4 Mart 2007 Pazar

Tarımsal Değişmede Mübadiller -I





TÜRKİYE’DE TOPRAK MÜLKİYETİ VE TARIMSAL DEĞİŞMEDE MÜBADİLLER

 GİRİŞ
 Cumhuriyet döneminin tarihsel süreçte toplumsal, ekonomik, kültürel ve hatta siyasal yapısını inceleyecek bir araştırıcının, göçler ve göçmenler olgusuna yönelmesi kaçınılmazdır. Belki kimilerince abartılı bir söz sayılabilir ama, bu iki temel olguyu dikkate almadan, sağlıklı bir tarihsel çözümleme yapmak neredeyse olanaksızdır. Çünkü Türkiye, yüzyıllar boyunca göçlerin ve göçmenlerin ülkesi olmuş; toplumsal, ekonomik, kültürel ve siyasal süreçler, bu olguların yoğun etkisi altında biçimlenmiş ve gelişmiştir. Türkiye’nin yaşadığı toplumsal değişme süreci içinde, değişmeyi ve gelişmeyi belirleyen etkenlerin en başında göç olgusunun geldiği görülebilir ve bu sav, asla bir abartı sayılmamalıdır. Çünkü Türkiye nüfusu, neredeyse üç yüzyıl boyunca, başta Balkanlar olmak üzere, değişik coğrafik alanlardan nüfus alarak beslenmiş, aynı oranda olmamakla birlikte, farklı coğrafik bölgelere nüfus da vermiştir. Pek doğal olarak, toplumsal kişiliği bu göçlerle birlikte aktarılan soyut ve somut kültürel normlar, kurumlar, kavramlar ve simgeler beslemiştir. Pek çok ayrı kaynaktan beslenen bu yeni siyasal, toplumsal, ekonomik ve kültürel yapının, temelinde en önemli kalıt tarihsel birikimi ile Anadolu kültürleri olmakla birlikte, ortaklaşa yaratılmış bir sentez olduğu söylenebilir. Koşullar, 20. Yüzyılın başında siyasal ve toplumsal temelde uluslaşma sürecini dayattığında, bu süreci zorunlu kılan en önemli etken, çoğu zaman merkezi siyasal erkin istenci ve iradesi dışında, nüfusun, doğal bir eğilimin  akışın sonucunda, kendiliğinden türdeş bir nitelik kazanması olmuştur. Bu türdeşlik, etnik bir türdeşlik olarak algılanmamalıdır; siyasal ideolojiye ters düşmüş olsa bile, bu türdeşlikte dinsel normların üstlenmiş olduğu işlev, etnik bütünlükten çok daha ağırlıklıdır. Sonuçta yaratılan bir ulus devlet ve çağdaş anlamda ulusal bir kültür olduğuna göre, siyasal istenç temelinde ortaklık duygusu, gelecekte ortak yaşama arzusu ve kültürel zenginliklere dayalı birlik ruhu, farklı coğrafyalardan kalkıp Anadolu’da buluşan grupların en belirgin hareket noktasını oluşturmuştur. Aslında bu olgu hem bilimsel kriterlere uygunluk özelliği hem de çağdaş bir nitelik taşımaktadır.

İmparatorluktan ulus oluş sürecine koşut oluşan nüfus yapısında ve bu nüfusun özelliklerine göre niteliği belirlenen toplumsal dokunun oluşumunda, siyasal ve kültürel temelde biçimlenen bu türdeşliği görmek olanaklıdır. Toplumsal değişmeye dayalı olarak yeni bir karakter alan bu toplumsal doku, toplumsal değişmeye göre kimi zaman büyük kırılışlar ve kopmalar, kimi zaman da baş döndürücü sıçrayışlarla yeni bir nitelik almıştır. Bu niteliğin en önemli yanı da bu toplumsal dokunun doğallığıdır. Bu doğallık, uluslaşma sürecinde koşulların zorlamasıyla ve hatta siyasal istenç ve gücün tam tersi yöndeki çabalarına karşın, kendiliğinden gelişmiştir. Aslında bu gelişmenin akışını hızlandıran olgu ise, belki de biricik etken olarak göçlerdir. Göçler, eski siyasal, kültürel ve toplumsal yapıda görülen ve sık sık Osmanlı siyasal otoritesi için baş ağrıtan yapay dayatmaları kendiliğinden parçalamıştır. İdeolojik eğilim ve tavırlar, bu parçalanmayı aslında hiç bir dönemde belki de geleneksel anlayışın dışında bir sürec olduğu için hiç de anlayışla karşılamamış, hatta çoğu zaman süreci hızlandıran ciddi siyasal kopuşları, “ihanet” olaraka görüp, “aldatılmışlık” psikolojisinin verdiği bir tepkisel tavırla yorumlamıştır. Doğrusu, bu tepkisel tavrın dozu arttıkça, bilimsel düşünce, anlayış, yorum ve bakış açıları da radikal siyasal eğilimlere kadar gitmiştir. Bu durumu, hem Osmanlı’dan kopan ulus devletlerde, hem de Osmanlı’nın son anına kadar sahiplenmişlik duygusu ile itaatını ve bağlılığını göstermiş siyasal gruplarda görmek olanaklıdır.

Buna benzer duyguları çok daha farklı olanlarıyla birlikte ve aynı anda, göç eden kitlelerde görmek de olanaklıdır. Hemen belirtelim ki bu durum, üzerinde ayrıntılı olarak durmaya değer ayrı bir konudur. Göçü yaşayan insanların elbette her birinin ayrı öyküsü vardı; ayrıldığı toplumda, anılarıyla birlikte, bütün toplumsal ilişkilerini de bırakmış oluyordu; göç sırasında taşıdığı duygular, göçten sonra da değişime uğrayarak, başka olgularla birleşerek ve bütünleşerek, yeni bir içeriğe ve düzeye ulaşıyordu. Üstelik, özellikle zorunlu yer değiştirmeler açısından sorunun, toplumsal ve kişisel yansımalarından öte, siyasal ve hukuksal yönden de sonuçları vardı. Bu, bir anlamda, elbette konunun o günkü gelişmişlik düzeyine ve ölçütlerine göre, insan haklarına bir müdahale sayılabilirdi. 

Soruna Türkiye Cumhuriyeti’nin siyasal ve toplumsal değişim, oluşum ve biçimleniş süreçleri koşutunda baktığımızda, sözkonusu yapının daha  doğal sürece kavuşmuşsı ve istence dayalı bir siyasal birlik temelinde biçimlenmesi –yaşananlar bir kaç kuşağı etkileyecek oranda uzun süreli ve acı olmakla birlikte- ulus devletler için gerekli sonuçlar olduğu söylenebilir. Kendi ulusal benliklerine kavuştuklarında, ulus yapısı içinde görülmeyenece unsurlara ve kalıtlara yeni ulusal devletler hiç de hoşgörülü bakmıyor, hatta bunları, kendi güvenlik ve esenlikleri açısından son derece tehlikeli de buluyorlardı. Böyle olunca da, bu duygular, katı ırkçı, şiddete dayanan politikalara bile dönüşebiliyordu. Uluslaşma süreci açısından bu süreci doğal da karşılamak gereklidir. Gittikçe doğallık kazanan bu sürecin her bir ayrıntısında, göçlerle birlikte aktarılan soyut ve somut kültürel ve ekonomik etkenlerin etkili olduğu görülmüştür. Bu etkileri, toplumsal değişmeyle doğrudan ilgili en geniş süreçlerde olduğu gibi, en ayrıntıdaki toplumsal kurum, kavram ve simgelerde görmek de olanaklıdır. Dolayısıyla kentleşme, sanayileşme, tarımsal yapı, sınıfsal ayrışma, toprak mülkiyeti ve eğitim gibi genel kurumlarda olduğu gibi; kültürel yapının oluşumunda yer alan halkın ve halkı oluşturan grupların dili ve lehçelerinde, türkülerinde, giyim-kuşam ve folklorik unsurlarında göçlerin ve göçmenlerin etkisi görülebilir. Bir anlamda ulus devleti yaratan veyahut da ulus devletin yarattığı siyasal birlik ve bütünlük temelinde olduğu gibi, kültürel, toplumsal ve ekonomik yapısının oluşumunda göçler ve göçmenler, en önemli kaynak olma niteliğini gösterir. Dolayısıyla, Türkiye’nin toplumsal değişim, gelişim, oluşum ve biçimlenme süreçlerinin oluşumunda –asla gözardı edilmemesi gereken- göçlerin ve göçmenlerin ağırlıklı ve belirleyici bir işlevi olduğu önemle vurgulanmalıdır..


BÜYÜK MÜBADELE
Bu süreçte, gerek niteliği ve kapsamı, gerekse sonraki dönemlere aktardığı sorunlar açısından en önemli göç ya da göç ettirme olgularının en çok ilgi çekeni hiç kuşku yok ki “Büyük Mübadele”dir..

Büyük Mübadele, Türk Kurtuluş Savaşı’nın hemen ardından, bir olup-bitti ile ve bir anda ortaya çıkan; kısa bir süre sonra da boyutları ve kapsamı nedeniyle, döneminin en önemli sorunlarından biri durumuna gelen Batı Trakya dışındaki Yunanistan uyruklu Ortadoks nüfus ile, İstanbul dışındaki Müslüman nüfusun karşılıklı ve zorunlu değişimidir. Bu göç hareketinin sonunda, yaklaşık 1.700.000 insan, zorunlu olarak, yaşadığı topraklardan koparılmış ve bir başka ortamda yerleşmeye zorlanmıştır. Bu sayının l.200.000’ini, Anadolu’dan Yunanistana göç etme durumunda kalan İstanbul dışındaki Türkiye uyruklu Ortadoks Rumlar; 500.000’ini de, Yunanistandan Türkiye ‘ye gelmek ve yerleşmek zorunda bırakılmış Batı Trakya dışındaki Yunanistan uyruklu Müslümanlar oluşturmaktadır. Ne var ki, 30 Ocak 1923 Tarihli Rum ve Türk Ahali’nin değişimini öngören protokol, 18 Ekim 1912 yılından sonra doğup büyüdüğü bağlı olduğu toprakları terkeden kişileri de kapsamına aldığından, gerek Türkiye’ye gelen ve gerekse Türkiye’den ayrılan göçmenlerin sayısını çok daha yukarılara çekmek olanaklıdır.

Sorun, yalnızca nedenleri ve sonuçları açısından değil, yöntemi; ve gerek göç veren ülkeler; ve gerekse doğup büyüdüğu, içinde yaşadığı, bedensel, duygusal ve zihinsel gelişimini ve beslenmesini sağladığı doğal ve toplumsal çevreden isteği dışında zorla göçe zorlanan kişiler ve gruplar üzerindeki etkileri başlı başına inceleme konusu yapmaya değecek ölçüde önemlidir.

Öyle ki, mübadele sürecinin iki tarafı olan Türkiye ve Yunanistan’da, zorunlu göç olgusunun etkileri kısa görülmüş, ülkelerin sosyo-ekonomik, kültürel ve siyasal yapılarında büyük bunalımlar, kırılmalar ve parçalanmalar yaşanmıştır. Yeni oluşan toplumsal yapıyıda, zorunlu göçün kapsamı içinde yer alan kitleler, önemli yapı taşları misyonu üstlenmişlerdir. Toplumbilim verileri açısından, toplumsal yapıyı oluşturan etkenlerin çok çeşitli, karmaşık ve çoğu zaman da birbirleriyle iç içe geçmiş ya da birbirlerine bağlı oldukları düşünüldüğünde, bu yeni etkenin, oldukça ağırlıklı bir yer tuttuğu görülebilir. Dolayısıyla, bu sorunlar yumağının süreç içinde çözümü yolundaki gelişmeler, çok çeşitli diğer etkenlerin etki alanı içinde biçimlenmiş; buna koşut olarak da, göç olgusunun kendisi de toplumsal, ekonomik, kültürel ve siyasal yapının yeniden oluşumunda, olumlu ya da olumsuz yönleriyle belirleyici etkenlerin en başında yer almıştır.

Türkiye’de yeni yeni oluşmaya başlayan siyasal ve toplumsal sınıflar; toplumsal değişim ve dönüşüm süreçlerinde kendisini gösteren kurumsal örgütlenmeler, devlet yapısı içinde yeniden örgütlenmeye çalışan ve yeni bir ideolojik eğilim içine girmiş olan bürokrasi v.b pek çok üst yapı kurumu, pek çok kaynaktan olduğu gibi, yoğun göç dalgalarının ve bu dalgaların neden olduğu sorunların, ortadan kaldırdığı ya da doğası gereği yarattığı; ya da yeni bir biçim ve içerik verdiği sorunların ve olanakların içerisinde kendine bir yön belirleme, amaç ve işlev edinebilme durumuyla karşı karşıya kalmıştır. Bu etkiler, sözgelimi; yarı feodal nitelikli geri kalmış bir tarım ülkesinde, örneğin sanayileşme, yeni bir sermaye sınıfı ve güçlü bir özel sektör-devlet kapitalizmi yaratma süreçlerinde, eski dönemlerde devletin kaderini belirleyecek ölçüde güçlü bir sermaye oranını elinde bulunduran, göreceli de olsa, bilgi birikimleri, becerileri ve alışkanlıkları açısından, diğer kesimlere göre batı kapitalizmine uyum sağlayabilmiş on bir milyonluk Türkiye’den, 1.2 milyon kişilik yüzde sekseni kent kökenli bir kitlenin ayrılmasının ne türlü etkiler, etonomik ve toplumsal yapıda ne oranda kırılmalar ve çökmeler yaratabileceğini kestirebilmek hiç de zor olmasa gerekir. Aynı belirleme, üç aşağı beş yukarı Türkiye’ye getirilen yarım milyonluk Müslüman nüfus için de yapılabilir. Getirilen bu insanların yüzde otuzu kentlerden, yüzde yetmişi kırsal alanlardan gelmişlerdi. Türkiye’de nüfus boşalmalarıyla ortaya çıkan iş gücü, sermaye ve dolayısıyla üretim eksilmelerini önemli ölçüde sağlayacak nitelikte bulunuyorlardı; ticaret, sanayi, tarım ve hizmet sektörlerinde önemli bir ağırlığı omuzlayacaklardı. Ama bu kez de, göç olgusunun doğasından kaynaklanan zorluklar, içine katıldıkları toplumsal yapı içinde zaman zaman yaşanan oldukça yoğun dışlanmışlık duygusu ve eğimimi, yitirilen şeyleri yeniden elde etmeyi son derece zorlaştırıyor ve geciktiriyordu. .

Bir anlamda mübadele göçünü yaşamış olan kitleler, diğer etkenlerden kaynaklanan ama bütünüyle kendilerini de ilgilendiren sorunlar ortasında bir varoluş savaşımı vermek gibi bir yazgıyla karşı karşıya bulunuyorlardı.

Doğal olarak bu aratabilecek bu göç süreçlerinin öncesinde ve sonrasında ayrı göç dalgaları da ortaya çıkmıştır.

Türk Kurtuluş Savaşı’nın bitiminde, Türkiye’de yoğun bir hareketlilik gözlemlenmekteydi. Bu dönemde görülen göç hareketlerini, oluşum sırasına göre üç ana başlıkta toparlamak olanaklıdır: 1- Türkiye’den Türkiye dışına yönelik göçler; 2- Türkiye’de işgalden kurtarılmış yörelere yönelik içgöçler; 3- Türkiye dışından Türkiye’ye yönelik göçler...

Elbette bu göç süreçlerinin her birinin kendine özgü oluşum süreçleri, nedenleri ve sonuçları vardır.

İlk ana başlıkta belirtilen göçler, Türk Kurtuluş Savaşı’nın hemen bitiminde, Türkiye Rumlarının Türkiye’yi terk etmeleriyle ortaya çıkan göçlerdir. Aynı oranda olmamakla birlikte, Türkiye’den ayrılan Ermeni ve Musevilerin göçlerinin de bu kategoride ele alınması gereklidir. Bu süreçte, yaklaşık 1 milyon 300 bin insan, Türkiye’yi terk etmiştir. Bu sayının 1 milyon 200 binini Anadolu’yu terk eden Rumlar, 100 bin kadarını da Ermeniler ve Yahudiler oluşturmaktadır. Ikinci ana başlıkta belirtilen göçler, işgalden kurtulmuş yöre insanlarından büyük grupların, Rumlardan kalan malları yağmalamak amacıyla, Batı’ya doğru hareketleriyle oluşan göçlerdir. Bunların sayısının 200-250.000 arasında olduğu düşünülmektedir. Üçüncü başlık altında değinilen güçler ise, Yunanistan’dan mübadele yoluyla getirilen Müslüman Türk asıllı göçmenlerin neden olduğu göçlerdir. Bunların sayısı da 450.000’dir. Bu dönemde Türkiye’nin nüfusu yaklaşık olarak 11-11,5 milyon kadardı. 1 milyon 700 bin kişinin doğduğu topraklardan koparak, zorunlu olarak sınır ötesine göç edişinin, 250.000 kişinin de ülke içinde değişik nedenlerden dolayı yer değiştirmesinin, büyük bir tarihsel kargaşa ortamından sıyrılmış Türkiye’nin toplumsal, ekonomik, etnik ve kültürel yapısında ne denli derin etkileri olduğunu tahmin etmek zor değildir. Pek çok etkenle birlikte yaşanan bu göçler, değinilen boyutlarda yeniden oluşum, biçimlenme ve gelişme süreçlerinin nedeni olmuştur.

Bu göç hareketlerinin sonunda, Türkiye’de toprak, tarım ve mülkiyet ilişkilerinde ciddi değişmelere tanık olunmuştur. Toprak mülkiyeti yeni bir biçim ve karakter almıştır. Kapitalistleşme süreci yoğunluk kazandıkça, bu yeni nitelik, önemli bir belirleyici etken olarak rol oynamıştır. Ne var ki, Türkiye’de değinilen boyutlar açısından ortaya çıkan sorunları irdeleyen kapsamlı ve nitelikli çalışmalar pek yapılmamıştır. Üretim ilişkilerindeki değişmeler, yeni toplumsal statü arayışları, mülkiyet edinme süreçleri ve bunun ekonomik statü üzerindeki etkileri yeterince incelenmiş değildir. Başta göç eden kitlelerin göç etmesini gerekli kılan etkenler olmak üzere, bu göçlerle birlikte nüfusun aldığı yeni görüntü ve bu görüntünün ekonomik ve toplumsal yapı üzerindeki etkileri; toplumsal değişmenin akışına, niteliğine ve yönüne katkıları;  toprak paylaşımı ve bu paylaşımın tarımsal yapıyı nasıl zorladığı;  göç edenlerle yerli halkın çok yönlü uyum sorunları, kültürlerin ve sosyal antropolojik yönden davranış kalıplarının birbirini etkileverek yeni bir sentez yaratmasıyla ortaya çıkan yeni yapı vb. konuların sağlıklı bir biçimde incelenmesi; Türkiye’nin 75 yıllık tarihinin sonunda ulaştığı toplumsal, ekonomik ve kültürel ya pıyı tanımlavabilmek için özellikle gereklidir.

Aslında  bu sorundan etkilenen karşılıklı birden fazla tarafı vardır. Bu taraflar; 1- Göç sorunun ağır, ezici yükünü göğüslemek zorunda kalan hükümetler; 2- Göç eden kitlelerin karşılaştıkları ekonomik, toplumsal ve psikolojik uyum sorunları; 3- Göçmenlerin ayrılmasıyla iş ve toplumsal ilişkiler alanında yarattıkları boşluğun yükünü ve sıkıntılarını omuzlamak durumunda kalan toplumlar; 3- Göçmenlerin içine katıldıkları ve yeni ilişki türlerine, davranış kalıplarına ve uyum süreçlerine zorladıkları toplumlar ve o toplumu oluşturan bireyler...

Bütün bu olgular ayrı ayrı inceleme konusudur ve bu olgular üzerinde düşünmek de, bir göç olgusunu nesnel yönleriyle anlayabilmek için özellikle gereklidir.

Aynı olguları, daha da çeşitlenmiş yönleriyle Mübadele Göçü’nde  görmek olanaklıdır.

Bu sorunların en önemlisi Türkiyeden Yunanistana giden büyük bir Rum kitlenin bırakmış olduğu taşınmaz malların paylaşılmasıdır.Bu taşınmaz mallarla ilgili olarak uygulanan tutarsız, çelişkili ve yanlış politikalar, ister istemez haksız tasarruflara neden olmuştur. Özellikle tarım yapılabilir nitelikteki pek çok tarla, bağ ve bahçe ile fabrika, değirmen, atölye ve benzeri mallar, haksız tasarruflar sonucunda ilgisiz kişilerin mülkiyetine geçmiştir. Böylece, Cumhuriyet döneminin ilk yıllarından bu yana yeniden biçimlenen Türkiyenin toplumsal ve ekonomik yapısının oluşum sürecinde, haksız toprak, sermaye ve emlak edinen kişiler, önemli bir rol oynamışlardır.Türkıye de önce küçük sermayeli özel girişimciliğin, giderek de ileriki yıllarda büyük sermayenin oluşumunda, bu paylaşımın etkisinin büyük olduğunu söylemek yanıltıcı olmasa gerekir.

Buna karşın yine de haksız sermaye ve emlak edinme sürecini, hükümetlerin bilinçli olarak belli bir kesime rant sağlaması olarak görmek ve bşekil de algılamak da yanıltıcıdır. Aşağıda ayrıntılı olarak ele alınacağı gibi, başta bu arazilerin ve diğer taşınmazların ilgisiz kişilerin eline geçmesinde hükümetlerin kararsızlıklarının ve yanlış politikalarının etkisi olmakla birlikte, bu politikaların bilinçli olarak belli bir kesime    rant sağlama çabasının sonu cu olduğu söylenemez. Haksız mal ve sermaye edinilmesinin asıl nedeni, savaş sonrasında hükümetin henüz hukuksal ve siyasal otoritesini kuramadığı kargaşa ortamında, bir olup- bitti ile bu mallara bazı kişilerce ‘cebren” el konuluşudur.

Mübadele Prosedürünün Güçlükleri ve Sorunları
Bilindiği gibi, Anadolu’da ve Doğu Trakya’da yaşamakta olan 1 milyon 200 bin Rum, Türk-Yunan Savaşının sonunda, taşınır ve taşınmaz mallarını bırakarak, Türkiye’yi terk etmiştir. Rum taşınmazlarından ev, dükkan, mağaza, fabrika, hamam, hastane gibi malların sayısal dökümü ile ilgili kimi bilgiler olmasına karşın, arazi ile ilgili güvenilir bir rakam elde bulunmamaktadır. Rumlardan geriye kalan tarım arazilerinin büyüklüğü; bu arazilerin, Türkiye tarımı içindeki verimlilik düzeyi, parasal ederi, ne tür tarım yapılan araziler olduğu gibi tür ve niteliğe bağlı konular, sağlam bilimsel verilerden çok, kimi aktarma ve söylentilerden öteye gitmemektedir. Kısacası; Rumlardan geriye kalan tarım arazilerinin bilimsel ölçütlere uygun bir ürün ve karlılık dağılımı elde bulunmamaktadır. Bu belirsizliğin anlaşılabilir nedenleri olmalıdır. Arazilerin ve diğer taşınmazların büyüklük ve eder yönlerinden ölçümlerini yapmak üzere birtakım kurulların oluşturulmasına ve bu kurulların öyle ya da böyle çalışmalarına karşın, sağlıklı bir dökümün elde bulunmayışı ilginçtir. Rumlar’dan kalan tarım topraklarının büyüklüğü ne kadardı? Bu arazilerin ne kadarında ne tür ürünler yetiştiriliyordu? Rumlar’ın ayrılışından sonra bu tarım topraklarının ne kadarı bürokrasinin denetimine geçti, ne kadarı yağmalandı? Yağmalanmamış toprakların ne kadarı yağmadan kurtarılabildi ve kurtarılabilenlerin de ne kadarı göçmenlere dağıtılabildi?

Ne yazık ki bu soruların çoğuna inanılır yanıtlar vermek güçtür.
En başta tapuların düzensizliği ve diğer resmi evraklardaki yanlış kayıtlar ve bu mallar üzerindeki spekülatif nitelikli haksız savlar, söz konusu ölçüm çalışmalarının gerçek ve nesnel sonuçlarını çeldirici nedenler olmuştur. Bu mallar üzerinde şu ya da bu şekilde sonradan yerli halk tarafından ileri sürülen mülkiyet hakkı savları, bu kuşkuların haklılığını ortaya koymakta, Rum arazilerinin gerçek boyutlarını saptamak konusunda karşılaşılacak zorluğun nedenlerinin kavranmasına da yardımcı olmaktadır.

Çağlar Keyder, olasılıklara dayanarak yaptığı bir hesabın sonunda, Rumların Türkiye’de, yalnız eski Aydın vilayeti içinde bırakmış oldukları toprak miktarının 270.000 hektar ya da 2.7 milyon dönüm kadar olduğunu belirtmektedir. Belirtilen bölgenin dışındaki Rum arazilerinin, Türkiye’nin hangi yörelerinde büyük oranlı olarak kümelendiğini belirleyebilmek neredeyse olanaksızdır. Kaldı ki, Keyder’in belirttiği yöre için verdiği rakam güvenilirlik olasılığı yüksek olmakla birlikte, yine de tartışmalıdır. Ancak Rumların kalabalık olarak yaşadıkları yörelere ya da Rum taşınmazlarına yerleştirilen Türklerin sayısına bakarak, olasılığa dayanan bilgilere ulaşmak söz konusudur. Bu olasılığa göre, en çok Rum toprağı kalan bölgeler başta Ege ve Marmara bölgeleri, bu bölgeler içinde de özellikle İzmir, Aydın ve yakın çevreleridir. Bu bölgeleri Doğu Trakya ve bu bölge içerisinde Tekirdağ; Karadeniz Bölgesi’nde de Trabzon ve Samsun izlemektedir. Verilen bu örneklere karşın, Rumların ve Rum topraklarının, belli yörelerde kümelenmekle birlikte, irili ufaklı boyut0larda da olsa, bütün Türkiye yüzeyine yayılmış olduğu vurgulanmalıdır. Bunun yanı sıra, Rumlardan geriye kalan toprakların genellikle verimi yüksek olan yörelerde ve özellikle de önemli yerleşim merkezlerine yakın bölgelerde kümelendiği söylenebilir. Rumlar göç etmeden önce bu topraklarda başta buğday, mısır, tütün, üzüm, incir, zeytin, pamuk, narenciye ve bahçe ürünleri olmak üzere çok sayıda tahıl ürünü, sebze ve meyve ile baklagiler ailesine mensup ürünler yetiştirmekteydiler. Toprakları Türkiye’nin tarımsal verimlilik açısından en önemli bölgeelerinde bulunduğundan Türkiye’nin tarımsal ağırlıklı ekonomisi üzerinde önemli bir ağırlığa sahiptiler. Bir raporda belirtildiğine göre, “(İzmir ve çevresinde) tütün, üzüm, incir, zeytinyağı, pamuk istihsalatında; bazısında daha çok, bazısında daha az olmak üzere, öteden beri Rumlar alakadar idiler. Hususiyle tütün ziraatinde ve terbiyesinde Rumla rın çok iyi mevkiileri vardı. ‘Batı ülkeleriyle, Türklere göre daha yoğun bir iletişimleri bulunuyordu. Bu nedenle, başka sektörlerde olduğu gibi, tarım sektöründe de, Batı kaynaklı teknolojiyi Türkiye’ye taşımada, diğer halk katmanlarına göre daha becerikliydiler. Bu en çok, zirai ilaçların ve aletlerin kullanılması ve böylece tarım yaptıkları arazilerde verimliliğin göreceli olarak artması biçiminde kendisini gösteriyordu.

30 Ocak 1923 tarihinde imzalanan Türk-Yunan Nüfus Mübadelesi’ne İlişkin Sözleşme ve Protokol kararı gereğince, Yunanistan ‘da kalacak olan Türk malları ile Türkiye’ de kalan Rum malları ile ilgili izlenecek politikalar genel bir hükme bağlandı. Mübadele edilecek halkın mülkiyet haklarına ve alacaklarına hiçbir zarar verilmeyecekti. Göç edenlerin bırakacakları malların sayısal dökümünü yapmak ve arıtılmasını (tasfiyesini) sağlamak üzere, tarafsız üç üyeden oluşan Muhtelit Mübadele Komisyonu adıyla bir komisyon kuruldu. Bu komisyona bağlı olarak alt komisyonlar oluşturulacaktı. Bu komisyonlar, malını bırakıp gidecek olan göçmenin eline, bıraktığı malın altın lira olarak değerini gösteren bir belge verecek ve bu belge karşılığında, göçmenin yerleşmek için gittiği ülke hükümeti, göçmene karşı borçlu sayılacaktı. Göçmen, elindeki belgenin değeri oranında, göç ettiği yeni devletten, göç eden diğer kitlenin bıraktığı topraklardan toprak alacaktı.

Bu ilkeler çerçevesinde, Rum taşınmazlarının, Yunanistandan gelecek olan mübadele göçmenlerine dağıtılması gerekiyordu. Aynı şekilde, Yunanistan’a gitmiş ve gidecek olan mübadele Rumlarına da, Yunanistandan Türkiye’ye gelen Türklerin orada bırakacakları mallar verilecekti. Dolayısıyla Türk hükümetinin, Rumlardan geriye kalan arazilere ve diğer taşınmazlara hukuksal yönden tasarruf hakkı, bütünüyle bu çerçeve içinde geçerliydi.

Protokolün imzalanmasından bir süre sonra Muhtelit Mübadele Komisyonu kurularak çalışmalara başladı. Komisyon her iki tarafta da mal kayıtlarını yapmakla görevli olduğundan, sadece Türkiye’de Rumlar’dan kalan malların değil, Yunanistan’dan Türkiye’ye gelecek olan Müslümanların da, Yunanistan’da bıraktıkları arazilerinin ölçümlerinin yapılıp, bıraktıkları bu malların paraca değerini saptaması gerekmekteydi. Bu nedenle komisyona bağlı çok sayıda alt komisyon oluşturuldu. Karma komisyona bağlı ara komisyonlarca düzenlenecek ve resmi olarak onaylanıp mühürlenecek olan mal bildirim beyannameleri, göçmenlerin Türkiye’ye geldiklerinde mallarına karşılık mal alabilmeleri için gerekli olan belgelerdi. Göç menlere Türkiye’de ne oranda ve ne değerde mal verileceğinde esas alınacak ölçü, bu belgelerde kayıtlı olmalıydı. Bu dört nüshalı belgenin bir nüshası göçmenin kendi elinde bulunmalıydı. Çünkü göçmen, elindeki bu nüshaya göre Türkiye’ye geldiğinde mal talebinde bulunabiliyordu. Arazilerle ve diğer taşınmazlarla ilgili olarak, karma komisyona bağlı oluşturulan takdir-i kıymet komisyonları, malların türünü, miktarını ve altın para üzerin den değerini gösteren tutanaklar hazırlayacaktı.

Ne var ki, karma komisyonun çalışmalarıyla ilgili her bir evrede, kamuoyunda değişik tür de ve nicelikte yakınmalar sürdü gitti. Bu hem Yunanistan’da kalan Türk malları hem de Türkiye’de kalan Rum malları üzerine ortaya atılan ciddi savlardı ve anlaşıldığı kadarıyla büyük ölçüde savların gerçekliği yüksekti. Mallar belirlenirken pek çok yerde hazırlanan evraklarda sahte beyanlara ve tesbitlere yer veriliyordu. Örneğin, yaşamını tehlikede gören bir Türk ya da Rum, daha ara komisyonun kendi köyüne gelmesinden önce yollara düştüğünden, bu resmi belgeden yoksun kalıyor; kendi ayrıldıktan sonra, bilir kişilerin beyanları doğrultusunda tesbit va kayıtlar yapılırken, bu aşamada toprağın ya da evin, örneğin komşusu olan bir yerliye ya da hiç ilgisiz bir kişiye aidiyetini gösteren sahte beyanlar ya da belgeler ortaya çıkıyordu. Pek çok beyannamede ise, malının başından ayrılmış göçmenin malı değerinin çok altında ya da eksik gösteriliyor; gerçekte göçmene ait olan ama belgeye kaydedilmeyen ya da eksik kaydedilen mallar, bir şekilde başkasının mülkiyetine kaydırılıveriyordu. Çok yerde, göçmenler aldatıldıklarını bile bile, gelecekte belki de malının bütününü kaybedecekleri korkusuyla, yollara düşmeden önce değerinin çok altında mallarını satma yoluna gitmişlerdi. Bu durumda olan göçmenlerin doğal olarak malları üzerinde yeniden hak iddia etmelerinin de önü tıkanmış oluyordu. Koşulların karmaşık, iletişimin hemen hemen olanaksız olduğu böyle bir dönemde, haklı itirazların karşılığını bulması da mümkün olmuyordu. Çünkü, bu kayıtların yapılmasını öngören anlaşma metninde oldukça “muğlak ve müphem” yönler bulunmaktaydı. Kaldı ki, komisyonlara sağlanan bu geniş yetkiyi gerektiği gibi denetleyecek bir kontrol sistemi de kurulabilmiş değildi. Değer belirleme işinin yapıldığı ülkede, uzunca zaman husumet duyguları beslenmiş karşı tarafin işlerini kolay laştıracak bir uygulamanın ve denetim sisteminin olmasını beklemek de son derece güçtü. Başta yolsuzluklar olmak üzere, pek çok istismara açık olan bu karmaşık konunun çözümü için benimsenen ve uygulamaya konulan yöntemin, göçmenlerin Türkiye ye getirilme sürecine paralel olarak yürütülemeyeceği bir süre sonra anlaşıldı. Çünkü, Yunanistan’daki baskılar nedeniyle can güvenliğini tehlikede gören aileler değer belirleme komisyonlarının kendi yörelerine gelip, mallarının sayımını ve değer belirlemesini yapmasını bekleyemeden Türkiye’ye bir an önce sığınmak için yollara dökülmüşlerdi. Türkiye’deki Rumlar’ın ise pek çoğu zaten kaçarak, Yunanistan’a perişan bir biçimde yığılmışlardı. Halklarda karşılıklı olarak psikolojik anlamda öc alma duygusunun oluştuğu görülüyordu. Toplumsal yapı tarihsel gelişmelerin dayatmasıyla parçalanmış, sancılı da olsa halkların içiçe geçmişliği, türdeş bir yapıya dönüşme eğilimi içine girmişti. Bu durum, pek doğal olarak, özellikle malların arındırılması konusunda bocalamalara, sıkıntılara ve bunalımlara neden oluyordu.

Bu durum karşısında karma komisyonca, yeni büyük sorunlar yaratacak bir karar alındı. Bu karar, gidenler zaten gitmiş olduklarından, mallarının kayıtlarını yaptırmak için her türlü tehlikeyi ve baskıyı göze alanları ilgilendiren bir karardı. Bu karara göre, göçmenin taşınabilir ve taşınmaz mallarının paraca ederlerinin belirlenmesi için, oturup beklemesine gerek yoktu. Kendisi bir mal bildirim beyannamesi doldurup, ara komisyona getirip verebilir; kendi beyanını esas alan bu beyannameyi teslim ettikten sonra Yunanistan’da görülecek bir işinin kalmadığını düşünüp yola çıkabilirdi. Bu karar, fiili durum ve yaşanılan baskılar açısından doğruydu; çünkü öbür türlü, göçmenlerin pek çoğu, baskıdan kurtulmak için, mallarının kaydını yaptırmadan ve hiçbir beyannameye sahip olmadan yola çıkıyorlardı. Ama bu karar, mal kayıtlarının tam bir arapsaçına dönmesine neden oldu; zaten yakınılan adam kayırmalar ve rüşvet daha da arttı; yanlış ve eksiksiz mal tesbitleri yoğunlaştı; sayıları az da olsa fırsatını bulabilenler, kendileri için yüklü bir sermaye oluşturacak beyannamelere sahip olabilirlerken, özellikle kendisi karşı tarafa geçmiş ama kendisinin başında bulunamadığı malının başkalarının beyanına göre eksik tesbiti yapılmış büyük gruplar oluşmuştur. Bunun yanısıra, karşı tarafta mal bıraktığı halde, bunu resmi beyannameye, tapuya ya da başka bir resmi belgeye dayandıramamış çok sayıda insan da bulunuyordu.

Artık bu karardan sonra o zamana dek göç etmemiş kişiler, doldurduklan mal bildirim beyannamelerini ara komisyonlara teslim edip yola çıkmaya başladılar.

İlk önce, bir mübadil göçmenin bıraktığı arazinin büyüklüğünün saptanmasına çalışılıyordu. İkinci olarak, bu arazilerin verimlilik düzeyinin belirlenmesi gerekmekteydi. Üçüncü olarak ise, göçmen ailesinin mallarının kümelendiği yörenin niteliği önemliydi; yerleşim merkezine uzaklığı-yakınlığı ya da alıp-satma işlemlerinde karlılık yönü dikkate alınmalıydı. Karma komisyona bağlı ara komisyonlar bu işleri yerine getirmek için kendi vicdani yargılarıyla baş başa bırakılmışlardı.

Tarlalar, bağlar, bahçeler, ağaçlar, fabrikalar, değirmenler, atölyeler vb. ve diğer taşınmazlarla ilgili süreç çok karmaşıktı. Bir kere ekonomik değer yönünden bu tür malların, terkedilen evlerle kıyaslanamayacak ölçüde ağırlığı vardı. Buna karşın, hangi ailenin nerede, ne kadar malının bulunduğunu belirlemek son derece güçtü. Bu mallarla ilgili değerlendirmenin, çok yönlü bir biçim de yapılması gerekmekteydi. Yerel makamların komisyonun önüne koyduğu tapu belgeleri eksik ve düzensizdi. Kaldı ki, göç etmiş ailelerin bazıları göç etmeden önce, kendi mülklerini alıp satmada, değişik nedenlerden dolayı bunu birer tapu belgesine dayandırmadıkları, kendi aralarında hazırladıkları ama hukuksal zemini olmayan belgelere dayandırdıkları görülüyordu. Üstelik, böyle bir belgeye dayandırılmış bir malla ilgili olarak, başka bir ailenin tasarruf talebi söz konusu olduğunda, başlayan yeni karmaşık sürecin sonunda göçmen ailesini tatmin edecek bir sonucun ortaya çıkması neredeyse olanaksızdı.

Bir göçmen aile, kendi kişisel beyanına dayanan mal bildirim belgesini önce bağlı olduğu semtin ihtiyar heyeti azalanna onaylatıyor, sonra da ara komisyonlara teslim ediyordu. Be yannamelerin doğrudan göç edecek aile tarafindan doldurulması ve yaşadığı yörede kimi zaman akrabalarından, ama mutlaka tanıdıklarından oluşan ihtiyar heyetlerine onaylatması, ardından da karma komisyona teslim edilişi, kimi zaman haklı, kimi zaman da haksız dedikodulara neden olmaktaydı. Komisyonun her bir beyannamenin içeriğiyle teker teker ilgilenip, göçmenin beyanının doğru olup olmadığını saptaması olanaksız bir durumdu. Anlaşılan o ki, işi kuralına uydurabilmiş olanlar, bu ahlakdışı ve yasal olmayan yöntemlerle, hiç de hakları olmadığı halde, Türkiye’ye geldiklerinde ellerindeki abartılı değerleri içeren beyannameleriyle büyük toprak sahibi olabileceklerdi. Buna tenezzül etmeyen ya da değişik nedenlerden dolayı, elindeki belgeye resmi bir nitelik kazandıramamış olan göçmenler de, hakları olduğu halde, Türkiye’ye geldiklerinde toprak talebinde bulunamayacaklardı. Bulunsalar bile hakları olan toprakları alamayacaklardı. Nitekim, birtakım firsatçı mübadele göçmenleri “tevfiz ve tasfiye” görevlilerini o ya da bu yolla, “sahte kıymet takdiri beyanları ile ikna ve itma ederek kazançlar elde etme yoluna gidip, Türkiye’de büyük toprak ve sermaye sahibi olabilmişlerdir. Bir kısım göçmen ise, o ya da bu neden den ötürü, malının gerçek değerini ortaya koyacak resmi bir belge ile Türkiye’ye geleme miştir. Böylece, bir öykü kahramanının söylediği gibi; “Rumeli’de koca çiftlik bırakan bir adama yüz ağaç zeytin (düşmemiştir de), köyünde bir baskısı olan...üç fabrikaya sahip...” çıkabilmiştir.’

Türkiye’den ayrılmak zorunda kalan mübadil Rumlara gelince; bir milyona yakın Anadolu ve Doğu Trakya Rumu, Türkiye’yi terk ederek Yunanistan’a sığınmıştı. Bu insanların yüzde seksenine yakını kent kökenliydi. Bununla birlikte önemli oranda ekili ve henüz ürünü toplanmamış biçimdeki tarım arazilerini bırakıp, aceleyle Türkiye’den ayrılmışlardı. Kent kökenli Rumların evleri, mağazaları, dükanları gibi; tarımla uğraşan göçmen Rumların tarlaları, bağları ve bahçeleri ile bu tarım arazilerindeki ürünleri de sahipsiz ve korumasız bir biçimde ortada kalmıştı. Lozan Barış Görüşmeleri’nde bile Fridjif Nansen’i bir mübadele düşüncesine götüren, Rumlar’dan kalan ekilip biçmeye hazır boş arazilerdi.  Bu mallar, savaştan zarar görmüş, malını-mülkünü yitirmiş kişilerle kimi firsatçıların ilgisini çekmişti. Yerel yönetimlerin ve merkezi hükümetin otoritesini kuramadığı bir-iki aylık dönem içinde tarla, bağ, bahçe, ev, değirmen, fabrika gibi Rum taşınmazları, Lozanda imzalanan mübadele sözleşmesinin belirlediği yasal çerçeve dışında kalan ilgisiz kişiler tarafindan büyük ölçüde yağmalandı. Bu sorun, dönemin literatüründe, “Fuzuli İşgal” deyimi ile adlandırıldı.

 Afyon, Uşak, Kütahya, Eskişehir gibi İç Ege’den, hatta Konya, Yozgat, Kayseri gibi İç Anadolu’dan büyük kitleler kalkıyor, Rumların bırakarak terk ettikleri taşınmazlara el koyup hiçbir kuruma danışmadan bu mallara sahip çıkıyor ya da yağmalıyordu. Bu insanların sayısı bütün Ege’de ve Marmara Bölgesi’nde 200.000’e kadar ulaşmıştı. Bunların içinde, Birinci Dünya Savaşı’nın devam ettiği bir sırada, 1917-1918 yıllarındaki Türk-Rus savaşından kaçıp, Batı vilayetlerine sığınmış olan Vilayat-ı Şarkiyye muhacirleri de vardı. Bu aşamada merkezi hükümette, Rumlardan kalan taşınır ve taşınmaz türdeki mallarla ilgilenme görevinin kime ait olduğuna ilişkin bir düşünce bile oluşabilmiş değildi. Basında ve bürokratik çevrelerde bu konuyla ilgili çelişkili bilgi ve yorumlar görülüyordu. Bir süre sonra, gönülsüz de olsa, işin mali boyutu ön plana alındığından, Maliye Vekaleti konuya el atmak zorunda kaldı. Maliye Vekaleti’nin konuyu üstlenmesi, basında “paracanlılık” olarak yorumlandı. İkinci süreçte Maliye Veknleti, özellikle Rumların taşınır nitelikteki mallarını, düzenlediği müzayedelerle büyük ölçüde sattı; taşınmaz türdeki tarla, bahçe ve bağlıklardan önemli bir kısmını da ihtiyaç sahiplerine kiraya verdi. Üçüncü süreçte ise, bu türde büyük oranlı bir satış söz konusu olmamakla birlikte, yanlış bilgilerle donatılmış sahte mal bildirim beyannameleri nedeniyle, Yunanistan’da tarım arazisi yönünden zengin olan çok sayıda insan Türkiye’de mallarının karşılığını alamazken, firsatçı bir grup ise büyük çaplı haksız kazançlar elde edebildi.

Rumlardan Kalan Toprakların Dağıtımı
Rumlardan geriye kalan ekilebilir tarlaların, bağların, bahçelerin, zevtinliklerin ve incirliklerin savaş sonrasında içine düştükleri durum, gerçekten kötüydü. Rum göçünden sonra, önemli oranda ekilebilir alanın ortada kalmasıyla, pek çok kişi büyük heveslere kapılarak, bunları işgal etmişti. “Bağcılığı bilen ve bilmeyen herkes, bir bağ ve bahçeyi işgal edip...” üretime soyunmuştu. Mübadele uygulamasının başlamasından sonra da, bir Rum arazisini işgal edivermiş bu insanları, işgal ettikleri topraklardan çıkarmak çoğu zaman mümkün olmamıştır. Türkiye’den ayrılan Rumların dörtte üçünün kent kökenli olmasına karşın, tarımla uğraşan Rumların teknik bilgisinin Türk çiftçilere göre ortalama düzeylerinin yüksek olduğu bilinen bir gerçekti. Bununla birlikte, Rumların bıraktıkları topraklar, büyük ölçüde verimli alanlarda kümelenmişti. Rumların savaş sonrasında Türkiye’yi terk etmesinin ardından bu topraklara bakılamamış, bundan daha da kötüsü, azıcık da olsa bakımlı ve ürün yönünden zengin olan topraklar talan edilmişti. Bütün bunlara karşın, çok büyük orandaki ekilmiş tarlalar ve bahçelerle yemişli ağaçlarda ürün, hasat edilemeden dalında kalmıştı. Üzümler bağlarda çürümüş, zeytinler toplanamamış, tütün ve incir alanlarıyla ilgilenilememişti. Tarım alanlarındaki Rum işgücü kaybı ile, yerli Müslüman halkın, duygusal bir tepki ile bu malları ve ürünleri tahrip etmesi sonucu, ürün rekoltesinin savaş öncesi düzeye ulaşması bir anda mümkün olmamış, bunun tarıma dayalı bir ekonomi üzerindeki etkileri uzun süre hissedilmişti. Bu durumun, uzun süre devam etmesi olanaksızdı. Rum taşınmazlarından sorumlu bir kurumun kurulması ve uluslararası yükümlülüğün belli bir organizasyon ve plan içinde yerine getirilmesi için yasal düzenlemelerin hızlı bir biçimde gerçekleştirilmesi zorunluluğu vardı. Bu nedenle 23 Ekim 1923 tarihinde Mübadele İmar ve İskan Kanunu Türkiye Büyük Millet Meclisi’nce kabul edildi. Aynı yasaya paralel olarak Mübadele, İmar ve İskan Vekaleti adıyla yeni bir bakanlık  kuruldu. Birkaç gün sonra da kurulan bu bakanlığın başına, aktif kişiliği, çağdaş kafası ve ileri görüşlülüğüyle tanınmış olan İzmir Milletvekili Mustafa Necati seçildi.

Vekalet Türkiye’yi önce sekiz yerleşim alanına böldü; sonra bu sayıyı ona çıkardı.  Her iskan alanında bir İskan Müdürlüğü ve bu müdürlüğe bağlı komisyonlar, teknik ekipler bulunuyordu. Sözkonusu yasal mevzuata bakıldığında, idealist düşüncelerin öne alındığı görülmekteydi. Yeni bir devlet yaratmanın verdiği dürtü ve coşku, göçmenleri Rumlar’dan artakalan alanlara yönelterek, verimli alanlara yöneltmeyi arzuluyor; bunun için araştırma ve örgütlenme düşüncesi ortaya çıkıyordu. Oysa, düşünülen şeyler farklı, sorunlarsa bunların karşılanmasına olanak vermeyecek kadar ağır ve karmaşıktı.

Mustafa Necati’nin bakan olarak seçilmesi, olumlu bir gelişme olarak algılanabilirdi. Zorlukların altına girmekten çekinmeyen bu idealist İzmirli bakan, Kurtuluş Savaşı’nda müdafa-i hukuk örgütlenmesinde ve ardından da İstiklal Mahkemeleri’ndeki etkinlikleriyle son derece olumlu bir imaj yaratmıştı. Dönemin basınında bu imaj son derece olumlu olarak algılanıyor; sorun ağır olmasına karşın, bu sorunun çözümünde böyle bir kişinin sorumlu tutulması her şeye karşın şans olarak görülüyor ve algılanıyordu.

Mustafa Necati, Mübadele İmar ve İskan Vekili seçilmesinin hemen ardından, mıntıka müdürlüklerine gönderdiği talimatlarla, buralarda kapsamlı çalışmalar başlattı. Bu çalışmalardan birisi de, terk edilmiş arazilerin, yani tarlaların ve bahçelerin saptanması ve ölçülmesiydi. Rumlar’dan ne kadar mal kaldığı, bunların ne kadarının hükümetin elinde olduğu bilinmiyordu; bu nedenle önce bunun bilinmesi gerekliydi. Osmanlı bürokrasisi büyük ölçüde dağıldığından ya da işlevsiz duruma geldiğinden, her şeye sanki yeni baştan başlamak gerekmekteydi. Bu nedenle yerel yöneticilere başvuruldu. Bunlar, hem kalan malların oranını bildirecek, hem de işgal edilmiş ya da el konulmuş malları, haksız işgalcilerin ellerinden alacaklardı. İlgili talimat gereğince görevliler, terk edilmiş arazilerin işgalden kurtarılması için yoğun çaba harcadılar. Ama bu çabalarında hiç de ummadıkları bir tepki ve direnme ile karşılaştılar. Çünkü yanıp yıkılan Anadolu’da, bin bir türlü facialar yaşamın ve gerçekten muhtaç duruma düşmüş yüzbinlerce aile vardı. Bunlar iki elleri böğürlerinde hükümet kapısına yığılıyor, kendilerine barınacak bir bağ, işleyecek bir parça arazi verilmesi isteklerini dile getiriyorlardı. Özellikle 30 Ocak 1923 tarihli Sözleşmeye kadar, bu mallar büyük ölçüde talan edilmiş, bir furya halinde yağmaya uğramıştı. Hükümet denetimi sağlandıktan sonra da, bu kez hükümet kapısında bu tür istekler dile getirilir olmuştu. Bocalamalar, 30 Ocak tarihli bu sözleşmeden sonra büyük ölçüde azalmış, kafaların karışıklığı bir ölçüde durulmuş, sorunun ne tür bir eğilim izleyeceği bir ölçüde netleşmişti. Ama yine de gereksinimi olan insanların istekleri bitmiyor; üstelik büyük ölçüde basında bu insanların savaşın her türlü ezasını ve cefasını çektiği anımsatılarak, devletten şefkat beklendiği dile getiriliyordu. Buna karşın hükümet, fuzuli işgalleri sona erdirmek, yasal olmayan biçimde işgal edilen bu malların işgallerden kurtarılması için harekete geçmişti. Fuzuli işgallere uğrayan arazilerin, işgal edilenler tarafindan bırakılmak istenmemesi önemli güçlükler doğuruyor, bunun için kimi zaman kaba güce bile başvuruluyordu. Yaka paça kapı dışarı atılan aileler, kentlerin değişik yerlerinde perişan görüntüler yaratıyorlardı. Hatta basında, mezarlıklar ortasında barınan bu tür ailelerin trajedileri dile getirililiyordu.

Bu tür sorunlar daha çok İzmir, Balıkesir ve Aydın gibi kentlerde görülüyordu. Bunların yanı sıra, Karadeniz ve Marmara bölgelerinde de önemli hasarlar meydana gelmişti. Özellikle Pontus ayaklanması nedeniyle Samsun, Ordu, Giresun, Amasya ve Tokat’ta taş üstünde taş kalmamış, pek çok ev, tarla, bağ ve bahçe askeri muharebeler ne deniyle tahrip edilmişti.

Kısacası; mübadele ile Yunanistan’ın örneğin Selanik, Hanya, Kandiye, Resmo, Kayalar, Langaza gibi yerlerinden kalkıp gelecek Müslüman göçmenlere, Lozan’da Rumlar’dan kalmış olan arazilerin, bağların, bahçelerin, evlerin verilmesi kararlaştırılmıştı; ama vaadedilen evler, bağlar ve bahçeler işte bu haldeydi.

Yara çoktu; yaralılar yığın yığındı; ama yaraya çare olacak merhem ortada hemen hemen kalmamıştı.
-Devam Ediyor-

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder