1 Aralık 2013 Pazar

“Bir Zamanlar Ordu (Anılar)” Kitabında Samsun

Bir Zamanlar Ordu

“Karadeniz sahilinde tekerlekli araçlar için yol yoktu. Kuzeydoğu cephesine askeri malzeme sevk etmek için kayıklardan faydalanmak düşünüldü ve örgütlenildi. Her kayıkta bir reisle iki tayfa, askerliğini bu görevde yapacaktı. Bu küçük tekneler Samsun-Trabzon-Rize arasında iyi çalıştılar ve görevlerini yaptılar.

Böylece Rus torpidolarıyla bizim kayıklar arasında yıllarca süren bir kedi-fare oyunu başladı. Sahilden açılmak kayıklar için büyük tedbirsizlikti. Gecenin karanlığında heyula gibi beliriveriyorlardı. O zaman yapacak iki şey kalıyordu; ya kayığı batırıp intihar etmek ya da teslim olmak.” (s.12-13)

Muhacirlik şimdi büktü belumi
Hayın Urus yaktı yıktı evumi

Dünya Savaşı sırasında Rus orduları Doğu Anadolu ve Doğu Karadeniz kıyılarını işgal ettiler. 14 Nisan 1916’ da Trabzon’a Rus ordularının girmesiyle birlikte, binlerce aile batıya doğru büyük bir göç başlattı. Ordu’dan Kastamonu’ya kadar, hemen hemen her yerleşim birimine dağılan Doğukaradenizli göçmenlerin büyük bölümü 24 Nisan 1918 tarihli Brest-Litovsk anlaşması sonucu Rus Ordularının çekilmesiyle birlikte yurtlarına döndüler. Göçmenlerin bir bölümü ise yurtlarına dönmeyip göç ettikleri yerlere yerleştiler.

Bu, Ruslara tutsak olmaktan kaçan yüz binlerin göçüydü. İzlediği yollarda çaresizlik, hastalık, açlık ve ölüm vardı bu bozgunun. Gölonsa’nın önünde kıçları kuma çekili otuz altışar karış boyundaki iki kayıkla kol kuvveti, rüzgâr yardımı ve Tanrı’nın inayetiyle uzun ve yorucu bir yolculuğa hazırlanılıyordu.

Yola çıkacak aileler yanlarına yalnızca en gerekli eşyalarını almak zorundaydılar; yatak, çamaşır ve birkaç kap kacak. Bizim bir yatak dengi, bir çamaşır sandığı, iki sepet ve bir de ayı postumuz vardı götürecek. Av çiftesini de ben elimle yerleştirdim dengin içine.

Ağabeyim Ali Sait Bey, Donanma dergilerini bir güzel yaktı bahçede. Ruslara askeri bilgi olabilirmiş bunlar!  O, bizimle gelemiyordu. Kaymakamlıkça Göneşera nahiye merkezindeki erzak ambarını koruma görevi verilmişti. Anneme yol harçlığı olarak birer liralık iki altın be birer liralık iki banknot verdi. “Önce banknotları harcayın” demeyi de unutmadı. Ben şaşırdım; ilk kez gördüğüm bu banknotlar cicili bicili, yepyeni kâğıtlardı ve üzerlerinde altı ay sonra altın lira ile değiştirilebileceği yazılıydı. Altını da zamanın Maliye bakanı Cavit Bey imzalamıştı. Neden inanmıyorlardı buna? Oysa zaman ağabeyimi haklı çıkardı ve bu banknotların altınla değiştirilmesi hiçbir zaman mümkün olmadı.

Evet, bir güz sabahı düştük yollara. Büyük göç bizimle başladı Karadeniz kıyısında. Tarih Eylül 1915.

Eskilerin “sümbüli” dedikleri kapalı ve sıkıcı bir hava vardı o güz sabahı. Denizin yüzü gülmüyordu ama hiç değilse uslu duruyordu. İlk hedef Ordu’ydu. Ondan sonra bakalım Tanrı ne gösterirdi.

Yolculuk günlerce sürecekti. Rus gemileri yüzünden kıyıya yakın gitmek, geceyi de karada geçirmek gerekiyordu. Mevsim de ilerlemişti kışa doğru; fırtınalar da hesaba katılmalıydı. Kayıkların kıç üstlerine kilimler serilmiş, minder ve yastıklar atılmıştı. Ve kayıklar denize itildi; tayfalar ve reisler yerlerini aldılar. Teknelerin başı batıya döndü, kısmet bu kadarmış. Sürmene!

Yorumlananların hepsi geldi başımıza. Rus gemilerinden mi kaçmadık, fırtınaya mı tutulmadık, yağmur altında uzun yollar mı tepmedik… Vakfıkebir’e doğru karayel esti, yağmur başladı. Bizi kayıklardan çıkardılar. Onlar bata çıka denizden, biz karadan, yorgun ve sırılsıklam ulaştık kasabaya. Tirebolu yakınlarında gemilerden zorlukla kaçıp gizlendik. Bütün bunlar bana eğlenceli geliyordu. Uykumuz gelince annemin bir dizine Samiye, ötekine de ben koyuyorduk başımızı; oh! mışıl mışıl uyuyorduk, kayığın kıç üstünde. Sonunda bir gün Ordu’yu bulduk.

Ordu’da birkaç gün Vahap Süreyya Bucak’ın evinde konuk olduk. Sonra İbrahim Reisler’in evlerinden birini tuttular bize. Bu ev o zamanlar Fidangör’den Hüküme Konağı’na giden yolun üzerinde tek başınaydı. Bu evde çok az kaldık (on bir gün.) Mahallenin Rum çocuklarıyla kaydırak ve top oynuyordum. Geceleri yorgun argın ayı postunun üstüne seriliyordum.

Kısa bir süre sonra ailenin büyükleri ne düşündüler bilmem, Samsun’a gitmeye karar verildi. Yine kayıklarla düştük yollara.

Vona’da sütlimandı deniz. Buruna vardık, sert bir karayel fırtınası başladı. Bocaladık. Çeşmeönü’nde karaya çektik kayıkları. Tam bir hafta denizin düzelmesini bekledik burada. Sahildeki camide yatıp kalkıyorduk. Arada Vona’ya (Perşembe) gidip geliyorduk yürüyerek. Hava açınca yeniden düştük yolla. Vona ve Yason burunlarını aşıp Fatsa’ya vardık. Akşam yakındı. Kayıkları kumluğa baştankara ettiler. Yöre halkı birden başımıza üşüştü. Muhacirler gelmişti! Evlerine konuk etmek istiyorlardı. Bizim ise Allah için muhacir denecek bir tarafımız yoktu. Üstümüz başımız, sağlığımız yerindeydi, hatta neşeliydik de. Bu halimizi yadırgadı biraz Fatsalılar.

Biz ailecek, Topaloğlu Ali Bey’in evine konuk olduk. Evde sofralar kuruldu hemen. Yemekler bol ve güzeldi ama o akşam yediğim karalâhana diblesinin tadını yıllarca unutamadım. Kalın ve yumuşacık yataklar serildi altımıza. Ertesi sabah yine açıldık denize. Ünye, Çaltı burnu ve Samsun...” (s.17-18-19)


Samsun Günleri

(…)

“Samsun, kış mevsimiyle birlikte kalabalıklaştı. Meydanlar, sokaklar, mahalle araları Rize, Sürmene, Trabzon şivesiyle konuşanlarla doldu. Saathane Meydanı günün her saatinde mahşeri andırıyordu. Pazar kuruluyordu orada. Neler alınıp satılmıyordu ki; eski elbiseler, ev eşyaları, giyecekler. Kağıt paranın da değeri git gide düşüyordu. Bir gün, anımsıyorum, belediye tellalları bağıra bağıra dolaştılar mahalleleri: “Osmanlı lirasının (kağıt para) değeri 108 kuruştan 100 kuruşa düşmüştür, duyduk duymadık demeyin…” (s.21)

Pahalılık her gün artıyor, yiyecek maddeleri de bulunmaz oluyordu. Hükümet bir süre sonra muhacirlere parasız “vesika ekmeği” dağıtmaya başladı. Her gün ekmeğin dağıtıldığı fırının önünde toplaşır, kepenklerin açılmasının beklerdik. Fırıncı tek tek adlarımızı okurdu; Cennetkuşuzade Melek Hanım… Osmanefendizade Fevzi Efendi… Zade… Zade.. zadegandan (soylu) meydana gelen bir muhacir topluluğu idik! Bu biraz gülünç oluyordu.

Besin darlığı çekiyordu halk. Karaborsaya para dayanmıyordu. Çocuklar şiş karınlı ve sıskaydılar. Bahar gelince herkes kırlara yayıldı. Ellerinde kör bıçaklar, yenebilecek yeşillik arıyorlardı; kazayağı, karahindiba vb…

Samsun Divanı Harbi, asker kaçaklarını idama mahkûm ediyordu. Ölüm cezası o kadar çoğalmıştı ki, Saathane Meydanı’nın deniz yönündeki caminin (Büyük Cami) taş duvarları önünde sık sık darağaçları sıralanıyordu. İpe çekilenler göğüslerinde yaftaları, akşama dek asılı kalıyordu. Ama bu yıldırma gösterisi istenilen etkiyi yaratmaktan uzaktı. Dağlar asker kaçaklarıyla doluydu.

Ağabeyim bahara doğru Samsun’a geldi. Yaşadıklarını uzun uzun anlattı. Rus ordusunun öncüleri Göneşera’ya yaklaştıklarında emir gereği ambarı ateşe vermiş ağabeyim ama halk yanmadan yağmalayıvermiş yiyecekleri. “Yağmacılar haklıydı” diyor ağabeyim, ambarda yığın yığın peksimet çuvalları, kavurma tenekeleri, şeker, zeytin stokları vardı. Asker de halk da açtı.”

Ağabeyim göç kafileleriyle günlerce yol yürümüştü. Gördüklerini, yaşadıklarını anlattı: “Yorgunluk, açlık ve hastalık eziyor, kırıyordu insanları. Yürümek, barınacak, beslenecek bir yer bulmak çok zorundaydılar. Bunun için de önceki kafileleri geçmek gerekiyordu. Çoğu yalınayaktılar. Geceleri açıkta titreşerek birbirine sokulanlar vardı.”

Göç, sahil boyu durmadan akan bir sel gibi devam etmiş. Bu akışın yoğun günlerinde öyle acıklı olaylar olmuş ki söylemeye dilim varmaz, yürek dayanmaz. Ağabeyim, “Birbirini yitirenlerin seslerini, sızlanışlarını duyuyorduk” diyordu. Bağrışıyorlarmış avaz avaz: “Haticeee, kiz Haticeee, nereysun?” Bir kadın rast geldiğine sorup duruyormuş: “Uşağumu gördünüz mü? Aha şuncacık Ali’mi he! Haburadaydı demincek? Sonra dört bir yana sesleniyormuş: “Aliii, Aliii.” Bu kaybolan ya da bırakılan çocukları sonradan Trabzon Valiliği topladı ve açtığı Yetimler Evine (Dar-ul Eytam) yerleştirdi. Orada barındılar, okudular ya da sanatkâr oldular. Birçoğu da yollarda öldü tabi.

“Ve göçmenler yorgun, soluk soluğa, ter içinde yürüdüler, yürüdüler. Arkalarında Ruslar, ağır ağır izledi bu yürüyüşü. Bu Harşit Irmağı (Trabzon- Giresun sınırı)’na dek sürdü. Bu arada çetin savunmalar yaptı Osmanlı Ordusu. Of’taki savunma ise bir başka oldu. Oflular, kadını kızı, ihtiyarı genci, yurtlarını haftalarca savundular. Karşılarında çok üstün kara kuvvetleri vardı. Üstelik Rus Kruvazörleri denizden toplarıyla vuruyorlardı. Kahramanca dayandı Oflular ama sonunda yenildiler. Ölen öldü, kaçan kaçtı, kaçamayan tutsak oldu ve bir türkü dolaşır oldu dilden dile: “Muhacirlik şimdi büktü belumi…” Ağabeyim böyle anlatıyordu.

Bahar geçti, yaz geldi Samsun’da.

Ufak para darlığı günden güne artıyordu. Banknot lira bozdurmak ancak esnaftan paranın dörtte üçü tutarında mal satın almakla mümkün olabiliyordu. Daha küçük değerde kağıt paralar henüz basılmamıştı. Sorun önemliydi. Aile büyükleri düşündüler ve şöyle bir çare buldular; Banknotun tümüyle bir şeyler alıp, ufak para karşılığında satmak! Zararına da olsa sonuç yararlı olacaktı, ufak para elde edilmiş olacaktı en azından, kâr edilirse de ne âlâ!

İş Sedat’la benim sırtıma yüklendi. Önce ekmek alıp sattık Saathane Meydanı’nda. Sonra hıyar ticaretine döktük işi! Sepetin birer kulpundan tutarak mahallelerde dolaşıyorduk:

“Hıyaarrr… Salatalık hıyarlaaarrr!.”

Akşama dek yorgunluktan iflahımız kesiliyordu. Satılan satılıyor, satılmayan evlere bölüştürülüyordu. İlk günler eğlenceli bulduk işi ama kısa zamanda tadı kaçtı. Bununla beraber bu angarya işini biraz daha sürdürdük. Derken Samsun’u kırıp geçiren sıtma bizim yakamıza da yapıştı. Kinin azdı ya da bulabilen de kullanmayı mı bilemiyordu nedir, kurtulamıyordu kolay kolay bu afetin elinden.

Biz evcek, birimiz kalkar sıtma nöbetinden, üçümüz serilirdik yatağa… Kimimiz iki üç yorgan altında tir tir titrerken, kimimiz kan ter içinde kıvranırdı. Bir dert ki düşman başına. Samsun denildi mi, bu sıtmayı hatırlar, ürperirim.” (s.22-24)


Yeniden Ordu’ya

Güz geldi dayandı. Bir düşüncedir aldı aileyi, bu kışı da mı Samsun’da geçirecektik? Devlet, ağabeyimin aylığını ödüyordu ama bu geçim sıkıntısını aşmamıza yetmiyordu. Uygun bir yere tayin edilebilse her şey yoluna girerdi herhalde. 1916 yılının Eylül ayında bir gün ağabeyim müjdeyi verdi: Ordu ilçesi (Ordu ilimiz o yıllarda Canik Sancağının bir ilçesiydi.) tapu memurluğuna atanmıştı. “Hemen hazırlanalım, kayığı bile tuttum” dedi.

Hazırlanmanın lafı mı olur, kuş ol uç, deseler, uçacağız sevinçten. Eşya diye de ne vardı ki ortada; iki saat bile sürmedi toplanmamız. Tutulan kayık, askeri nakliyatta çalışan, Oedu’nun Kirazlimanı mahallesinden Parmaksız Ali Reis’in idi.

Bir ikindi üzeri Samsun geride kaldı… Yüzlerimiz gülüyor, mutlu ve gelecekten umutluyuz. Denize güle oynaya açıldık ama Çaltı’ya doğru rüzgâr sertleşti. Akşam karanlığıyla dalgalar büyüdü. Reis tekneyi karaya çekmeye karar verdi. Sığ bir yerden yanaştık karaya. Kayığın karnı kumlara değince, Şükrü Çavuş bizleri sırtında taşıdı karaya. Sonra kayığı çektik elbirliğiyle. Bunu tam zamanında yapmışız, karayel fırtınası olanca hızıyla patladı. Karanlıklar içinde deniz uğulduyordu. Tekne feleklerin üzerine alındı, serenin üstüne tente gerildi. Serenin ortasına asılan denizci feneri ışıtmaya başladı içeriyi. Biz yolcular, kıç üstüne yerleştik. Gemiciler ambardaki yerlerini aldılar. Denizi, rüzgârı ve tentedeki yağmur tıpırtısını dinleyerek uyuduk bir güzelce.

Sabahleyin ortalığı gözden geçirdim. Ortalama beş yüz metre genişliğinde bir kumsal uzanıp gidiyordu iki yöne. Yer yer küçük göller vardı. Arkamızı sık bir orman kaplamıştı. Görünürde ne köy vardı ne de ekili bir yer. İn cin top oynuyordu ortalıkta. Biz bu ıssızlıkta bir küçük kayığa sığınmış, başımıza gelecekleri bekliyorduk. Orman hiç de güven vermiyordu insana. O zamanlar Çaltı ormanları Rum çetecilere sığınak olmuştu. Onlardan insaf ummak da budalalık olurdu. Tek silahımız da Şükrü Çavuş’un içinde altı fişeği bulunan tabancasıydı. Çavuş, ilk günün sabahı kayığın bordasına yaslanıp güzelce sildi, yağladı onu.

Çaltı’daki üçüncü günümüzde uzakta bir kağnı göründü. Ağır ağır yanımıza yaklaştı, içinde köylüler vardı. Kağnıdaki bir kadınla annem Çerkesçe konuşmaya başladı birden. Yüzleri güldü, bakışları parladı hatunların! Bizi şaşırtan, annem ve kadının anlaşmalarındaki gizdi. Bu nasıl bir duyguydu, birbirlerinin Çerkes olduklarını kokularından mı anlamışlardı? Bizim çözemediğimiz bu gizem, iki taraf arsında candan bir yakınlık yarattı hemen. Kadının yaşlı kocası tütün kesesini uzattı bizimkilere. Bir süre de Türkçe sohbet ettiler. Ertesi sabah aynı kağnı yine gıcırtılarla geldi yanımıza. Hediyeler getirmişlerdi. Tavuk, yumurta, peynir, yoğurt ve bal. İki de büyük taze ekmek verdiler. Ağabeyim hemen kesesine davrandı. Önlediler, satılık değildi bunlar; hediye idi. Hem biz onlardan değil miydik?

Ayrılırken annemin ve Çerkes kadının gözleri yaşardı, kucaklaştılar.

Çaltı’daki beşinci günümüzün sabahında, uzaktan doludizgin koşan atlılar gördük; tozu dumana katarak geliyorlardı. Korkulu gözlerle izlemekten ve dua etmekten başka bir şey yapamıyorduk: “Ey ulu Tanrım, sana sığındık!” Ancak atlılar bizi görmediler, önlerindeki yılkıyı kovalıyorlardı sanırım. Kendilerini yılkı avına öylesine kaptırmışlardı ki bizim görmeden geçip gittiler. Başımıza bir hal gelmeden uzaklaşmalıydık buradan. Dalgalar yine köpüklüydü ama hava açılmıştı biraz. Az sonra apar topar açıldık denize. Rus gemilerinin korkusundan kıyı kıyı yol aldık. Ertesi gün Ordu’daydık.” (s.25-26)

KAYNAK: Fevzi GÜVEMLİ, Bir Zamanlar Ordu (Anılar), Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1999.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder