavrohe) bundan bin yıl kadar önce tam deniz kıyısında bulunuyormuş. E. Reklyu (21) nun yazdığına göre daha XVII. yüzyılda bu limana gemiler uğrarmış.

Asıl Samsun koyu, Mert Irmak ile Yeşil Irmağın ağızlarının arasındaki yirmi verstten fazla çaplı yarım daire şeklindeki büyük körfezin batı bölümünü meydana getiriyor. Koy kuzeyden oldukça önemli bir çıkıntıyla, denize dik, Kara Samsun tepeleriyle uzanan Kaleon Burnu çıkıntısıyla kapalı. Burunda bir de deniz feneri var. Koyun güney batı kesiminde ise daha alçak bir çıkıntı görülüyor. Burada kayalık ve dik dağlar neredeyse denizin İçine kadar ilerliyorlar. Böylece Samsun ovası koyun içinde İki yandan dağlarla çevrilmiş gibi duruyor. Demir atılacak yerin derinliği 25 fut (F u t : 30,5 cm. ye eşit Rus uzunluk ölçüsü birimi.). Şehirle Kaleon Burnu arasındaki 18 futluk derinlik kıyıdan 300 sajen (S a jen : 2,13 cm’ye eşit Rus uzunluk ölçüsü birimi.) açığa kadar uzanıyor. Daha sonraki 30 futluk derinlik 560 sajen ilerilere kadar sürüyor. Kentin güney yönündeki derinlik daha fazla. Taban hemen her yerde kumlu çamur; Kaleon Burnunda ise kayalık. Biraz daha güneyde, kuzey batıya doğru 175 sajen kadar uzanan eski bir dalgakıranın küçük kalıntıları var.


Samsun limanı daha önce de söylediğim gibi kuzey - batı, kuzey-doğu ve doğu rüzgârlarına açık. Bu nedenle demir atıp tutunabilmek kolay olmuyor. Özellikle Aralık, Ocak ve Şubat aylarında poyraz ortalığı kasıp kavuruyor. Zaten bu rüzgârlar genellikle yağmur, kar, ya da dolu getiriyor, denizin çok kabardığı zamanlarda rüzgârın gücü 9 ball’a (Ball: Rüzgâr için kullanılan bir hız birimi.) erişiyor. Mart, Nisan ve Mayıs’da yağmur ve sis getiren rüzgârlar esiyor. Ama rüzgârın hızı 6 ball'a pek az ulaşabiliyor. Hazirandan Kasıma değin ancak hafif kıyı rüzgârlarının etkisi altında. Yılın hemen her mevsiminde sürekli olmayan, ama sert lodos rüzgârları hâkim. Hiç donmayan limanda ulaşım bütün yıl aksamıyor.

Kıyıdaki birkaç bataklık sıtmaya sebep oluyorsa da Samsun ve çevresinin iklimi oldukça elverişli sayılıyor sağlık için. Yazın çok sıcak aylarında ısı 45 dereceye değin ulaşıyor. Kışın ise çok ılık. Kar yağsa bile bir gün içinde eriyor. Isı pek ender olarak —5 dereceye kadar düşüyor. Yılın en İyi zamanı sonbahar sayılıyor.

Samsun limanına 30-40 arası büyük gemi sığabiliyor. Yükleme ve boşaltma barka tipi büyük kayıklarla yapılabiliyor. Yükleme ve boşaltmanın kolaylaştırılması için kıyının ayrı kesimlerinde demir direkler üzerine iki iskele (¡ete) yapılmış. Bunlar kayıkların küçük sandalların yanaşmasına yarıyorlar. Bu iskelelerden biri, 490 fut uzunluğunda, taştan ve demir kazıklardan yapılmış olanı gümrük iskelesi. Öteki, güneydeki, 200 fut uzunluğunda olanı, çoğunlukla tütün tekeli (Reji) için kullanılıyor.

Samsun, Canik sancağının (vilâyetinin) en büyük kenti. Burası Mutasarrıflığın bulunduğu hükümet merkezi ve konsolosların, hemen bütün Avrupa devletlerinin konsolos temsilcilerinin bulunduğu bir kent. Şu anda bunlardan yalnızca İtalyan ve Amerikan konsoloslukları kalmış. Yakın bir gelecekte Rus konsolosluğunun da açılması bekleniyor.

Gerçi Samsun koyu gemilerin durması, yükleme ve boşaltmasına az olanak veriyor, ama yine de Sivas ve Diyarbakır, ayrıca Ankara'ya gidecek büyük anayolun (şosenin) başlangıç noktası olmasından ötürü buraya pek çok gemi yanaşıyor ve devamlı olarak gemi bulunuyor. Savaştan Önce buraya şu şirketlerin gemileri düzenli seferler yapıyordu:
1. «Rus Şirketinin»,
2. Avusturya Lloydluğunun»
3. «Mesajen Mantım»
4. «Pake».

Ayrıca öteki gemiler de geliyordu: İtalyan, Alman, Türk, Yunan... Şimdi ise yalnızca İtalyan «Lloyd Triyestino» (eskiden Avusturya Lloydluğunundu bu) düzgün seferler yapıyor. Ama yine de çok sayıda gemi uğruyor limana. Fransız, Alman, Türk ve hattâ bazı Rus gemileri. Yalnız Samsun’da 20-30 büyük yelkenli kayık (sandal) var. Hemen her gün Terme, Ünye ve Giresun'dan pek çok yelkenli gemi geliyor.

Kent’te Osmanlı Bankasının bir şubesi var. Umandan bol sayıda hayvan, özellikle koyun ve buğday ihraç ediliyor. Hattâ yumurta, yün ve deri de gidiyor. Bunları İstanbul ve İtalya’ya götürüyorlar. İhraç Trabzon’dakinden daha çok, ithal ise daha az. Özellikle şeker, manifatura, petrol (Amerikan, ya da kaçak olarak Bakû petrolü) getiriliyor dışardan. Son zamanlarda Amerikalılar bu petrol pazarını tümüyle ellerine geçirmek için büyük çaba gösteriyorlar. Ama halk daha çok teneke kaplarla ithal edilen bizim Bakû petrolünü üstün tutuyor. Yazık ki bugüne kadar Dış Ticaret Bakanlığımız petrol ticaretine devlet düzenini getiremediği için bizim petrolümüz buraya yalnızca kaçak olarak getiriliyor.

Kent, Trabzon ile kıyaslanırsa, şehir mimarisi yönünden daha üstün. Burada oldukça geniş ve iyi plânlanmış sokaklar (eski Türk kesimi dışında), çoğu iki, hatta üç katlı Avrupa tarzında evler var. Sokakların ve genellikle şehrin temizliği gözden kaçmıyor. İskeledeki geniş depo, albümin fabrikası (şimdi çalışmıyor), Gümrük binası, «Reji» kumpanyasının büyük yapıları ve tütün fabrikası insanın dikkatini çeken büyük yapılar. Şehirde 500 kadar mağaza ve dükkân, 70 kadar fırın, 30 dan fazla büyük han (2500 den fazla at alıyor) iki de otel var. Bunlardan birinde, Rus uyruklu Rumların kaldığında, çok güzel kaynak suları akıyor.

Kültür bakımından işler pek de parlak sayılmaz. Bir lise var, birkaç da ilk okul. Sayıca yeterli oldukları söylenemez. Şehirde bir gazete basılıyor. Onun dışında İstanbul baskılı gazeteler, özellikle «İleri»(22) «Vahit» (33) gazeteleri yaygın olarak okunuyor.

Binalar çoğunlukla iki katlı: Birinci kat taştan, ikinci kat ise ahşap. Ama tümüyle taştan, ya da ahşap binalara da rasIanıyor. Evlerin çatıları arada demir kullanılsa da daha çok kiremitle örtülü.

Bir zamanlar Samsun bir deniz kıyısı kalesiymiş. Oysa şimdi, sağlam bir kale görünümünde değil. Eski çağlardan kalma üç eski kale harabesi var. İkisi koyun kuzey kesiminde, biri güneyinde. Bugün tamamen yıkılan bu kalelerin sadece harabeleri kalmış. Kentin girişinde yüksek bir yerde 600 kişilik bir hapishane var.

Kentin halkı Türk, Rum ve az da Ermenilerden oluşuyor. Şu son zamana, yani Samsun bölgesinde Rum isyanı çıkana değin, Türkler ve Rumlar aşağı yukarı sayıca eşitmiş. Şimdi ise yetişkin erkeklerin (Rumlardan hiç yok) - Trabzon’da olduğu gibi - hepsi askere gitmişler ve ülkenin içlerine görev başına koşmuşlar. Genel nüfus oranı kesinlikle Türklerin lehine değişmiş. Samsun’daki 27000 nüfustan şu anda Türklerin sayısı 18-20 binden az değil. Kente yakın bölgelerde yaşayan halka bakılacak olursa onlar da karışık: Türkler, Rumlar, Çerkezler ve Kürtler. Eskiden Rumlar daha çoğunlukta İken geçen yıl, İsyandan sonra yok denecek kadar azalmış ve bir zamanlar kentin hemen yakınında başlı başına çok zengin bir bölge olan bu yerler, birden boşalıvermiş. Kentten başlayarak geniş bir sahada yani Samsun'dan Bafra, Amasya ve Çarşamba yönüne giden yollar boyunca, kentten 25-30 verst uzaklara değin hiç bir Rum köyü kalmamış. Birkaç tane kaldıysa da Müslümanların olmuş artık.

İsyancı Rumlarla Türkler arasındaki savaşın karşılıklı birbirlerini yok etme şeklinde olması, olağan kabul ediliyor. Bunun sonucu dört başı mamur olan bu yerler harabeye çevrilmiş. Rumların bu ayaklanması bir yok etme nedeni sayıldığı için bizim geldiğimiz sırada bir tenkil müfrezesi yollanmış.

Bu kanlı katliamdan sonra, kadınların ve çocukların çoğunlukta bulunduğu sağ kalan binlerce Rum, ormanın içlerine kaçmışlar ve oradan, arada bir Türk köy ve kasabalarına baskınlar yapmaya başlamışlar. Oldukça da başarıya ulaşmışlar. İsyan hazırlanmış, İstanbul ve Atina’dan gelen ajanların yönetimi altında örgütlenmiş ve Karadeniz kıyısında. Büyük Yunanistan'ın himayesi altında yeni bir Rum Devleti (Pontus Devleti) kurulması siyasi amacıyla çalışmaya başlamış. 1921 yılında ilân edilen seferberlik de bu İsyanın çıkmasına neden olmuş.

Samsun’dan çıkan yollar şunlar: Karadeniz kıyısı boyunca:
a) Kısmen şose, kısmen toprak araba yolu olan Ünye yolu 85 verst.
b) Aynı yol Bafra’ya değin 40 verst. Bu şose daha sonra ülkenin ötelerine, ta Kafkasya’ya değin gidiyor. Kavşak noktalarında türlü şose ve toprak araba yollarıyla birleşiyor bu yol.

Samsun’dan Havza’ya kadar 80 verst.
Samsun'dan Amasya’ya 120 verst,
Samsun’dan Tokat’a 215 verst.
Samsun'dan Sivas’a 130 verst,
Samsun’dan Yozgat’a kadar (Amasya üzerinden) 250 verst, (Çorum Alaca üzerinden)
261 verst.
Samsun'dan Kayseri’ye kadar 375 verst,
Samsun'dan Tarsus’a (Akdeniz kıyısı) Kayseri üzerinden 620 verst.
Samsun’dan Ankara'ya (Çorum - Sungurlu üzerinden) 410 verst, (Çorum - Yozgat üzerinden) 511 verst.

Genel olarak denebilir ki Samsun, tüm Orta Anadolu’nun, Kızılırmak nehrinin kıvrımı yöresinin limanı durumunda.

Samsun bölgesi tütüncülüğün en önemli merkezlerinden biri olarak ün yapmış. Gerçekten1 de tütün çevre köy halkının en belli başlı ekonomik kaynaklarından biri. Samsun tütünü Türk tütünlerinin tümünden daha iyi sayılıyor. Son zamanlarda, bundan önceki emperyalist savaşın ve özellikle yukarda sözü geçen ayaklanmanın, halkın gelirinin bu dalına da en büyük darbeyi vurduğuna kuşku yok. Emperyalist savaş sonunda biriken tüm yedek tütün Amerikalılar tarafından satın alınıp götürülmüş. Yeni yetiştirilen ürün ise kentte tütün fabrikasına bile güçlükle yetiyor.

Somsun Mutasarrıfı Faik Bey bana lütuf göstererek fabrikayı gezmemi ve fabrikanın şu anda içinde bulunduğu durumu görmemi sağladı. Fabrika’da 300 kadar işçi çalışıyor. Eskiden daha fazlaymış. İşçilerin büyük çoğunluğu kadınlar (özellikle Rum kadınları) ve çocuklar. Çocukların yaşı 9 -10 arasında değişiyor.

İşçi ücretleri gündelik olarak çocuklar için 10 -12 kuruş ile, kalifiye işçiler için 1 lira arasında. Samsun’da ekmeğin 1 funtu (Funt: Ağırlık ölçüsü birimi, 409,5 grama eşit.) 6 kuruştan(24) satılıyor. Günde 11 saat çalışılıyor. Bir günde 3 milyon civarında sigara üretiliyor. Bütün Türk sigaraları filtresiz yapılıyor. Fabrika «Reji» adlı bir Fransız kumpanyasına ait. Türkiye’nin tüm sigara üretimini kendi elinde tekelleştirmiş bu firma. Şu anda hükümetin eline geçmiş bulunuyor. Fabrikanın, eski bir yol mühendisi olan, çok becerikli ve enerjik bir müdürü var. Bizi sevinçle ve işin tüm ayrıntılarını göstermeye hazır bir durumda karşıladı. Son zamanlarda tütün ve sigara ihracı durmuş. Üretim ülkenin iç gereksinmesini bile güçlükle karşılayabiliyormuş. Kilikya’nın geri alınışına değin (orada Adana bölgesinde bir başka tütün endüstrisi merkezi var) Samsun, Ankara hükümetinin yönetiminde bulunan Anadolu’nun öteki bölümleri için de tek tütün endüstrisi merkezi durumundaydı.

Samsun bölgesi tütünden başka buğday ve sebze yönünden de zengin. Bir zamanlar atlarıyla da ün yapmış. Ama şimdi, uzun süren savaşlar nedeniyle ülkede at sayısı çok azalmış. Öteki ürünler de son derece yetersiz. Orta nitelikte bir at 200 250 liraya satılıyor. (1 lira Batum'da, 20/XI/1921 borsasına göre 70 000 Sovyet rublesine eşitti. 20/1/1922 yılında ise yine Batum’da 230 000 rubleye eşitti.)

Bizde, Ukrayna ve Rusya'da aynı paraya en iyisinden birkaç at birden alınabilir. Denebilir ki, eğer Türk parası Rus parasına kıyaslanacak olursa, Türkiye’deki yaşam Rusya’dakine oranla çok daha pahalı.

Yerli Türk yöneticilerinin bize karşı davranışları son derece iyi. Başlangıçta aynı Trabzon'daki gibi yalnızca resmi ve nazik bir kabul gösterdiler. Ama tanışıklığımız ilerledikçe ve sohbetlerimiz arttıkça çok daha samimi oldular.

Mutasarrıf Faik Bey oldukça kültürlü, ağırbaşlı, sakin ve çok konuşkan bir insan. Bizdeki durumu çok iyi anlıyor ve Sovyet yönetiminin ekonomi politika yönünden aldığı son tedbirlerle yakından ilgileniyor. Yunan donanmasının Anadolu kıyılarına yaptığı baskın nedeniyle Ukrayna ve Rusya ile ticari ilişkilerin bugüne değin hiç geliştirilmemiş olmasına çok üzülüyor.

Mutasarrıfla birlikte Belediye Başkanını da ziyaret ettim. Belediye Meclisi üyeleri, yargıç, müftü(26) ve birkaç önemli kişi daha toplanmıştı orada. Konuşma birkaç saat sürdü. Konu genellikle devletlerin dış ilişkileri ve karşılıklı bilgi verme sorunları üzerinde dönüp dolaşıyordu. Benim onlara verdiğim, anlattığım açık bilgiler, dinleyiciler tarafından tam, gergin bir dikkatle dinleniyordu. Bu arada her iki tarafın da ilgilenmek zorunda olduğu malların değiştirilmesi konusu üzerinde de durdular. Bizden petrol, demir, çimento, kumaş, kapkacak istiyorlar; karşılığında da hububat, yün, deri, kuru yemiş, tütün vermeyi öneriyorlardı.

Türkiye’deki yönetimin şu andaki düzenini genel çizgileriyle tanımış oldum bu arada. Devletin eski yönetim bölümündeki vilâyetler Büyük Millet Meclisi yönetiminde değiştirilmiş. Sancaklar şimdi doğrudan doğruya Ankara'ya bağlanmış. Eskiden vilâyet merkezinde bulunan Sancak yöneticileri yalnızca «Vali» adını korumuşlar. (Vali, aynı zamanda mutasarrıf demek oluyor). Böylece eski Vali adı, Trabzon'da olduğu gibi değiştirilmemiş. Sancaklar Türkiye'de eskisi gibi kazalara; kazalar da nahiye, ya da öteki adı ile Müdürlüklere bölünüyor. Nahiyeler, yani Müdürlükler ise köylere ayrılıyor. Buna Türkçe «Köy» diyorlar.

Sancakların, kazaların ve nahiyelerin (müdürlüklerin) yönetici kadroları gerekli görülen merkezlerde, ya da yönetim merkezlerinde bulunuyor. Bu yüzden merkez olarak saptanan kaza ve nahiyeler kendi başlarına iyi bir yönetim yapamıyorlar. Örnek olarak şunu verebiliriz:

Samsun kazası aynı zamanda doğrudan doğruya Canik sancağının yönetim merkezi durumunda oluyor. Arazi bakımından ve özellikle köylerin sayısı bakımından Türklerin yaşayışı ile bizim halkımızınki birbirine çok benziyor. İdari bölümleri de birbirlerini az da olsa andırıyor: Vilâyet=Sancak; Kaza = Kaza; Nahiye = Nahiye.

Bu Sancağın köylerinde yaklaşık olarak 80-100 000 kişi yaşıyor. Sancakta 3 - 4, ya da 5 kaza oluyor. İstisna olarak iki kaza bile bulunabiliyor sancakta. (Örneğin, Canik sancağında yalnız iki kaza var: Samsun ve Bafra).

Kazaların nüfusu ise 20 - 30 000 civarında. Her kazanın4 ile 6 arasında, bazen daha fazla nahiyesi var. Nahiyelerde 5000 civarında nüfus bulunuyor. Bir köyde ise genellikle 40 İle 100 arasında ev oluyor. 100 den fazla ev bulunan köy çok az, bu köylerde genellikle Hristiyanlar (Rumlar) oturuyor. Ama yine de buradaki insanların fonksiyonu ve genel çizgilerine bakıldığında bizimle Türk yönetim bölümü arasındaki benzerliğin tam anlamıyla doğru olduğu anlaşılıyor.

Sancak yönetim kadrosunun başında Mutasarrıf bulunuyor. Onun ardından sırasıyla şu rütbeler geliyor:
1) Şeriat yasalarına göre yargıçlık yapan, Müslümanların dini yöneticisi, «kadı» (hakim, naib).
2) Sancağın mali işlerini yöneten muhasebeci.
3) Kalem müdürü: Tahrirat Müdürü.
4) Şeriatı yorumlayan, Müslümanların dinsel yaşantısını düzenleyen işlerde karar (fetva) veren müftü...

Mutasarrıftan sonra asıl yönetim organı olarak Sancak Yönetim Kurulu var (Meclis İdare Liva). Kurulun üyeleri yukarıda sözü edilen kişiler ile seçilip gelen, bu arada Hristiyanlar arasından da seçilen üyelerden oluşuyor. Kurulun başında ise mutasarrıf bulunuyor.

Bu yönetim kurulu bütün mali işlere bakıyor. Ondalık vergi (aşar), hayvan koyun vergisi (egnam) ve bunun gibi öteki vergileri düzenliyor. Ayrıca yine bu kurul resmi kişilerin görevle ilgili suçları hakkında yargı organı ödevi de görüyor.

Mutasarrıfla meclisin çoğunluğu arasında doğacak herhangi bir anlaşmazlıkta Başkentin vereceği kararın bu tartışmalı sorunu çözümlemesi saptanmış. Ama kuşkusuz bu yalnızca teoride kalmış. Pratikte ise mutasarrıf her şey demek oluyor. Mutasarrıftan ve Sancağın en yüksek yönetici kadrosu olan Yönetim Kurulundan başka Sancakta bir dizi yönetim kurumlan daha var: Jandarma kuvvetleri (Jandarmanın komutanı mutasarrıftan bir ast rütbede oluyor), Polis örgütü, ayrıca türlü bürolar, daireler var: Muhasebe, vergi, sosyal işler, orman, vakıf,(30) toprak mülkiyeti kaydıyla görevli daireler ve nihayet bölge mahkemesi. Mahkeme iki türlü oluyor. Biri medeni mahkeme, öteki ise şeriat mahkemesi.

Kazaların yönetim kuruluşları da aynı sancaktaki yönetim kurumlarınınki gibi düzenlenmiş. Yalnız şu ayrılık var ki, kazaların teşkilâtı daha az ayrıntılı ve çoğunlukla her yönetim kurumunun başında bir tek memur var. Yönetimin başında da âmir olarak Kaymakam bulunuyor. Bir de yönetim kurulu var. Bu kurulun gerek kuruluşu, gerek yetkileri sancaktakinin aynı.

Nahiyelerin (Müdürlükler) yönetimi ise seçilen dört kişilik kurulun elinde bulunuyor. Bu kurul, kendi arasından bir müdür ve bir de yardımcı seçiyor. Müdür kaymakamın onaylamasıyla atanıyor. Müdürün ve nahiye kurulunun yazı işlerine bakacak bir yazıcı (kâtip) veriliyor.

Bazı nahiyelerde Müdürün emrinde bir de vergi memuru bulunabiliyor.

İdare Örgütünün en küçük ve son derecesini muhtarlıklar, köyler oluşturuyor. Son yönetim kademesinde muhtar (yaşlı) bulunuyor. Muhtar bir, ya da ev sayısına göre birkaç komşu köyden, yerli halktan seçiliyor. Muhtarın başkanlığında bir de yaşlılar kurulu (İhtiyar Heyeti) bulunuyor köyde. Her köyde, köye gelen memur ya da yabancı yolcuların konaklamalarını sağlamak, onlara yer göstermekle görevlendirilmiş bir de çavuş seçiliyor. Kentlerin semtlerinde (mahalle) de tıpkı nahiyelerin köyleri örnek alınarak bir yönetim örgütü kurulmuş. Yani Muhtar ve İhtiyar Heyeti.

Bu arada şunu öğrendim: Şimdi mevcut olan tüm bu yönetim örgütü yakın bir gelecekte değişecekmiş. Sözü edilen değişiklik yasası Mecliste görüşülmüş, en kısa zamanda yayınlanacakmış. Kanunun içeriği yönetim organlarının seçimle atanması, organların tam bir uyumla çalışması ilkelerini öngörüyor. Yalnız âmirler (mutasarrıf ve kaymakamlar) merkez hükümetçe onaylanacak, hattâ atanacaklar. Bütün ötekiler ise seçimle işbaşına gelecekler. Böylece şu andaki yasalara göre danışma organları durumunda olan şimdiki yönetim kurulları tam yönetim organları haline gelecek.

Aynı gün Samsun’da bulunan 10 uncu avcı tümeni karargâhının komutanını ziyaret ettim. Tümen komutanı, Trabzon'daki Sami Sabit Bey'den apayrı yaradılışta bir adam. Bu, tam bir kıta subayı; tam bir eski, emektar asker tipi. Yalnızca kendi işini bilen ve ilgilenen, öteki konularla ise yalnızca kendini ilgilendirdiği ölçüde ilgilenen biri. Sorunları doğrudan doğruya, açık açık ortaya koyuyor ve her türlü kurnazlıktan, kaçamaktan uzak, içten cevaplar veriyor. Bir saat süren sohbetten sonra tam bir dostlukla ayrıldık. Kışla ve birlikleri gezmemizi önerdi, ama artık çok geç olmuştu. Bu geziyi benim geri döndüğüm zamana bırakmamızı kararlaştırdık sonunda.

Akşam odamda, İstanbul’daki Türk gazetesi «Vahit» in Ankara’dan İstanbul’a dönmekte olan muhabirini kabul ettim. Benden bütün heyetimiz ve öteki konular hakkında bilgi aldıktan sonra kendi konuşma sırası geldiği zaman muhabir Ankara ve İstanbul’daki yaşantıyı anlatmaya başladı. Rusya’ya karşı düşmanca davranışların nedenleri üzerinde ve birkaç İstanbul halk gazetesinde son zamanlarda yayınlanan dizi makalelerdeki genel tavırlar üzerinde durduk. Bana, Ulusal Kurtuluş Hareketine sempati duyan İstanbul'daki Türk çevrelerinde, son zamanlarda Rusya'nın Türkiye ile dostluk bağlarını koparmak istediğine ilişkin bir izlenim uyandığını, oysa şimdi kendisinin bunun yalan olduğunu bizzat gördüğünü, İstanbul'a gider gitmez en kısa süre içinde gerekli yazıları yazacağını anlattı.

Vrangelevciler onun söylediğine göre Bulgaristan’a ve Sırbistan’a gönderilmiş Ama daha hepsi gönderilememiş. Kutepov ordusu birliklerinin yine eskisi gibi Gelibolu’da durduklarını anlattı. Beyaz Ordu'nun büyük çoğunluğunda o eski aktiflikten pek iz kalmamış. Hemen hepsi yurda dönmeyi hayal ediyorlarmış. Yalnız Generallerin ve yaşlı subayların büyük çabalarıyla örgütlendiği ve yönetildiği için bu düşünceler bugüne değin tam olarak ortadan kalkmamış. Bütün göçmenlerin maddi durumları
son derece korkunçmuş. Genellikle hafif vurgunlarla, ticaretle, bazan da fiziki emeklerinin karşılığında geçiniyorlarmış. Çok sayıda pavyonlar açılmış, büyük, canlı ticaret yapılan yerlerde. Böyle pavyonlarda, örneğin son Kuban hareketinin düzenleyicisi olarak bilinen, Vrangel'in adamlarından General Fostikov gibiler bulunuyormuş. İstanbul’daki Rus kadınlarının nasıl bir durumda bulunduğu, şu anda karşımda bulunan, konuştuğumuz kişinin öğrendiği Rusça sözlere bakılırsa daha iyi anlaşılabilir: «Ah, ne kadar da kibarsınız!» «Siz benim çok hoşuma gidiyorsunuz!»...

Eski müttefiklere karşı istisnasız hepsinin davranışı son derece düşmanca. Onlardan, aşağılamaları ve alaylı davranışları, her adımda onları itip kakmaları yüzünden nefret ediyorlar. İster istemez Harkov'dan ayrılışımdan önce General Slaşçev’in söylemiş olduğu şu sözler geldi aklıma: «Eğer siz İngilizlerden ve Fransızlardan nefret eden insanları bulmak istiyorsanız, onları buralarda değil, orada, yurtdışında arayınız...» Evet, kuşkusuz çok haklıymış.

Beyaz Ordu mensupları burada, Samsun’da da var. Bizim kaldığımız otelin yemek salonu hep onlarla dolu. Bizim heyetle çok yakından ilgileniyorlar ve Rusya hakkında bilgi almak için can atıyorlar. Bunların çoğunluğu Çerkezler, Osetinler ve Kuzey Kafkasyalı eski dağlı subaylar. Ama aralarında Ruslar da var. Bize karşı davranışları düşmanca değil, ama pek dostça da sayılmaz.

Gergin bir merakla dolular. Kızıl ordunun aşırı disiplini büyülemiş sanki onları. Eski amirleri ile karşılaştıkları zaman hemen selâm veriyorlar. Beyazlar: «Yoksa sizde, Kızıl orduda, selâm vermek yine eski usule göre devam ediyor mu?» diye soruyorlar. Onlar da: «Bu kesin değil, ama biz bunu nezaket gereği yapıyoruz» diye karşılık veriyorlar. Eski, bıyıklı bir subay «Bolşevikler zaten hep böyle Allah’ın belâsıdır!» diye itiraf ediyor. Bunu ne duygu dolu, ne de ateşli bir sesle söylüyor, yalnızca başını çeviriyor öte yana.


Maddi durumları çok kötü. Kooperatif kurarak lokanta açıyorlar. Bazıları da öğretmenlik bularak çalışıyorlar. VTSIK'n (VTSIK: Bütün Rusya Merkez icra Komitesi.) eski Beyaz Ordu taraftarları için genel af çıkardığından hiçbirinin haberi yok. Ben, hemen bunun yerli basında yayınlanması ve duyurulması için girişimde bulundum. (Sayfa: 26 - 39)
(-Devam Ediyor)