12 Haziran 2007 Salı

Osmanlı Devletini Kuran Hanedanın Soykütüğü -II



Osmanlı kroniklerinde kuruluş dönemi ile ilgili karmaşık bilgiler aşağıda sıralanmıştır.

1. Yafes Meselesi
Semavî dinlerde, insanlığın ikinci atası olarak Nuh peygamberin adı geçer. Buna göre Tanrının tufan ile inançsızları cezalandırması sonucu, yeryüzünde yalnız Nuh ve ona inananlar kalmıştır. Kutsal kitaplarda Nuh’un oğulları Sâm, Hâm ve Yafes insanoğlunun ataları olarak sivrilmişlerdir.

Yeryüzündeki ırkların Nuh’un oğullarından türediği fikri hâkimdir ve ırklar bu üç isim etrafında tasnif edilmeye çalışılmıştır. Tevrat’ta Nuh’un bu üç oğlundan türeyen ırklar ayrıntılı olarak açıklanmıştır.[22] Buna göre, Yafes’ten beyaz ırk, Sam’dan Araplar ve İbraniler dahil olmak üzere Sami ırkı ve Ham’dan Kuzey Afrikalılar türemiştir. Bu bilgiler, diğer semavî dinlerde de etkili olmuştur. Türklerin Yafes soyuna dayandığına dair Tevrat’ta yer alan semit jenealojisi, Türk düşünce hayatında da yer edinmiştir.

Nuh’un oğullarına dayanan şecereler sayesinde, ırklar arasında kalıtımla geçen derece farkları ortaya çıkmıştır. Bu derecelendirme en üstün ırk ve  toplum anlayışını meşru kılmayı amaçlamıştır. Nuh soyu için, ırk saflığını korumak gibi adetlerin varlığına çeşitli kaynaklarda rastlanmaktadır. Bu, hem Yafes kökenden gelen Ariler için, hem de Sami bir kökenden gelen İbraniler için geçerlidir. Buna karşın Ham neslinden gelenler, babaları Nuh’un lanetine uğradıkları için kıyamete kadar Yafes ve Sam soyuna  hizmet etmeye mahkum olmuşlardır. Irkların saflığını ve üstünlüğünü korumak gerektiği fikri çeşitli yapılanmaları da beraberinde getirmiştir. Musevilerin ırkları dışında evlilik yapmaları yasak olduğu gibi, Ariler de benzer uygulamaları Hindistan’da yürütmüşler ve kast sistemini oluşmuşlardır. Kast sisteminin en üstünde Ari soyundan Brahmanler yer almıştır. Onların diğer kastlarla evlenmeleri bir yasaklanmıştır. Bu adetler, kavimlerin varlıklarını koruma güdülerini anlatır.

Göçebe toplumların sıraladığı soy cetvelleri, üstün ırk anlayışından ziyade aşiret üyelerini bir arada tutmaya yöneliktir. Bu sayede, aralarında kan bağı bulunan topluluğun bütün fertleri arasında dayanışma duygusu güçlendirilmek istenir. Bulanık soy ağaçlarında ilk ataların berraklığı, ortak atalara yapılan özel vurgu ve ortak tarihî geçmişe yapılan göndermeler, aşiretler arası yakınlaşmayı tesis etmiştir. Kandaş aşiretler arasında ortak atalar, birlikteliği sağlayan önemli unsurlardır.

Yafes’in Türklerin atası olduğu hakkında ilk Osmanlı kroniklerinde ve soy kütüklerinde yer alan bilgiler, çeşitli aşiretlerden meydana gelen konferatif yapının ilk eklemini teşkil etmiştir. Bunun yanında, İslâmî kaynaklarda Rum’un, Yafes’in oğulları arasında zikredildiği görülür. Bu söylem, Osmanlıların Anadolu ve Rumeli’de yayılmasını meşru gösteren olaylar ile birlikte mütalaa edilebilir. Nitekim Osmanlıların İslâm dünyasında üstünlüklerini iddia ettikleri döneme rastlayan eserlerde, onların İbrahim oğlu İshak nesline mensup olduklarına dair şecereler uydurulmuştur. Osmanlı hanedanının, Nuh’un oğlu Sam’a kadar uzatılan bu soykütükleri aracılığıyla Hz. Muhammed neslinden geldiği iddia edilir. Osmanlıların, İslâm dünyasında üstünlüklerini iddia ettikleri dönemlerde bu söylemin bir siyasî araç olarak kullanıldığı anlaşılır. Neşrî, Osmanlıların ve Kayının kökeni sayılan Oğuz’un, Sam neslinden gösterilmesini yanlış bir düşünce olarak değerlendirir. Ona göre bu düşüne Acem’in “taassubât-ı şenî‘asından” kaynaklanmaktadır.[23]  Bu görüş daha sonra İdris-i Bitlisî tarafından da değerlendirilmiştir. Bitlisî ekolünü takip eden tarihçiler, Osmanlıların Sâm neslinden olduğunu iddia etmişlerdir.


2. Oğuz Han Meselesi
Osmanlı hanedanının, Türk tarihinin efsanevî hükümdarı Oğuz’a dayandığı düşüncesi, tarihten ziyade şifahî kültürün bir ürünüdür. Diğer bir ifadeyle bu söylem, uç ve göçebe toplumlarında hâkim olan destan ve efsane geleneğinin bir mahsulüdür. Ancak bu efsanenin tarihi bir önem taşıdığı, Osmanlıların soyluluklarının ve siyasî üstünlüklerinin kaynağını oluşturduğu yadsınamaz bir gerçektir.

15. asırda Anadolu beylikleri ve devletleri arasında Oğuz-Türkmen geleneği canlılığını koruyordu. Osmanlı Beyliğinin, Anadolu’yu yayılma alanı içine dâhil etmesi ile bu geleneği, kendi siyasî çıkarları için dönüştürdükleri görülür. Osmanlıların Oğuz soyundan oldukları söylemi, I. Murad’ın hükümdarlığından sonradır. Bu hükümdar döneminde gevşek vassallık bağları ile bağlı Türkmen beylikleri ve göçebe aşiretler, Oğuz geleneği sayesinde Osmanlı Devleti’ne dahil edilmek istenmiştir. Efsanevî hükümdar Oğuz Han ve torunlarıyla ilgili destanlar, kahramanlarını aşiret reisleri olarak sundukları için, Osmanlı hanedanının da bir aşirete dayanması gerekiyordu.[24] Üstelik bu dayanak onlara, Türkmen beylikleri içinde itibar kazandıracak ve “biz” duygusunu pekiştirecekti. Nitekim bu uygulamanın daha vurgulu bir şekli, Ankara bozgunundan sonra ortaya çıkmıştır. Oğuz Han’a ve bilhassa Kayı’ya yapılan özel vurgular onların, Timur’un doğudaki vassallarından daha üstün görünmelerini sağlamıştır.[25] Böylece askerî ve siyasî bir başarısızlık, siyasî bir propaganda ile kapatılmak istenmiştir. II. Murad döneminde, Anadolu’daki Türkmen beylikleri üzerinde hakimiyetlerini perçinlemek isteyen Osmanlılar, Oğuz geleneğini siyasî amaçla yeniden değerlendirmişlerdir.

Oğuz Han destanının, İslâmiyetin kabulünden sonra göçebe Türkmen aşiretleri arasında yeni bir versiyonu türedi. Buna göre, Oğuz Kağan, “dinsiz” bir toplumda Müslüman kimliği ve yakınındakileri İslâm’a davet eden özelliği ile temayüz eder. Onun bu özelliği tam da “gaza ve cihad” anlayışı ile örtüşür. Neşrî, Oğuz Han’ın babası Kara Han hakkında bilgi verirken onun, “dinsiz, kafir ve cebbar” biri olduğundan Türkistan’dan Doğu ve Kuzey ülkelerini ele geçirdiğinden bahseder. Ancak oğlu Oğuz destanlarda, anasından doğar doğmaz Müslüman olan harika bir çocuk olarak resmedilir. Neşrî bu abartılı ifadeleri tarihine almamış ise de, onun Müslüman olduğu konusunda destanlarla hem-fikirdir. Buna göre, Kara Han’ın “Oğuz adında bir oğlu oldu. Hak teâlâ anı Tevhid’e (Tanrının birliğine) irşad etti… Ve etrâkden kavmini evvel Allahü teâlâya davet eden budur… Bu hudâperest olub halkı hakka davet itmeğin, atasıyla vahşet-i azim oldu… Oğuz’la atası Kara Han arasında yetmiş beş yıl kıtal-i kesire vaki olub âhirü’lemr Kara Han maktul olub Oğuz atası elinde olan memalike bi’l-külliye malik olub, sıyt u sedası artub şarkdan garbe varınca rûy-i zemîne müstevlî oldu.”[26] Neşrî, bu anlatımını daha da ileri götürüp Oğuz’un İbrahim peygambere iman ettiğini yazar. Böylece Hz. Muhammed ile Oğuz arasında dolaylı bir yakınlık kurar. Oğuz Han’ın müvahhid kimliği ve tektanrılı bir dine mensup olması, Türklerin İslâmî kimliğine de bir göndermedir. Ancak, asıl önemli olan, onun tevhid bayrağını şarkdan garbe dalgalandırmasıdır. Osmanlılar da, tıpkı ataları Oğuz Kağan gibi bu tevhid anlayışının temsilcisidirler.

Osmanlıların, 15. yüzyılda Oğuz geleneğine kazandırdıkları yeni çehre, onlara hükümdarlık hakkı veren siyasî bir söylem olmasının yanında, muhakkak ki dinî içeriklere de sahipti. Ancak Yafes ile Oğuz Kağan arasındaki ataları hakkında fazla bilgi bulunmayan Osmanlıların, bu puslu dönemdeki atalarının bir kısmı puta tapan kimseler olarak anılırlar. Ancak Oğuz Kağandan sonradır ki, Osmanlıların ataları tevhid inancını bayraklaştırmış ve İbrahim’den itibaren peygamberlerin hizmetinde yer almışlardır. Bayatî’nin, Osmanlıların atalarını peygamberlerin hizmetinde yer almış kimseler olarak sunması ile bu görüş arasında benzerlik bulunur.[27]

Ancak hemen belirtilmelidir ki, Osmanlıların atalarına yer veren soykütüklerini salt dinî içerikli bir malzeme olarak kabul etmek yanlıştır. Dinî muhtevalı olmasına karşın bu soy kütükleri, siyasal içerikli ve yapay idi. Birçok versiyonu bulunan şecereler, yazılı ve sözlü geleneğin malzemeleri ile oluşturulmuştur. Osmanlıların tarihî bilgiler ile efsaneyi karıştırarak yapma bir soyağacı elde ettikleri görülmektedir. Osmanlılar, sıralanan bir çok ata ile doğrudan Oğuz Han’a bağlanırlar. Üstelik dip ata olarak Yafes ve Sam ismini veren iki farklı gelenekte Oğuz ismi ortaktır. Bu yapay soyağaçları sayesinde Osmanlılar, soyları Oğuz Han’a daha dolaylı bir şekilde dayalı olarak tarif edilen komşu Türk hanedanları karşısında üstünlüklerini kanıtlamış ve Oğuz destanlarına aşina Türk tebaaya hükmetmesini meşru kılan bir araç elde etmişlerdir.

Oğuz geleneğini yansıtan bu yapma şecereler uzun süre varlığını devam ettirmişse de, Osmanlıların İslâm dünyasındaki rollerinin artmasına ve tartışılmaz üstünlüklerine paralel olarak, soyağacına dayalı meşruiyet araçlarının yerini İslâmî referanslar almıştır.



3. Gök Alp- Gün Han ve Kayı Meselesi
Nuh ve Oğuz hakkında hem-fikir olan kroniklerdeki kırılma noktası, Oğuz’un oğlu etrafında toplanır. Hemen tüm kronikler Osmanlıların Oğuz’un Gök Alp neslinden olduğunu yazarlar. Ancak, Bayatlı Hasan, Osmanlıların Gün Han neslinden olduğu hususunda ısrar eder. Üstelik Gök Alp neslini savunan kaynaklarda Gün Han’ın oğlu Kayı Han da zikredilmez. Kayı ismi yalnızca Bayatî’de zikredilir (Aşağıda verilen tabloya bakınız).

Tarihî kaynaklardaki bilgiler dikkate alındığında, Osmanlıların hangi boya mensup olduğunu tespit etmek zordur. Anonim Tevârîh-i Âl-i Osman, Behcetü’t-tevârîh, Âşıkpaşazâde Tarihi gibi ilk kroniklerde Osmanlılar’ın Oğuzlar’dan oldukları zikredilmekle birlikte boy adı verilmez. Ancak Yazıcızâde’nin Selçuknâme’si, Câm-ı Cem-Âyin, Düstûrnâme-i Enverî gibi kaynaklarda Osmanlılar’ın Oğuzlar’ın Kayı boyuna mensup olduğuna dair bilgiler yer almaktadır. Kayılar Bozoklar’ın en büyük temsilcisi Gün Han’ın oğludur. Ancak Gök Alp’e dayanan şecereler dikkate alınırsa Osmanlıların Üçoklar’a mensup olabileceği de düşünülebilir.[28] Bu meyanda değerlendirilmesi gereken Kâşgarlı Mahmud’un Oğuz boylarını tasnifi her bakımdan dikkat çekicidir. Kâşgarlı’da verilen listede yirmi iki boyunun ismi zikredilse de, XI. yüzyılda Oğuzlar’ın 24 boydan teşekkül ettiği bilinmektedir. Divânü Lügati’t-Türk’teki listede Oğuz boyları o zamanki kudret ve şöhretlerine göre sıralanmıştır.[29] Selçukluların mensup olduğu Kınık boyunun en başta yer alması siyasî güçleri ile yakından alakalıdır. Kâşgarlı Mahmud, Bağdat’ta eserini yazdığı sırada burası Selçukluların nüfuzu altına girmişti.[30] Divan’ın bu siyasî gelişmeler sırasında yazıldığı ve Kınıklar’ın bu tarihlerde sivrildiği anlaşılmaktadır. Oğuz boylarının en eski siyasî ve içtimaî mevkilerine göre tanzim edilmiş listesini veren Reşideddin ise, Kınıkları, Oğuz boyları arasında en sonda verir. XIV. yüzyılda Selçuklular çökmüş, Moğolların nüfuzu altına girmiştir.

Osmanlılar’ın siyasî meşruiyet kaynağı olarak Kayı boyuna yaptıkları özel vurgu birçok bakımdan dikkat çekmektedir. Oysa, Oğuz geleneğinde hükümdarların Kınık ve Salur boyundan yetiştikleri görülür. Osmanlılar’ın menşelerini Kayı boyuna dayandırmaları ve kendilerini bu iki boydan tefrik etmeleri siyasî bir mesele gibi görülmektedir. Türkmen beylikleri arasında Oğuz’un büyük oğlu Gün Han’ın neslinden gelen Kayıların, hakimiyetin meşru temsilcisi olduğu şeklindeki yaygın düşünce Osmanlı tarihçileri tarafından işlenmiş ve Kayı dururken hükümdarlığın kimseye çatmayacağı fikri siyasî olarak formüle edilmiştir. Nitekim, Moğol tahakkümünün artması ile uclara yığılan göçebe Türkmen kitlelerinin beyleri, bir kurultay sonucu Osman Gazi’yi han seçmiş ve hükümdarlığın Kayı’nın hakkı olduğunu dile getirmişlerdir.



4. Süleymanşah ve Gündüz Alp Meselesi
Osmanlıların yakın atası ve Ertuğrul’un babası konusunda, kaynakların hemen hepsi Süleymanşah ismini zikrederler. Buna karşın, Karamanî Mehmed Paşa ve Enverî’nın eserinde, Ertuğrul’un babası olarak Gündüz Alp yazılıdır.

Süleymanşah geleneğini benimseyen kronikler onun, İran’da Mahan şahı olduğunu yazarlar. Buna göre, Moğol istilâsı sonrasında kalabalık Oğuz aşiretleri ile Anadolu’ya gelen Süleymanşah, Rum sultanı olmuştur. Burada bir müddet kafirlerle mücadele eden hükümdar daha sonra Türkistan’a geri dönmek istemiştir. Ancak, Caber Kalesi yakınlarında bir kaza sonucu atından düşmüş ve Fırat nehrinde boğulmuştur. Bundan sonra aşireti dağılmış ve muhtelif yerlere dağılmıştır. Küçük bir kitle ise Süleymanşah’ın üç oğlu ile birlikte kalmıştır. Bir müddet sonra Sungur Tekin ve Gündoğdu idaresindeki aşiret mensupları da Türkistan’a geri dönmüşlerdir. Ertuğrul Bey idaresindeki bir grup ise Anadolu’da kalmıştır.

Kroniklerde yer alan bu Süleymanşah, Türkiye Selçuklu Devleti hükümdarı ve kurucusu Kutalmışoğlu Süleymanşah’tan başkası değildir. Türkmen muhitlerinde adı unutulmayan Kutalmışoğlu, Osmanlı tarihlerinde de yer almıştır. Bunun Osmanlı’nın Anadolu’daki yayılmacılığını meşrulaştırmak ve Türkmen Beylikleri karşısında siyasî bir güç sağlayacağı kuşkusuzdur. Osmanlı tarihçileri Süleyman’ı ataları göstererek, Anadolu’nun fethi başarısını kendilerine mal etmeye çalışmışlardır. Bununla birlikte Selçuklu Devleti’nin varisi olmak için uydurulmuş bir isim olabileceği de akla gelebilir. Ancak Osmanlılar bu konuda diğer Türkmen beylikleri gibi ısrarcı olmuşa benzemez. Türkiye Selçuklu Devleti’nin kurucusu olarak Sultan I. Alâeddin Keykubad’ı kabul ederek, kendilerini bu iddialardan uzak tutmuşlardır. Kroniklere göre onlar, Şüleymanşah’ın önderliğinde Anadolu’ya Selçuklulardan önce gelmiş ve burada birçok mülkü ele geçirmişlerdir.

Gündüz Alp ismini telaffuz eden kaynaklarda ise, Süleymanşah etrafında oluşturulan kurgu kadar bilgi yoktur. Anlaşılan Gündüz Alp, Kutalmışoğlu kadar tarihin, edebî metinlerin ve şifahî kültürün konusu olmamıştır.

Sonuç olarak, kaynakların Osmanlı hanedanının soykütüğünden bahseden kısımların farklılıklar arz etmesi, bugün genel kabul gören Kayı adı ve Oğuz geleneğini sislerle örtmüştür. Bu sis perdesinin aralanması bugünkü bilgilerle mümkün gibi görülmemektedir. Ancak bu yapay şecerelerin kısaltılmış birer dünya tarihleri olduğu ve tarihî bir malzeme olarak göz ardı edilmemesi gerektiği yadsınamaz bir gerçektir.

KAYNAKÇA
[1] Rudi Paul Lindner, OrtaÇağ Anadolu’sunda Göçebeler ve Osmanlılar (çev. Müfit Günay), Ankara 2000, s.50.

[2] M. Fuad Köprülü, “Osmanlı İmparatorluğu’nun Etnik Menşei Meseleleri”, Belleten, VII/28, Ankara 1943, s.212-303.

[3] R. Paul Lindner, “İlk Dönem Osmanlı Tarihinde İtici Güç ve Meşruiyet”, Söğüt’ten İstanbul’a (Der. Oktay Özel- Mehmet Öz), Ankara 2000, s.424.

[4] Yazıcızâde Ali. Tevârih-i Âl-i Selçuk, Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi, Revan, Nu: 1391, v. 444a-444b.

[5] Üçler Bulduk, “Osmanlı Kroniklerinde Türk-Oğuz Şecereleri ve Kayılar”, Uluslararası Osmanlı Tarihi Sempozyumu (8-10 Nisan 1999) Bildirileri, İzmir 2000, s.4-5.

[6] Muharrem Ergin, Dede Korkut Kitabı I, Ankara 1994, s.73.

[7] “Hangisinin kabilesi çok ise ondan padişah seçerler”. Ebülgazi Bahadır Han, Şecere-i Terakime (Türklerin Soy Kütüğü) haz. Muharrem Ergin, Tercüman 1001 Temel Eser, İst. (t.y.), s.56.

[8] Âşıkpaşaoğlu Ahmed Âşıkî, “Tevârîh-i Âl-i Osman” (düz. N. Atsız), Osmanlı Tarihleri I, İstanbul 1947, s. 92; Mehmed Neşrî, Kitab-ı Cihannümâ I (yay. F. Reşit Unat-M. Altay Köymen), Ankara 1949, s. 57.

[9] “Gündüz Alp, Er Duğrıl anunla bile

Dahı Gök Alp u Oğuzdan çok kişi

Olmış idi-ol yolda anun arkadaşı” bk. Ahmedî, “Dâstân ve Tevârîh-i Mülûk-i Âl-i Osman” (düz. N. Atsız), Osmanlı Tarihleri I, İstanbul 1947, s.8.

[10] Şükrullah, “Behcetü’t-tevârîh” (çev. N. Atsız), Osmanlı Tarihleri I, İstanbul 1947, s.51.

[11] Şükrullah, a.g.e., s.51.

[12] Âşıkpaşaoğlu a.g.e., s. 92.

[13] Âşıkpaşaoğlu, a.g.e., s.52-53.

[14] Bayatlı Mahmud Oğlu Hasan, “Cam-ı Cem-Âyin” (sad. F. Kırzıoğlu), Osmanlı Tarihleri I, İstanbul 1947, s.381-394.

[15] Bayatlı Mahmud Oğlu Hasan, a.g.e., s.395.

[16] Rudi Paul Lindner, a.g.e., s.56.

[17] Mehmed Neşrî, a.g.e., s. 55-57.

[18] Mehmed Neşrî, a.g.e., s.57.

[19] Oruc b. Âdil, Tevârîh-i Âl-i Osman (nşr. Franz Babinger, Die Frühosmanischen Jahrbücher des Urudsch), Hannover 1925, s.4.

[20] Mükrimin Halil [Yinanç], Düstûrnâme-i Enverî. Medhal, İstanbul 1929, s.88.

[21]Düstûrnâme-i Enverî (nşr. Mükrimin Halil), İstanbul 1928, s.73-81; Necdet Öztürk, Fatih Devri Kaynaklarından Düstûrnâme-i Enverî. Osmanlı Tarihi Kısmı (1299-1466), İstanbul 2003.

[22] Tekvin, 10:1-32.

[23] Bk. Neşrî, a.g.e., c.1, s.57.

[24] Colin İmber, “Osman Gazi Efsanesi”, Osmanlı Beyliği (1300-1389), ed. Elizebeth A. Zachariadou, İstanbul 1997, s.75.

[25] Aldo Gallotta, “ ‘Oğuz Efsanesi’ ve Osmanlı Devleti’nin Kökenleri: Bir İnceleme”, Osmanlı Beyliği (1300-1389), İstanbul 1997, s.46.

[26] Neşrî, a.g.e., c.1, s.11.

[27] bk. Hasan b. Mahmûd Bayâti, “Câm-ı Cem-Âyin”, (sad. Fahrettin Kırzıoğlu), Osmanlı Tarihleri I, İstanbul 1947.

[28] Oğuz Boyları hakkında geniş bilgi için bk. Faruk Sümer, Oğuzlar (Türkmenler). Tarihleri-Boy Teşkilatı-Destanları, İstanbul 1999.

[29] Besim Atalay, Divanü Lugati’t-Türk Tercümesi, Ankara 1998, s. 65-68.

[30] Omeljan Pritsak, “Mahmud Kaşgarî Kimdir”, Türkiyat Mecmuası, c.X, İstanbul 1953, c. 245-246.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder