23 Mart 2007 Cuma

Doğu Karadeniz Gezi Rehberi


Bu yaz tatilinizi Karadeniz'de geçirmeye niyetliyseniz ve bölgeyi tanımıyorsanız aklınızdan çıkarmamanız gereken bir kaç nokta var:

1-) Bodrum' a gitmiyorsunuz! bölgenin en önemli gezi hedefleri, bozuk stabil yollların ve geçit vermez bir bitki florasının kapladığı sarp yamaçların ardında bulunuyor. Tecrübeyle defalarca test edilmiştir ki, otoban yollar için üretilmiş arabanızla kent merkezlerinden öteye gitmeye kalkarsanız; yolda kalabilirsiniz. Gezmeyi düşündüğünüz bölgeye en yakın otel ya da pansiyonda mutlaka rezervasyon yaptırın ve mümkünse bir tur rehberi ile anlaşın. Trekking'e meraklıysanız, ne kadar tecrübeli olursanız olun, harita üzerinde yaptığınız yürüyüş planlarınızı bölgeyi iyi tanıyan profesyonel rehberlerle tartışın. Hangi ilçeye giderseniz gidin misafirperverlikle karşılaşacağınızdan, sofralara buyur edileceğinizden şüpheniz olmasın. Bununla birlikte yöresel yemeklerimizde içyağı ve tabii ki tereyağı, alışık olmadığınız miktarda kullanılmış olabilir, bence fazla kaçırmayın.

2-) Karadeniz'in saklı güzelliği şu sıralar yol yapımı uğruna canına okunan sahillerde değil daha iç ve yüksek bölgelerde. Eğer niyetiniz denize girmekse, Akdeniz'den aldığınız zevki burada bulamazsınız. Karadeniz'in suyu daha az tuzlu ve yol yapımından sonra denize girilebilecek çok az yer kaldı. Yine de yüzmek isteyenlere diş çatlatan soğuğuyla dereler bir alternatif olabilir. Terkedilmiş kiliseler, sahiplerinin bile unuttuğu terkedilmiş ahşap konaklar, bulutların üstüne basarak koşacağınız yaylalar, keşfedilmeyi bekleyen dar vadiler ve aradığınız herşey, toplu ulaşım araçlarının ya uğramadığı ya da sabırsız turistlerin keyfini umursamayacak kadar seyrek çalıştığı mevkiilerde. Bir tur organizasyonuna dahil olmadan yalnız gezmeyi seviyorsanız ve arazi aracınız yoksa arabanızı genellikle bir yol kenarına parkedip bol bol yürüyeceksiniz demektir. Bu da, yaz ortasında bile günde üç defa yağan yağmura mutlaka yakalanağınıza işarettir. Demek ki bir yağmurluk ve yamaçlarda yürürken bir aksilik çıkmaması için bileklikli bir trekking ayakkabısına ihtiyacınız var. Cep telefonunuza da fazla güvenmeyin, firmaların arasındaki sıkı rekabete rağmen yüksek köylerin çoğunda işe yaramıyorlar.

Bu yazıyı kaleme alırken hedef kitlemin, bölgeyi tanımayan, tarihi yapılara ve tabiata meraklı, entellektüel düzeyi yüksek ziyaretçiler olacağını farz ederek devam ediyorum. Öncelikle gazetelerde boy boy ilanları çıkan filanca ya da falanca şirketin 8 gece 9 gün "Karadeniz turu" reklamına aldanırsanız gözden kaçırmamanız gereken birkaç nokta var. Bu turların en büyük avantajı gezeceğiniz yerlerden, kalacağınız otellere kadar tüm tur planının önceden hazırlanmış olup, sizi büyük bir müşkülden kurtarması, daha da iyisi genellikle taksitle ödediğiniz bu turların ekonomik açıdan cazibesi...Tabii ki madalyonun bir de öteki yüzü var; Batı Karadeniz'in ortasındaki Safranbolu evlerinden, Doğu Karadeniz'in en yüksek yaylalarına, oradan Sarp sınır kapısına kadar uzanan bu gezi planının iştahlı bir gezginin hevesini kursağında bırakacak garip bir tarafı var. Filanca yapıyı ya da yaylayı görebilmek için saatlerce otobüsle yol aldıktan sonra merakla gittiğiniz yerin daha havasını teneffüs etmeye fırsat kalmadan tur rehberinin toplanın gidiyoruz sesiyle, daha yorgunluğunuzu atmadan, geldiğiniz çileli yolla tekrar cebelleşiyorsunuz. Bir örnekle anlatayım; diyelim bunaltıcı Ağustos sıcağında nemli Rize'den, kaplıcalarıyla ve doğal güzelliğiyle ünlü Ayder Yaylası'na gidiyorsunuz; yüksek ve serin bu yaylaya vardığınızda tam kendinizi çimenlerin üzerine bırakmaya niyetlendiğinizde tur rehberinin sesine kulak veriyorsunuz: - Bir saat sonra otobüsün önünde buluşalım ! O andan itibaren yeryüzündeki bu cennette kol saatinizle başbaşa kalıyorsunuz. Beyin gücünüz kaşıkları falan eğebilecek nitelikte değilse genellikle saatin yelkovanı, tüm engelleme çalışmalarınıza rağmen 100 metre koşan atletler gibi depara kalkıyor ve yeşil ile daha yeşil arasındaki farkı içinize sindiremeden finişe varıyor. İki arada bir derede koşturduğunuz bu yoğun programları tamamlayıp eve dönüp yere kapanıp İstanbul toprağını öptüğünüzde eğer akıl edip gittiğiniz yerleri bir video kameraya kaydetmemişseniz, genellikle aklınızda ne kadar yorulduğunuzdan elinizde de eşe dosta aldığınız üş beş hediyelik eşyadan fazlası kalmıyor. Seyehatin nasıl geçtiğini soran arkadaşlara video kayıtlarınızı gösterirken gördüğünüzü sandığınız yerleri rehberin kol saatiyle sizinkinin işbirliğinden dolayı görmediğinizi sadece baktığınızı anlayıp pişman oluyor ve arkadaşlarınızın kıskançlıkla biz de gitmeliyiz temennileri altında, şurayı sindire sindire adam akıllı bir daha görmeliyim hissine kapılıyorsunuz.

Öncelikle bu geziye 10 günden daha az vakit ayırmayı düşünüyorsanız; batıdan doğuya tüm bölgeyi görme düşüncesini aklınızdan çıkartın ve bir bölgede yoğunlaşın. On yıl kadar önce "hızlı kitap okuma" tekniği altında sözde bir devrim yapılmıştı hatırlarsınız. Sonrasında "okuma" ile "anlama" nın birbirinden farklı şeyleri ifade ettiği anlaşılıp, 20.yüzyılın pragmatist kent insanın kendine has tuhaflıklarından biri olarak unutulmak üzere 80'li yılların şimdiden tozlanan raflarına bırakılmıştı. Woody Allen, zamanında bu kurslardan birine katılmış ve "Savaş ve Barış"ı 15 dakikada okuyuvermişti, kitaptan tek hatırladığı, olayın galiba Rusya'da geçtiğiydi. İşte bu hızlandırılmış turlarda bana hızlandırılmış okuma kursları gibi geliyor. Bu kapsamda bir gezi bence, gezme eyleminin tüm içeriğiyle kendisinden çok eşe dosta "şurayı da gördüm" demeyi sevenlere göre.

Seyahate çıkmadan önce okumanız gereken iki tür kitap var:
1- Bölgenin coğrafi, tarihi ve kültürel özellikleri hakkında bilgi içeren bilimsel kitaplar,

2- Bölgede konaklayabileceğiniz otel ve pansiyonlar ile görmeniz gereken yerler hakkında bilgi içeren rehber kitaplar.

Digital çağda bu bilgileri sellüloz koklamadan, bizim sitemizden de bedavaya edinebilirsiniz tabii ki. Öncelikle bölge hakkında hiç bilgisi olmayanlar için bazı temel noktaları aydınlatarak devam etmekte fayda var:

a) Okullarda coğrafya dersinde size öğretilen Karadeniz Bölgesi haritasını aklınızdan silin. Bunun birkaç nedeni var: Terminolojik açısından hatalı; Karadeniz oldukça büyük bir deniz ve tek komşusu Türkiye değil. Bir dünya haritasını önümüze açıp baktığımızda bizim Orta Karadeniz dediğimiz bölge, gerçekte "Güney Karadeniz", Doğu Karadeniz dediğimiz bölge ise "Güney Doğu Karadeniz" olarak konumlanıyor.

b) Yeşil ile daha yeşil arasındaki farkı anlayabilmeniz için en azından Ordu il sınırına girmiş olmalısınız. Daha batıda pek de bir fark göremeyeceksiniz, buradan itibaren ise ardınızda bıraktığınız her km.de yeşilin bir farklı tonunu daha keşfedeceksiniz. Özellikle Trabzon dağlarından itibaren ise bambaşka bir coğrafyada olduğunuzu hissedeceksiniz. Bu da çok doğal çünkü Doğu Karadeniz bölgemiz gerek iklim gerekse bitki ve hayvan florası açısından Anadolu platosundan çok Kafkasya'ya has nitelikler taşıyor. Bu sadece flora için geçerli değil etnik yapı ve kültür içinde geçerli. Kafkasya coğrafyasının Anadolu içerisine sarktığı bu kavşak noktada var olmak, kendine has sentezini yaratmış.

c) Sitemizi dikkatli bir şekilde gezerseniz anlayabileceğiniz gibi, Karadeniz'de yaşyan herkes "Laz" değil, Lazlarda Orta Asya'lı değil Kafkasya'lı bir halk. Osmanlı döneminde Samsun'dan Batum'a kadar uzanan bölge Trabzon vilayeti olarak isimlendiriliyormuş. Bu bölgede yaşayan eski Trabzon İmparatorluğu yerlileri de kendilerini [müslüman-hristiyan] Laz olarak adlandırıyormuş. Günümüzde gerek Karadenizli hristiyanların mübadele ile gönderilmesi ve gerekse 19.yüzyıl sonlarından itibaren, Osmanlı Rus savaşlarının kaçınılmaz sonucu olarak gelen müslüman Kafkas göçmenlerinin, Batı ve Orta Karadenizde etnik yapıyı önemli oranda etkilemesi sonucu bu terim daha çok Trabzon ve doğusu için kullanıılıyor. Yakın zaman kadar, gerek linguistler, gerekse etnologlar tarafından "Laz" terimini kullanırken, çeşitli kaynaklarda "Müslüman Mingreller" olarak adlandırdıkları ve Rize'nin Pazar ilçesinin doğusundaki sahil kasabalarında yaşayıp, Lazuri adı verilen bir Kafkas dilini konuşan halkı tanımlıyorlardı. Oysa günümüzde, Laz teriminin, "Mingrel (Lazcası Megreli)" teriminden daha köklü olduğu, dolayısıyla arada bir akrabalık varsa Megrellerin "Hristiyan Laz" olarak nitelendirilebileceği düşüncesi daha yaygındır. Lazca bilmedikleri halde ana dilleri Türkçe olan Giresun, Trabzon ve Rize'nin sahil kesimi de bu bölgelerden 1923'de Yunanistan'a gönderilen Pontus Rumları'da kendilerini "Laz" olarak adlandırıyor, ki bu tanımlamanın sırrı da henüz aydınlatılmış değil.

d) Hamsi balığı bölgenin sembolü olmasına rağmen, sadece Karadeniz’de yaşayan bir balık değil. Dünyanın nerdeyse tüm denizlerinde çeşitli türleri yaşıyor ve her dilde farklı bir isimle adlandırılıyor [İngilizce anchovy]. Hamsi sürüleri Eylül ayında Romanya- Bulgaristan sahillerinden yola çıkıp kasım ayında bizim sahillere uğruyor ve tavalarımıza misafir oluyorlar. Samsun'un uçsuz bucaksız düzlüklerinde açılmış tarlalarda ekilen tütün, Karadeniz'in her yerinde yetiştirilen ekmek yapımında kullanılan ve sofralardan çeşit çeşit lapası eksik olmayan mısır, bölgenin yerli bitkileri değiller. Her iki bitkinin de kökeni Amerika ve bölgede bir kaç yüzyıldır ekiliyorlar. Kısacası muhtemelen, büyük bir iştahla yiyeceğiniz "muhlama" [diğer adları; kuymak, havitz] mısırdan yapılmadan önce arpadan yapılıyormuş.


e) İyisi dut ağacından yapılan üç telli bir müzik aleti olan kemençe, Doğu Karadeniz'in özellikle sahil kesiminin en popüler müzik aleti. Bizim otantik ve ilkel görünüşlü kemençemiz ile senfoni orkestralarının göz bebeği "keman" aynı aileden geliyorlar. Daha doğrusu her ikisininde atası "rebap" adı verilen ve arkeologların en eski örneğini Arabistan'da buldukları bir müzik aleti. Muhtemelen Arabistan, İran ve Bizans üzerinden tüm eski Dünya'ya yayılıp, her yörede kendine özgü gelişmiş. Bulgaristan, Yunanistan, Yugoslavya, Azerbeycan, Türkiye, Afganistan... dünyanın pek çok yerinde benzerleri farklı isimlerle tanınıyor ve o yöreye has ritmlerle çalınıyor. Karadeniz kemençesi ise yalnız bölgemizde ve bölgeden Yunanisan'a göç eden Karadenizli Rumların sayesinde Yunanistan'da çalınıyor ve her iki ülkede de kemençe [Farsça küçük keman] olarak adlandırılıyor. Kemençe, Laz'lar tarafından da sevilmekte ve çalınmakta ise de esas rengini Trabzon civarında buluyor. Lazlar'ın ve Rize Hemşinlilerinin otantik çalgısı ise keçi derisinden yapılan ve içi hava doldurulup, hava çıkışı kontrollü boşaltılarak çalınan tulum. Trabzon'un dağlık güneyi ve Gümüşhane dağlarında yaşıyan Rumlar'da mübadeleden önce tulum çalarlarmış ama bu miras günümüze pek intikal etmemiş, tuluma bu yörelerde artık pek seyrek rastlanıyor. Hopa Hemşinlileri ise yanyana yaşadıkları Lazlara rağmen tulum'u tanımıyor ve çalmıyorlar. Bu bölgede ve Trabzon'un yüksek dağ köylerinde sadece şimşir kaval çalınıyor. Artvin'in Gürcistan'a yakın bölgelerinde ise otoktan müslüman Gürcüler yaşıyorlar ve akerdeon çalıyorlar.

f) Tüm Doğu Karadeniz'in tek halk oyunu yüzlerce çeşidi olan ve yöreden yöreye değişen nüans farkları olan "horon" ya da "horom". Samsundan itibaren doğuya doğru tüm Karadenizliler tarafından oynanıyor. Türkiye'de bitmeyip devam ediyor Gürcistan'ın Acara yöresinde çeşitli Gürcü oyunlarının yanısıra farklı bir kurguyla oyunun savaşçı karakteri ön plana çıkartılarak oynanıyor. Horon oyununa dair ilk yazılı belge M.Ö.4 yüzyılda bölgeye gelen bir Yunan yazarının notlarında karşımıza çıkıyor. Xenophon, "Anabasis" adlı eserinde Doğu Karadeniz sahilinde yaşıyan yerlilerin bir çeşit flüt eşliğinde ellerinde bıçaklarla oynadıklarını anlatmaktadır. Bu oyun özellikle "Akçaabat", "Sürmene" ve "Bayburt" başta olmak üzere tüm Karadenizde çeşitli versiyonları bulunan ve halen oynanan "piçak oyunu" olmalıdır.

g) Karadenizlilerin bölgelere göre değişmekle birlikte yöresel folklorik giysileri bulunmakta: Bilhassa kadınlar günden güne azalmakla beraber zamanın hafızalarımızda açtığı gediklere direnip eski tarz giyinmekte inat ederek bu kültürün yaşamasına hizmet ediyorlar. Peştemal (Rize sahilinde dolaylık adı veriliyor) batıda Giresun'dan doğuda Pazar'a kadar giyilen Karadenizli kadınların milli kıyafeti, yazık ki son bir kaç yıldır yaşlı kadınlar dışında takılmıyor. Rizede Kavuniçi siyah, Giresun ve Akçaabat'ta kırmızı beyaz, Sürmenede kırmızı siyah, Ofta koyu sarı siyah renkleri giyiliyor. Farsça kökenli bir kelimeden türeyen ve başa talıkan keşan ise peştemale göre daha şanslı çünkü kadınlar şimdilik başlarına keşan bağlamaya devam ediyorlar. Trabzon'un iç bölgesinde yaşıyan kadınlar ise peştemal yerine daha kalın olan ve beli soğuktan koruyan kuşak takıyorlar. Kadınların yakın zamana kadar giydikleri yeleğin adı fermene [Yunanca yelek]. Hemşinli kadınlarin giyim kuşamları ve baş bağlama şekilleri Trabzondan farklı. Kenarları pullarla süslü, siyah ipekli tülbent üzerine [cinpuli] sarı yada yeşil renli ipek eşarp bağlıyorlar [şar]. Erkeklerin yöresel giysisi körüklü siyah pantul [zipka], deri çizme [ya da çapula], beyaz gömlek üstüne siyah yelek... 1950 lere kadar giyilmekle beraber günümüzde sadece folklor ekiplerince kullanılıyor

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder