25 Ekim 2016 Salı

Frunze'nin Türkiye Anıları'nda SAMSUN -IV

IV.
SAMSUN'DAN ÇORUM'A
Yağmur yoktu ama sabah hava kapalı ve sisliydi. Yol, yine kötü; şose hep çukurlarla dolu yapış yapış bir çamur tabakasıyla örtülü. Dik yerleri tırmanırken atlar arabaları güçlükle çekebiliyorlardı.

Bizim arabacıların araba sürüşleri de çok ilginç. Yerlerinden hemen her zaman güçlü bir tırısla, bazen dörtnalla kalkıyorlar. Dümdüz bir yolda mı, yoksa dağ yolunda mı gittiklerine aldırmıyorlar bile. Genellikle 50 - 60, bazen da 70 verst hiç mola vermeden gidiyorlar. Böylece atlar 10-13 saat içerisinde yolda, arada soluk aldıkları sayılmazsa hep aralıksız ilerliyorlar. Atları arpa, «saman» denen buğday, ya da arpa saplarıyla besliyorlar.

Oldukça yüksek bir dağın çevresini dolaşan yol bir boğaza ulaşıyor. Burada küçük bir dere akıyor. Dağ, boğazın her iki tarafında da yer yer aralarından geçilmeyecek ölçüde sık çalılıklarla örtülü. Bu gibi yerlere burada «orman» diyorlar. En çok görünen ağaç türü bodur meşeler. Arada bir küçük çam koruları da görülüyor. Geçite en yakın son ve önemli yokuşun dibinde, askerlerle birlikte zikzaklarla kesilen yan patikaya saptım. Keskin bir dönemeçte bir cesetle karşılaştık. Bir erkek ölüşüydü bu. Sırtında Türk köylülerinin giysilerinden vardı: Mavi şalvar ve ceket, ayaklarında eski pabuçlar... Her şeyiyle yoksul biri olduğu anlaşılıyordu. Kafası parçalanmıştı, omuzunda bir kurşun yarası görünüyordu. Öldürüleli çok olmamıştı; biz gelmeden yarım, ya da bir saat önce öldürüldüğü belliydi. Yanımdaki askerler kendi aralarında bir şeyler konuştular, sonra içlerinden biri attan indi, ölüye yaklaştı, şalvarını çözdü ve araştırmaya başladı. Ben hem bakıyor, hem de düşünüyordum: «Acaba ölünün eski püskü giysilerini mi alacak?» diye. Birden askerin «Rum!» diye mırıldandığını duydum. Sonra asker, hoşnut bir görünüşle atına atladı. İş anlaşılmıştı: Demek ölünün hangi ulustan olduğunu öğrenmek istemişlerdi. Bunu da, Hristiyanlardan Müslümanları ayıran o bilinen işarete bakarak anlamışlardı: Rum; bu Yunanlı demek oluyor. Türkler genellikle Anadolu'da yaşayan, Anadolulu Yunanlıları asıl Yunanistan'daki Yunanlılardan ayırmak için böyle söylüyorlar. Yunanistan'dakilere ise «Yunan» diyorlar. Sonra yeniden yola koyulduk. Görünüşe göre buraları pek tekin yerler değildi. Çünkü konvoy komutanı olan ciddi ve sert yüzlü, yaşlı, bıyıklı asker bütün konvoydaki erlere silâhlarını hazır tutmalarını emretti. Kendisi de tüfeğini eğerin üstüne enine kovarak ileri çıktı ve çevreyi sıkıca kontrol etti. Geçidin tepesinden biraz beride 12 jandarmalık bir Türk karakolu vardı. Küçük, yarı yıkık bir kulübede kalıyorlardı. Böyle yerlere burada «karakol» adı veriliyor ve yaklaşık 10-12 verst aralıklarla yerleştiriliyor. «Karakolda öğrendiğimize göre şafakta yola araştırma için çıkan müfreze ile küçük bir Rum çetesi arasında bir çatışma olmuş. Bizim gördüğümüz ceset de bu çetenin çatışmada verdiği ölüymüş.

Tam geçide ulaştık. Sıcaklık kesinlikle değişmişti. Aşağılarda 8 -10 dereceden aşağı düşmeyen ısı burada hafif bir ayaza dönmüştü. Yer yer kar yağıyordu. Karşıki dağların yüksek tepeleri baştanbaşa kar tabakasiyle örtülmüştü. Geçidin tepesinde, karların arasından soluk sarı renkli bir çiçek kopardım. Türkler buna «koyun gözü» diyorlar. Gerçekten de görünüşüne bakılırsa bu ad tam yerinde takılmıştı çiçeğe.

Hacılar geçidinden sonra yokuş aşağı inen yol, Kavak köyüne kadar böyle devam ediyordu. Kavak’ta bizi bir gün önce bekliyorlarmış; Müdür, nahiye kurulu üyeleri, askeri amir ve buranın korunması için görevli jandarma birliğinin komutanı tarafından karşılandık. Nahiye müdürlüğü binasına alındığımızda çay ve kahvaltının hazır olduğunu gördük, bizi elden geldiğince iyi karşılamaları için yukardan emir aldıkları anlaşılıyor.

Niçin bu hizmetlerin bizim onurumuza düzenleneceğini pek de bilmeden umutsuzluk içinde koşuşuyorlar, telâşlanıyorlardı. Çay ve kahvaltı sırasında birbirimizle tanıştık, konuştuk, bizim heyetin amacı ve öteki konuları anlattık. İki saat süren, son derece ilginç ve dikkat çekici sohbetlerimiz sonunda gerçek dostlar olarak ayrıldık. Biz içerde çay içerken Müdürlük binasının önünde asker, köylü, kadınlardan oluşan büyük bir kalabalık toplanmış. Onlarla son derece sıcak karşılanan kısa bir konuşma yaptım.

Kavak oldukça büyük bir köy. Bucak merkezinde, askeri komutanlığın bölgesi içinde yaklaşık olarak 300 ev var. Halkın en önemli geçim kaynağı ziraat ve biraz da hayvancılık. (Koyun ve yalnız birkaç kişide bulunan öteki hayvanlar.) Yaşama koşulları çok güç. Savaş her şeyi mahvetmiş. Ve yukarıda adı geçen Rum isyan hareketinin yerel yaşam üzerinde çok etkisi olmuş. İsyan genel olarak bastırılmış, ama şimdi bile tehlike tümüyle geçmiş değil. Hareket artık geceleri akıl almaz bir biçimde sürüyor. Gündüzleri ise daha ihtiyatlı davranılıyor. Müdürün söylediğine göre 5000 kişinin yaşadığı nahiyede her gün birkaç kişi ölüyormuş.

Bölgenin verimliliği oldukça iyi: Bire 10-12... Ama ekili alanların oranı önceki yıllara göre çok azalmış. Müdürün ve kurul üyelerinin sözlerine göre önceden ekili olan alanların yarısı şimdi boş duruyormuş. Yalnız buğday ve arpa ekiyorlar. Ekim işi genellikle ilkbaharda yapılıyor; bu arada kışın yapılan ekim de az sayılmaz. Kışın, ta aralık ayına kadar ekim yapılabiliyor. Köyden, bizi uğurlamaya gelen köylülerin arasında çıktık. Davranışlarının içten ve dostça olduğu hemen anlaşılıyor. Köyün dışında bize refakat eden konvoydakilere soruyorum: «Niçin siz ve tüm halkınız bize, Ruslara ve yabancılara karşı böyle iyi davranıyorsunuz?» diye. İçlerinden yalnız biri, Şapsugi kabilelerinden gelme, Çerkez, Hamid adlı biri cevap veriyor. Bu, çok konuşkan, terbiyeli bir asker. Bana şöyle karşılık veriyor: «Peki, başka ne yapabiliriz ki?.. Siz Russunuz ve bizim dostumuzsunuz. Siz olmasaydınız biz çoktan ölürdük...»

Bizim devrimimizi ve Sovyet yönetimini anlatıyorum onlara. Konvoydakilerin hepsi büyük bir doymazlıkla ve dikkatle dinliyor beni. Konuşmamız bir tercüman aracılığıyla yapılıyor. Arada ben de çok az bildiğim Kırgızcayla yardımcı oluyorum. Kırgızca, Türkçeye çok yakın. Daha sonra Türkiye’deki yaşam koşulları üzerinde konuşuyoruz. Askerlerin, köylülerin yaşamlarını, onların savaşa karşı duygularını soruyorum. Hepsi de, birbirleriyle yarış edercesine atılıyorlar ve halkın çok yorulduğunu, savaşmanın anlamsız olduğunu elde hayvan bile kalmadığını, kimsenin çalışamadığını anlatıyorlar. Kürt Halan adlı bir asker eliyle işaret ederek: «Askerler ancak 3 - 4 ay daha savaşabilirler, sonra hepsi de kaçarlar...» dedi. Ama iki kişi hemen itiraz ettiler bu sözlere: «Evet, durum ağır olmasına ağır, ama dövüşmek gerek yine de. Aksi halde sonuç aynı olur bizim için...» Benim konvoy, ırk yönünden ötekilerin hemen hepsinden değişikti. Sırf Türk'lerden oluşmuyordu. Çerkezler ve kısmen de kürtler vardı. Bu köken ayrılığı kuşkusuz onların savaşa, yönetime, vs... karşı davranışlarında da ortaya çıkıyor. Çerkezler, bu içinde bulunulan savaşa karşı özel bir girişkenlik göstermiyorlar. Cephe gerisi hizmetlerde çalışmayı tercih ediyorlar. Cepheye gönderildikleri zaman da genellikle kaçıyorlar. Kürtler için de aynı sözler söylenebilir. Fakat hepsi yönetimi, özellikle Mustafa Kemal’i içtenlikle destekliyorlar.

Kürtlerin kendi bölgelerindeki durumları ise oldukça ilginç. İki gruba ayrılıyorlar. Kabileler (aşiretler) ve kabile olmayanlar, ki bunlara «Kürt - reaya» adı veriliyor. Birinciler kendi aralarında Sünni Kürt Aşiretleri ve Kızılbaş Kürt Aşiretleri (daha çok Dersim ve Kozuçen bölgesinde) diye ikiye bölünüyorlar. Sünni Kürt Aşiretleri eskiden Hamidiye adı altında özel, düzensiz süvari alayları kurarak (bütün aşiretler için söz konusu olmamakla beraber) askeri hizmetlere katılıyorlarmış. Emperyalist savaşın başlarına değin 51 büyük aşiretten yalnız 13 tanesi aşiret alayı (Hamidiye) oluşturmuş. Kızılbaş Kürt Aşiretlere gelince, bunlar hiç bir hizmete katılmıyorlar. Her zaman Türk devletinin Anadolu halkları arasında en az güvenilir topluluk olmuşlar. Bu durum şu anda da süregeliyor. Bunlar yalnız askeri hizmetlere girmemekle kalmıyorlar, ayrıca öteki isyan hareketleri sırasında hükümet için büyük telâşa sebep oluyorlar.

Yine de, genel olarak bu aşiretlerin Türklerle aynı askeri yükümlülüğü taşıdıkları kabul edilebilir. Demin sözünü ettiğim Halan'ın Kızılbaş Kürtlerden olduğu anlaşılıyordu. Onların örf ve adetleri çok ilginç. Hele Müslüman köylerin arasında durumları tümüyle ayrı oluyor. Dinleri Hristiyan kurallarının, ilk çağ Hristiyan inançlarının Müslüman diniyle ve Şiilikle (İran'ın etkisiyle) karışımı bir özellik gösteriyor. Bu nedenle gerçek Müslüman olanlar onlara nefretle bakıyorlar ve inançlarını son derece karışık ve uydurma buluyorlar. Son zamanlara değin onları bir çember içinde, kendi hallerinde tutuyorlar. Devlet memurluklarına girmelerine de izin vermiyorlar. Kızılbaşlar, dıştan bakınca boyun eğmiş gibi görünüyorlar bu duruma ve sünnilerln dinsel törenlerine katılıyorlar. Ama fırsatını bulunca, Türklere (askerlik, v.s... sırasında) gizli gizli düşmanlık yaparak bunun karşılığım veriyorlar. Kızılbaşlar da öteki Kürtler gibi iki Kürt dili konuşuyorlar: «Kürmanci» ve «Zaza» dilleri. Kürt dili İran'dan çıkmış ve İran dili grubuna çok yakın.

Kürtlerin ırk olarak nereden geldiği sorununa gelince, aşiretler bugüne değin bu soruya kesin bir karşılık bulamamışlar. Ermeni tarihçileri onların Ossldyan’ların soyundan geldiklerini belirtiyorlar. Bazı Avrupa bilginlerinin fikirlerine göre Kürtler, çok eski çağlarda Tigra nehri havzasında ticaretle uğraşıp, orada yerleşen İran Haldey'lerinin soyundan geliyormuş. Ne olursa olsun, doğru olan şu ki, Kürtler İran asıllı.

Türkiye'deki Kürtlerin nüfusu 1,5-2 milyon arasında. Genellikle Anadolu'nun Güney Doğu kesiminde yerleşmişler toplu olarak. Ama tüm Doğu Anadolu’da ayrı köyler halinde bulunuyorlar.

Şose, Kavak köyünden çıktıktan sonra ilkin verimli bir ova boyunca ilerliyor, daha sonra hafifçe kıvrılıyor ve Karadağ tepelerine doğru tırmanıyor. Bu, oldukça yüksek bir dağ zinciri: tepeleri beyaz bir kar örtüsüyle kaplı. Dağlar ormanlık, ama geride bıraktığımız ormanlarda olduğu gibi ağaçlar son derece sık olmasına rağmen alçak boylu. İlerde bir boğazda, ufak, yukarlardan hızla, köpükler içinde akan derenin üstündeki taş köprünün yanında, sahipleri tarafından terkedilmiş, yarı yıkık bir bina görüyoruz. Bu, Rum çetelerinin baskınlarıyla yıkılmış büyük bir kervansarayın (han) kalıntısı.

Binanın hizasına geldiğimizde Hamid, ateşli, sürekli el kol hareketleriyle burada isyancı Rum çetelerini nasıl yola getirdiklerini ve halen bu işlemin nasıl sürdürüldüğünü anlatmaya başladı. Rum çeteler ormanın derinliklerinde, girilmesi güç sık ağaçlıklar arasında, mağara ve inlerde gizleniyorlarmış. Özellikle «işe» geceleri çıkıyorlarmış. Küçük Türk köylerine ve yoldan geçenlere baskınlar yapıyorlarmış.

Bu yöredeki Müslüman halkın erkeklerinin hemen hemen tümü askere gittiğinden baskınlar genellikle başarıya ulaşıyormuş. Sonuç olarak bölgedeki büyük-küçük Türk köylerinin pek çoğu yakılmış, yıkılmış, halkı da öldürülmüş. Hükümet de. 1921 yılı yazında bir tenkil müfrezesi düzenlemiş. Bu müfreze bölgede bütün Rum köylerindeki halkın acımadan hakkından gelmiş. Bunlar anlatılırken vadinin sol yanındaki büyük bir düzlüğe kurulmuş olan böyle bir köyün hizasına gelmiştik.  Askerlerden biri
— «Burada, burada Rum köyü!»( Metinde ttirkçs yazılmış) (İşte, işte bir Rum köyü) diye gösterdi bana. Durdum ve dürbünümü çıkartarak dikkatle baktım. Büyük bir köymüş burası. Hemen hemen 300'den fazla ev vardı. Evler alt katı taştan, iki katlıydı. Çatıları kırmızı kiremitle örtülüydü. Bahçe duvarları yoktu. Korkunç bir ölüm sessizliği hüküm sürüyordu. Ne bir insan, ne bir hayvan, ne de bir kuş... Askerlere, köye yakından bakmak istediğimi söyledim. Yoldan saptık, dereyi geçtik ve köyün bulunduğu düzlüğe çıkan hafif eğimli yolu tırmandık. Birden gözlerimizin önüne korkunç bir harabe tablosu seriliverdi. Kapılar, pencereler kırık; evlerin yanında türlü ev eşyası kırıkları ve parçaları; tarım gereçleri, hayvan ve insan iskeletleri... Atımdan indim ve bir evden içeri baktım: Yine aynı dağınıklık, perişanlık, üstü çürümeye yüz tutmuş bir örtüyle örtülü iskeletler...

Askerlere soruyorum buradaki kadınlarla çocukların nereye gittiklerini. Büyük bir kısmının erkeklerle birlikte dağa kaçtıklarını, bir kısmının ise öldürüldüklerini söylediler. İşte «uygar» ve «kültürlü» Antant’ın çabalarıyla başlatılan ve sürdürülen Türk - Yunan savaşının bu barışsever, zavallı çiftçi halk üzerindeki sonuçları...

Oradan ayrıldık ve yine yola koyulduk. Güneş artık batmak üzereydi ve çukurlar kararmaya başlamıştı. Akşama doğru hava açılmış, bulutlar dağılmıştı. Hava sağlam ve taptazeydi. Çevremizde vahşi bir doğa güzelliği vardı. Ama burada ölüm, çürüme ve yalnızca vahşi bir korku hüküm sürüyordu... İnsan, ruhunda bir ağırlık duyuyor ve bir an önce bu korkunç sessizlikten, ölüm durgunluğundan kaçıp kurtulmak istiyordu. Atlarımızı dört nala sürüp ayrıldık oradan. İşte geçidin tepesine de ulaştık sonunda. Burada daha taze, güçsüz ama soğuk bir rüzgâr esiyor. Birkaç dakika duruyor ve çevredeki manzarayı doyasıya seyretmek istiyorum. İyi ama nasıl doyasıya seyredebilirsin ki?.. Sağda ve solda beyaz tepeler yükseliyor; uzaklaştıkça bir zinciri andıran tepeler... Aşağılarda ise, ötede beride büyüklü küçüklü açık alanlarla bölünen geniş fundalıklar uzanıyor. Sağda ve solda köyler de görünüyor. Kimi dağ boğazlarında kurulmuş, kimi tam dağların tepelerine kaçmış köyler. Ama yazık!.. Bu köylerden çoğu görünüşe göre biraz önce gördüğümüz Rum köyü, Karadak köyünün durumuna düşmüş. Hemen hiç birinde hayat belirtisi fark edilmiyor: Kiremitli çatılardan hiç duman tütmüyor; yakınlarında ise ne bir insan, ne bir hayvan, ne bir kuş görünüyor. Evlerin hemen yanı başındaki sürülmüş tarlalarda çalışan bir tek insan bile yok. Yalnızca bir köyde, karakola çok yakın bir köyde hayat izleri görülebiliyor. Yol arkadaşlarımın açıkladıklarına göre buraya Yunan askerlerinin işgal ettiği Batı Anadolu’dan, gelen göçmenler yerleştirilmiş kısa bir süre önce.

Tam boğazın tepesinde dururken bizim araba konvoyumuz da ulaşmıştı tepeye. Aşağılarda bastırmak üzere olan karanlıktan önce geceyi geçireceğimiz yere, Havza’ya varmak için elimizi çabuk tutmak zorundaydık Havza’ya vardığımızda artık alacakaranlık iyice bastırmıştı. Kasabadan üç verst beride bizi, atlı jandarmalardan bir tören kıtası ve kasabanın tüm ileri gelen yöneticileri karşıladı: Kaymakam, garnizon komutamı, kadı, belediye başkanı ve öteki memurlar. Karşılayanların arasında oldukça iyi Rusça konuşan bir de askeri doktor vardı'. Emperyalist savaş sırasında bize esir düşmüş ve sonra işgal sırasında öteki Türklerle birlikte Baku'ya gönderilmiş. Orada bir Rus kadınıyla evlenmiş.

Şimdi burada, Havza'da birlikte yaşıyorlarmış eşiyle. Bizi son derece gösterişli bir törenle, doğuya özgü konukseverliğe uygun olarak karşılıyorlar. Ben de aynı teşrifat kurallarına uygun bir biçimde karşılık veriyorum. Ama sonra hemen ses tonumu değiştirerek «diplomatik» değil, her zamanki günlük konuşma diliyle konuşmaya başlıyorum. Başlangıçta bir an şaşırıyorlar, ama sonra karşımızdakiler de o resmi karşılama inceliğini bir yana bırakarak basit, içten davranmaya başlıyorlar. Bu karşılama töreni ve selamlaşmalar yarım saat kadar sürüyor ve biz kente ancak karanlıkta varabiliyoruz.

Burası Amasya sancağına bağlı küçük bir kasaba. Yaklaşık 2500 kişi yaşıyor kaymakamlık sınırlarında. Kent, dağın dik bir yamacında kurulmuş. Bu yüzden kentin yüksek kesimlerindeki evler, aşağı kesimdekilerin üzerinde asılıymış gibi duruyorlar sanki. Yollar kaldırım; ama bütün Türk kentlerinde olduğu gibi Arnavut kaldırımı. Yolcular için rahatlıktan çok tehlike yaratıyor, birbirinden oldukça uzak konulmuş taşlar. Bir at, bu kaldırımların üzerinde ayaklarını kırmadan çok güç yürüyebilir doğrusu.

Bizi, geceyi geçirmemiz için bir hamama götürdüler. Aynı yerde bir de otel var. Hamam, topraktan fışkıran sıcak su kaplıcasının üzerine kurulmuş.

Kendi odalarımıza çekildik, hemen üstümüze başımıza çeki düzen verdik ve yöneticilerin bizim otelde onurumuza verdikleri yemeğe indik.

Yemek son derece canlı geçti. Ta baştan beri basit ve içten konuşma tarzı, resmi tumturaklılığın ve şekilciliğin izlerini kaldırmıştı ortadan.

Görünüşe göre bizim Türkiye’ye karşı davranışlarımızla ilgili sorunlarla ilgileniyorlardı daha çok. Heyetimizin görevlerini az çok bildikleri anlaşılıyordu. Özellikle bize düşman olanların (Rus göçmenleri, dağlılar ve ötekiler) doğurduğu konular üzerinde konuştuk. Bu yüzden, inanılmaz bir yığın saçma sapan konuşmalardı bunlar. Özellikle Rusya'daki yaşantıyla ilgileniyorlardı: Kadınların durumu, evlilik durumu, ev yaşantısı v.s... Heyetimizin bütün üyelerini, özellikle kızılordu mensuplarını ve bizim birbirimize karşı davranışlarımızı yakından izliyorlardı. Yemek şöleni sırasında adet olduğu gibi kızılordu mensupları dahil, tüm heyet üyeleri bulunuyordu. Böyle davranışlar, anlaşılan başlangıçta biraz şaşırtmıştı onları. Ama sonra bu durumun görev sırasındaki disiplini hiç etkilemediğini ve üstlerin verdiği emirlerin hemen yerine getirildiğini görünce bunu bile iyi buldular. Doktor Fikri Beyin açıkladığına göre onların ordusunda, şimdi de, eskiden olduğuna oranla büyük değişiklikler ve devrimler yapılmış. Subayların askerlere karşı davranışı da ha da basitmiş. Tıpkı subayların kendi aralarındaki astlık üstlük durumuna benziyormuş. Mustafa Kemal Paşa' nın Havza’ya gelişini anlattılar. Burada tedavi için iki hafta kadar kalmış. Bizim evsahiplerinin anlattıklarına göre
çok alçakgönüllü bir yaşantısı varmış. Teklifsizce şehirlileri ziyaret etmiş, askerler arasında, özellikle basit halk arasında dolaşmış ve bu davranışlarıyla büyük ün yapmış. Halk arasında yalnızca «Paşa» adıyla tanınıyor.

Padişaha karşı takındıkları tavır da pek ilginç. Ona özel bir duygu beslemiyorlar, ne kin, ne de sevgi duyuyorlar. Geçen yılkı kardan ne denli söz ediyorlarsa ondan da o kadar söz ediyorlar. Bu duygular yalnızca şimdiki padişah Sultan VI. Mehmet’e(37) karşı değil, genel olarak sultanlık yönetimine karşı. İnsanlar son üç yıldır sultansız yönetilmeye ve o olmadığı zaman temelin sarsılmayacağına alışmış. Şu kesinlikle anlaşılıyor ki, padişahlık Anadolu halkı arasında tam olarak ölmediyse bile iyice sarsılmış.

Sohbet gecenin geç saatlerine değin sürdü. Karşılıklı, kendimizi oldukça rahat hissediyor ve her konuda tam bir dostluk, yakınlık kuruyoruz. Zamanın geç olmasına rağmen buradaki banyoya gitmek istiyorum. Bu banyo, daha önce söylediğim gibi, kaynar su kaplıcasının üzerine kurulmuş. Tüm Anadolu'da ün yapmış bir yer. Kaynak bir tane ama çok zengin. Yirmi dört saatte 20.000 kova kadar fışkırıyor Kaynağın çıktığı toprağın önünde üstü kapalı bir havuz yapılmış. Su buradan borularla hamamlara (3 tane) ve öteki kurumlara gidiyor. Suyun sıcaklığı havuzdayken 50 - 55 derece, ama tam topraktan çıktığı noktada 60 derece kadar. Hamamdaki büyük müşterek havuzda 30 - 37 derece arasında oluyor. Özel banyolarda ise daha yüksek, 40 derecenin üstünde. Yıkanabilmek için biraz soğuk su katmak gerekiyor, başka türlü yıkanma olanağı yok.

Doktor Fikri Bey'in söylediğine göre kaynak, magnezyum ve demir yönünden zenginmiş. Ama anlaşıldığına göre doğru bir analizi yapılmadığından ne o, ne de Havza'da bir başka kişi bunu kesin olarak bilemiyor. Suyun tadı da çok hoş. Soğutulmuş olarak, içme suyu diye de kullanılıyor. Doktorlar mide ve barsak hastalıklarına iyi geldiğini söylüyorlar. Havza hamamlarında, hastane gibi, hastaların, özellikle katarlı hastaların bolluğu dikkatini çekiyor insanın.

Yazık ki hamam her türlü, en ilkel konfordan bile yoksun. Bir ısıtma düzeni bile yok. Hadi, kaynar su kaynağı olmasa yakınında neyse. Ayrıca bir boru hattı döşenseydi, başka hiç bir şeye gerek kalmazdı. Gerçekten de banyodan 40 derece sıcaklıktan çıkıyorsunuz ve soyunma odasına gidiyorsunuz. Orada sıcaklık ancak 4 -5 derece; fazla değil. Döşeme her yanda taş; bu da ısı; farklılığını daha çok artırıyor.

Tellâklarla konuştum. İşleri çok ağır. Günde 12 saat çalışıyorlar. Patrondan ücret almıyorlar. Müşterilerden çamaşır karşılığında aldıkları bahşişlerle geçiniyorlar. Hamamda çok sayıda çamaşır kullanılıyor. Yalnız çarşaf değil, türlü büyüklük ve biçimde Türk el işi yapımı havlu kullanılıyor. Bir kişiye (kişinin önemine göre) 6 ile 12 arasında havlu veriliyor.

Şahane bir gece geçirdik. Çok iyi uyuduk ve dinlendik. Sabah saat 10'a doğru yola çıktık. Tüm memurlar ve çok sayıda meraklı kalabalığı geldi uğurlamaya. Bize öylesine yakın ilgi gösterdiler ki, kendimizi, sanki kendimizden kişiler arasında hissettik... Rahat edebilmemiz için özellikle Doktor Fikri Bey koştu durdu.

Yol Havza’dan sonra bir kıvrım yapıyor ve oradan Tersakan - Su (eski adı Şeytan Deresi imiş) deresinin yüksek kıyısı boyunca ilerliyor. Ama ben yolu kısaltmak için her zamanki gibi konvoydaki askerlerle dosdoğru, kestirme yoldan gittim. Boğazda, nehir boyunca uzunlamasına ilerledik epeyce. Belki on beş kezden fazla ırmağın geçit verdiği yerlerden karşıya geçmek zorunda kaldık. Su, coşkun aktığı yerde oldukça bol, ama geçitlerde derin değil. Atların karınlarından yukarı çıkmıyor. Küçük küçük köylerden geçiyorduk. Bu köyler daha çok çiftliklere benzeyen köyler. İşe yarar toprak çok az.
Buğday, nohut ve fasulye ekiyorlar. Bazı evlerin önünde bahçeleri var. Burada ayva, vişne, ceviz, armut, erik ağaçları yetişiyor. Üzüm yok, çünkü üzüm için çok yüksek burası. Küçük arı kovanları da gördüm. Havza bölgesi balıyla da ün yapmış.

Havza'dan çıktıktan 7 verst sonra şose de ırmak kıyısına iniyor ve yüksek kıyı boyunca ilerliyor. Burada boğaz daralıyor ve tüm çevre şahane bir güzellikle gözler önüne seriliveriyor. Aşağıda, kendisine katılan derelerle iyice büyüyen nehir köpükler saçarak kükrüyor, iki tarafta tepeleri karla örtülü muazzam kayalar dimdik yükseliyor göğe doğru. Gün, ta sabahtan beri çok güzel. Gökte tek bulut bile yok. Sabahleyin biraz serindi, ama Havza plâtosundan bizi uzaklaştıran her verstte, giderek artan ısı, iyice ılıklaştırmıştı ortalığı. Hele saat öğlenin ikisi olduğunda tamamen sıcaklık bastırmıştı. Biz de bu arada Amasya kentine. Yeşil Irmak nehrine doğru akıp giden Tersakan - Su’yu solumuzda bırakmış, nehrin çıktığı büyük ovaya doğru sapmıştık. Bu ovanın ortasındaki düz yükseklikte, bizim bugünkü yolculuğumuzun uğrağı olan Merzifon kenti kurulmuş.

Yol boyunca karşılaştığımız canlılık bugün dünkünden daha fazlaydı. Sık sık eşek kervanları, bazan deve ve daha az olarak da at kervanları görüyoruz. Arada 20 30 tane, öküz koşulu, iki tekerlekli yük arabası da gördük. Bu arabalara burada «kağnı» diyorlar. İlkel bir biçimde yapılmış. Ağaçtan bir dingil, parmaksız, dümdüz tekerlekler, çok az yük alabilen bir gövde. 5 -7 pud arasında yük koyuyorlar, daha çoğunu değil. Bu arabanın yaklaştığını ta uzaklardan anlayabiliyorsunuz kağnının çıkardığı o tekdüze sıkıcı sesten.

Samsun'a arpa, un, yün, deri ve yumurta götürüyorlar. Oradan da gaz, tütün, kibrit, manifatura ve tuhafiye malları getiriyorlar.

Merzifon'a yaklaştıkça arazi daha verimli ve zengin bir görünüm kazanıyor. Her yer buğday tarlası, çoğu da ekilmiş. Birçok yerde çift sürüyorlar. Köylülerle konuştum ve tarım aletlerini inceledim. Hepsi de son derece ilkel.

Tarlayı daha çok bir çift öküz, bazen da manda koşulu karasabanla sürüyorlar Karasaban'a burada «saban» diyorlar; hatta çoğu zaman demir ucu bile bulunmuyor sabanın ve sert ağacın sivriltilmiş ucu bu ödevi görüyor. Bu tür sürüşte yalnızca toprağın üstteki kabarık tabakası kaldırılabiliyor ancak. Bizdeki gibi tırmık hiç kullanılmıyor. Onun yerine toprağın daha fazla kalkması için özel bir gereçten yararlanıyorlar. Buna «talpam» diyorlar ve ters «L» harfi gibi birleştirilmiş iki tahta sırıktan
oluşuyor. Toprak kırmızı kumlu kil ve çok taşlı. İşlemenin ilkelliğine rağmen ürün iyi. Bire 10, 12, 15, hattâ daha yüksek veriyor. Bizim kızılordu mensupları özellikle şuna çok şaşırdılar: Türkler bu toprağı ekiyorlar ve iyi ürün alıyorlar. Oysa kendileri Rus ve Ukrayna ölçülerine göre hesaplayarak «düşük» bulmuşlardı bu toprağı.

Birkaç köye uğradık. Bu köylerden birinin Kürt köyü olduğu görülüyordu. Hepsi de son derece yoksulluk içinde. Erkekleri gitmiş ve korkunç bir sefalet hüküm sürüyor. Ama yine de her yerde ekmek var. Gerçi bol değil, ama yine de var. Binaların yapılışı bizim Türkistan’daki Kırgız kışlaklarına benziyor. Yalnız Türkistan’ın özelliği olan üstü açık hayvan ağılı yerine evlerin çoğunda üstü kapalı ağıllar var. Tüm köylü evlerinin ön kısmını oluşturuyor bu. Böylece, eve girmeden ilkin ağıla giriyorsunuz.

Bu bölgedeki köylü evleri tek katli; taştan ve kilden yapılmış. Çoğu hemen toprak yarı kazılarak inşa edilmiş. Hemen her evde iki bölüm var: Erkekler ve kadınlar bölmesi. Döşeme de yok evlerde. Duvarın dibinde çamurdan bir yükselti var. Bu yüksek yerde minder, keçe ve palassı (yuvarlak oldukça sert bir yastık) bulunuyor. Duvarlardan birinde ocak oluyor. Hemen hemen hiç mutfak eşyaları yok.

Topraklarının az oluşuna köylüler üzülmüyorlar. Toprak yeterli olsa bile onun hakkından gelemezler nasıl olsa. Büyük bir gevşeklik seziliyor. Bunda, aralıksız süren, köylüyü toprağa kesinlikle bağlayan, sakin, sessiz emeğin varlığına olan inancı öldüren savaşın, etkisi olduğu söyleniyor. Zaten savaşta erkek işçilerini yitiren tüm ailelerde aynı yoksulluk gözden kaçmıyor. Bu ailelerin sayıları da pek çok. Kadın emeği her yerde en başta geliyor. Kadınlar köylerde oldukça serbestler. Aynı köyde olanlar birbirlerinden kaçınıp örtünmüyorlar. Yabancılarla karşılaşınca yüzlerinin alt kısımlarını bile örtüyle örtüyorlar, ilk anda görgü kuralı olarak... Hepsinin de giysileri çok kötü.

Beni şaşırtan bir şey de şuydu Hemen hemen tüm köylüler, ülkedeki işlerin durumu hakkında oldukça doğru düşüncelere sahipler. Rusya hakkında da bir şeyler biliyorlardı. Hepsi de şimdi Rusya'nın onların dostu olduğunu biliyor ve bundan hoşnut gözüküyorlardı. Sık sık onlara yardım için Kızıl Ordu’yu getirip getirmediğimi soruyorlardı. Savaştan herkes yorulmuş, bitkin düşmüştü. Herkes dert yanıyor, bir an önce barış olmasını istiyorlardı. Ama aynı zamanda çoğunda kurban olarak gitmenin gerekliliği bilinci vardı. Yenilmiş Rumlarla bir arada kalamazlardı. Bütün bunlar, şu anda Anadolu’da süren savaşı düşündüğümüzde daha iyi anlaşılır. Savaş, sözcüğün anlamındaki gibi değildir. İki halkın umutsuzca ölüm kalım için dövüşmesidir. Birbirlerini tümüyle imha etmeyi amaçlar. Sağlık koşullarının elverişsizliğine, tüm tıbbi yardımın yokluğuna rağmen köylüler görünüşe göre pek hastalığa yakalanmıyorlar. Türk köylülerinin beden yapısının çok sağlam ve dayanıklı olduğu anlaşılıyor. Bu son yıllarda salgın hastalıklara da rastlanmamış. Yalnız bazı çukur bölgelerde sıtma salgını baş göstermiş. Orta Anadolu Bölgesinin çoğu kesimleri deniz seviyesinden oldukça yüksek olduğundan ve dağsal karakter gösterdiğinden sağlam bir iklimi var. (Sayfa: 45 - 60)
(…)

Çağdaş Türkiye’nin içinde bulunduğu durumu az bilen Türkiye'de birbirine düşman iki hükümetin, başında Padişahın olduğu İstanbul Hükümeti (3C) ile Ankara Hükümetinin bulunduğunu bilen bir kişi için bir İstanbul memurunun Anadolu'ya «görevle» gelişi tuhaf gelebilir. Başlangıçta bana da biraz tuhaf gelmişti. Gerçekte ise bir Türk için bunda kuşkulanacak, ya da yadırganacak hiç bir şey yok. Gerçek olan şu: İstanbul Hükümetinin etkinliği kalmamış. İstanbul’da bile gücü azalmış. Memurlarının büyük çoğunluğu artık onu değil, Ankara Hükümetinin sözünü dinliyor. Hattâ İstanbul Hükümetinin kadrosunda Ankara’ya bağlı memurlar bile var. İşte ancak bunlar bilindikten sonra anlaşılabilir burada tanıştığımız, İstanbul'daki Türk Genel Kurmay’ının ikmal kısım amiri olan Şevket Paşa'nın T.B.M.M. Hükümetinin egemenliğindeki Anadolu'ya gelişi, kendine bağlı birlikleri ve onların işlerini denetlemesi. Tabiî yine Ankara Hükümeti adına yapılıyor bu denetim, kuşkusuz. Zaten hemen her konuda böyle oluyor. Ve İngilizler İstanbul'daki Türk devlet dairelerindeki baskılarını artırdıkları oranda. Ankara Hükümetinin sözü daha da geçerli oluyor. Örneğin İstanbul Askeri okulları ve subaylar, Mustafa Kemal'in ordusuna katılıyor, İngilizler bununla vahşice savaşıyorlar, ama… İngilizler ne denli uyanık olurlarsa olsunlar, bunu tam izleyip engel olamazlar. İstanbul'daki durum da gitgide her yönüyle çatırdıyor.

Bu arada Türkiye’nin her kesimindeki halktan, İngilizlere karşı duydukları öfkeyi işitmek mümkün... (Sayfa:64)
(Bölüm Sonu)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder