27 Mayıs 2006 Cumartesi

Düşlerimiz ve Şarkılarımız



İşgal İstanbul’unda zarif bir Çerkes hanımefendi Seza Hanım, Eminönü’nde son derece perişan halde birkaç kişiyle karşılaşır. Dil bilmedikleri için dertlerini anlatmakta çaresizdirler. Seza Hanım, giysilerinden Çerkes olduklarını anlar. Yanlarına yaklaşıp dertlerini sorar. Perişan Çerkesler Boğaz’da demirli İngiliz gemisiyle Kafkasya’dan alındıklarını, buraya kadar geldiklerini ve şimdide gemiden bırakılmadıklarını söylerler. Gemide açlık çekildiğini, kendilerinin yiyecek bulmak amacıyla kıyıya gönderildiklerini anlatırlar. İleri gelenler devreye girerler ve gemideki 400 şanslı Çerkes karaya çıkartılarak Türkiye’deki akrabalarının yanına yollanır. Aynı dönemde diğer gemilerin yolcuları için kader çok daha acımasız bir oyun oynamakta, artık gemiler İstanbul’da durmaksızın Karayipler’deki İngiliz sömürgelerine kadar yoluna devam etmektedir. Çerkesler’in yeni rolü, Karayip Adaları’ndaki beyaz nüfusu arttırmaktır.”

“Çerkes ülkesinin, bugün Rusya Federasyonu içersinde birbirinden kopuk üç federal cumhuriyet halinde yaşayan Çerkes halkının kaderini şimdiki zamana bakarak kavramak mümkün değil. Kendi anavatanlarında azınlık haline düşen Çerkeslerin bugünü, geçmişin eseri. Onların tarihinin son parçası savaşların, sürgünlerin, göçlerin, katliam ve direnişlerin iç içe geçtiği hazin bir öykü. Bu gün Türkiye’de yaşayan Çerkeslerin, anavatanda yaşayan soydaşlarından kat kat fazla olması bile onların yaşadığı trajedinin büyüklüğüne işaret eder.”

“Osmanlı Padişahının Çerkesleri ve topraklarını Rus Çarına verdiği haberi Çerkesler arasına yayılmaya başlandı ve savaşı bırakmaları istendi. General Malinovski, Çerkeslere barışçı bir yaşamın nimetlerini anlatarak onları Rusya’ya itaat etmeleri için iknaya çalışır: “Biliyorsunuz, Edirne Antlaşması’na göre Sultan hepinizi ve Kafkasya’yı ebediyen Rus Çarına verdi.” Yaşlı bir Çerkes ağaca konmuş kuşu göstererek; “General, iyi sözlerin hatırına ben de sana ebediyen şu kuşu veriyorum, alabiliyorsan al” diye cevapladı.

Edirne Antlaşması’ndan sonra Çar 1.Nikola yönetimi, yüzlerce yıllık deneyimin ışığında Kuzey Kafkasya’daki problemi somut olarak tanımladı: ‘Dağlıların tam itaati ya da fiziki olarak imha edilmesi.’ Kafkasya’nın fethi başka türlü gerçekleşmeyecekti. Çerkesler topraklarından sürülmeli ve yerlerine Kazaklar yerleştirilmeliydi. Bunun için de Çarlık eski Roma’nın hareket ilkesini benimsemişti: Igni et ferro (ateş ve kılıçla) ve bu da başka bir ilkeyle destekleniyordu:  Divide et impera (böl ve yönet). Dönemin Rus komutanları, Çerkesleri yenmenin mümkün olduğunu, fakat sadece silah zoruyla boyun eğmeyeceklerini, buna açlık silahını da eklemek gerektiğini savunuyorlardı.”

Kuzey Kafkasya’nın yerli halkı ve gerçek sahibi olan Çerkesler, yüzyıllarca işgalci ve yayılmacı güçlere özellikle de Çarlık Rusya’sına karşı savaşmak zorunda kalmış,destansı bir direnişle vatanlarını, yok olma pahasına korumuşlardır. Ne yazık ki bu adaletsiz savaş Çerkeslerin yenilgisiyle sonuçlanmış, Çerkesler kitleler halinde sürgüne, yok oluşa gönderilmiştir.

 21 Mayıs 1864 tarihi dünya Çerkeslerinin özgürlük adına verdikleri mücadelenin soykırım olarak adlandırılan bir sürgünle son bulduğu, tarihin kara bir lekesidir.

Bu sürgün Çerkesleri kendi yurtlarında azınlık durumuna düşürürken, sürülenleri de dünyanın yaklaşık 40 ülkesinde yaşamak zorunda bırakmıştır.

 Bu soykırımı, sürgünü anlatmak kolay değil. Sadece sıtmadan, açlıktan, çaresizlikten ölen yüz binlerce insan… T.C. Başbakanlık arşivleri Derbent’te, Dereköy’de, Terme ve Çarşamba’da hastalıktan, açlıktan ölen Çerkeslere yer vermektedir.

Evet bu acıyı anlatmak zor!
Ancak, fırtınaya tutulan, yok oluşun eşiğindeki bir halkın son çaresi nedir?
“Ya ölüm şarkılarımızı yarıda keser, ya da elimizden alınan dünyadan daha muhteşemini kurarız kendimize.”

Yok oluşa meydan okuyoruz, direniyoruz. Halkımız bugün güzel şeyler olması için dün acı çekti ve öldü; Kurupelit’te, Derbent’te, Samsun’da, Terme ve Çarşamba’da…

Kimse unutmasın!
Sürgün nesliyiz biz. Bunu asla hafızamızdan çıkartmamalıyız. Sürgün nesli her an direnç içinde olmalıdır. Sürgün nesli yok oluşa karşı bütün varlığıyla direnmelidir.

Daha dün gibi hatırlarız; Kuzey Kafkasya’daki güzel yurtlarımızı ve rüzgar kanatlı atlarımızı. Güzel şarkılarımızı ve sonsuz düşlerimizi. Özgürlüğümüzü hatırlarız ve tarih boyunca süren barbar istilaları, onurumuzu, savaşı, kıyımı ve yenilgiyi…

Daha dün gibi hatırlarız; Tuapse’den, Soçi’den, Suhum’dan lanetli gemilere bindirilişimizi…

Karadeniz’in hırçın sularında yol alışımızı ve umutsuz geriye bakışımızı… Kucaklarımızda ölen çocuklarımızı ve denizin mavi karanlığına verdiğimiz sevdiklerimizi…

Daha dün gibi hatırlarız; Osmanlı topraklarına varışımızı… Sıtmadan, tifodan, koleradan ve açlıktan bir kez daha kırılışımızı… Anadolu’ya, Balkanlar’a ve Ortadoğu’ya savruluşumuzu… Anadolu’nun, Balkanlar’ın ve Ortadoğu’nun kaderine ortak oluşumuzu…

 “On yıllar süren bir savaşın
  sürgündeki çocuklarıyız
  Bu deniz, bu toprak ve
  bu gökyüzü tanığımızdır.”

Gelecek 21 Mayıs bu sürgünün 140.yıl dönümü. İşte 140 yıl önce bu sürgünle Anadolu’da başlayan bir yaşamın ve Alaçam’da dallanıp kök salan bir ağacın kollarını size sunuyorum. Herkesin böyle bir soyağacı vardır mutlaka.

Herkes geçmişini bir düşünsün ve mutlaka ‘buralıyım’ diyebileceği bir yer olmadığını görsün istedim.

Şu anda bizim denilen yerler bizim, onların olan yerler de onların değildi. Bu yayılmacı ve emperyalist, barbar ve istilacı bir yarıştır. Tarihte hep böyle olmuş, böyle olmaya da devam ediyor. 150 sene önce Kuzey Kafkasya’da, Mezopotamya’da; dün Balkanlar’da, bugün Ortadoğu ve Irak’ta…

Değişen ne? 200 yıl önce K.Amerika’da Amerikalı diye bir millet yoktu ama bu gidişle 30 yıla kalmaz Irak’ta, Afrika’da, Anadolu’da ve Asya’da olacak, hem de en soylusundan…

(Bu yazıda Atlas Dergisi Mart 2004 sayısı Çerkesler özel ekinden ve Samsun Kuzey Kafkasya Derneği  metinlerinden alıntılar yapılmıştır.)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder