26 Ağustos 2007 Pazar

Bir Damla Nida



Önsöz
Büyük oğlum Erhun Londra'dan geldiği bir sefer, benim elişi, dikiş gibi uğraşlarla zamanımı doldurduğumu, buna karşın hiç kitap okumadığımı esefle fark etti. Bu eksikliği tamamlamak amacıyla bana kitaplar aldı. Yine de onlara ilgi duymuyor, okumuyordum. Bu defa bana sordu: ‘Anne ne tür kitaplar okumak istersin? Ne tür kitapları seviyorsun?' Aldığı cevaplara göre bana şiir kitapları, felsefi romanlar getirdi. Tüm arzusu beni okumaya yöneltmek, okurken de görmekti. Belki bazı yönlerimi fark etmiş, gelişmesini sağlamak istemişti. Lakin, sanıyorum yaradılışımdaki bir eksiklikti bu. Hala kitap okuyamayan bir kişiyim ben. Oğlum bu defa bir başka yolu denemeyi düşünmüş olacak ki - neden esinlendiğini hala bilmiyorum- bana ‘Anne hayatını yaz' önerisinde bulunuyordu. O an böyle bir girişimin benim için abartılı bir cesaret olacağını düşündüm ve yapamayacağım itirafında bulunarak özür diledim. Oğlum yine de ümidini yitirmedi. Londra'ya giderken bana bloknotlar, cicili bicili dolmakalemler getirdi ve önerisini tazeleyerek yolculuğuna koyuldu. Günler, aylar geçti. Hiçbir hareket ihtiyacı duymuyordum. İlgisizdim. Oğlum bir sene sonra geldiğinde, gördüğü hareketsizlikten yılmadı. Bu defa giderken daha değişik bloknotlar ve yine renk renk, model model dolmakalemler alıp bana bıraktı. Bütün umuduyla, arzusunun başarıya ulaşmasını amaçlıyor ve bekliyordu. Bir uyanıştı ki; bir an kıvılcımlar uçuşuyordu… İşte başlıyordum.

Hayatta hiç cesur hareket edemedim. Cesareti kullanmayı beceremedim. Oğlumun ısrarla bana kazandırmaya çalıştığı cesarete beklemediğim bir anda ulaştım ve kalemi elime aldım.

Ders kitaplarından başka hiçbir kitap okumamış, yaban hiçbir duygu ve düşünceyi tanımamış, şahit olmamış, son derece bir eksikliğin yalın kişisi olarak bu kitapta yaşamın gerçek yüzünü motiflemeye çalıştım. Kitabımda yaşanan ve fakat insan varlığının şuurunda yaşatamadığı işkence verici acıların, yalnızlıkların ve ilgi yoksunluğunun nasıl psikolojik olgular yaratabileceğini ve bu olgularla oluşan yok edici güçlerin insan yaşamındaki rolünü belirtmek istedim. Hamasi felsefesi ve lirik şiir parçaları ile desenlenmiş bir yaşam örtüsü olarak özetlemeye çalıştığım yaşam öykümü ve özlemlerimi, tüm saffetimi koruyarak katkısızca, gerçekleri güneşten kaçırmadan, gölgede saklamadan kaleme aldım. Yazdığım her konuda sosyal yaşamın gerçek fotoğrafı vardır. Gerçekler, kitabın özüne ve kabuğuna hakim olmuştur. Gerçeklerin inanç gücünün, hayal edilenlerden daha sürükleyici olduğunu sanıyorum. Bu inançla bu tavra büründüm. Karar okurlarımındır.

Bu kitapta biraz edebiyat, biraz felsefe, biraz aşk, biraz hüzün bulabilirsiniz. Kin ve nefret asla, çünkü onları hiç sevmiyorum ve düşünmüyorum. Kitabımı okuduktan sonra şuurunuzda beni ödüllendirebilecek tek kelimeye ulaşabilmişsem sevinirim, küçülürüm ve düşünürüm. O halde varım derim.
Şükran Furtun Çebi




Yıl 1950. Kendime bir anı hatırası




KİTAP’DAN NOTLAR….

Ailemiz, Karadeniz'in yeşillikleri içinde Boztepe'nin eteğinde kurulmuş olan sahil kenti Ordu'da yaşıyordu. Çok şirin bir şehir olan Ordu ili o zamanlar yaz ayları için sağlığa uygun değildi. Bu nedenle yazları halkın büyük çoğunluğu yaylalara göç ediyordu.(…)

‘Ben, Furtunzade Hacı Mithat Mahdumu (oğlu) Hamdi Efendi'nin kızıyım. Adım Mis.(..)

Gül sınıfında iken çocukların kırmızı önlüklerinin kumaşından rövöle şapkalar dikildi. Bunları okul diktirirdi. O gün şapkalarımızı giydik eve gidiyorduk... İçinde bulunduğumuz toplulukta Hıristiyan aileler vardı. Annelerimiz bu Hıristiyan aileleri gâvur ismiyle isimlendirirdi. ‘Gâvur' hanımları başlarında şapka kullanırlardı. Bu nedenle olacak ki; evimizin kapısına yaklaştığımızda ikiz eşimle ben elele tutuşarak, ‘Anne biz gâvur olduk, anne biz gâvur olduk.' nameleri ile eve gelmiştik... Bu da bize toplumumuzun bir yansıması idi. Çocukluğumuzu mutlulukla büyüten, bize hayat yolunda basacağımız ilk temel taşlarını sıralayan okulumu unutamam.(…)

Sarıkamış'ta kaldığımız yazın üç ayı Haziran, Temmuz ve Ağustos aylarından sonra eniştem Binbaşı Sermet Bey, Samsun Askerlik Şubesi'ne tayin edildi. Doğu Anadolu'nun denizden uzak bir dâhil şehri olan Sarıkamış'tan, Doğu Karadeniz'in oldukça gelişmiş olan sahil şehri Samsun'a gitmek üzere yola çıktık. Yollar yine zor, yine aynı yollardı. Trabzon'a yaklaştığımızda Karadeniz'i gördüm. O anki sevincimi anlatamam. Ne kadar seviyormuşum denizi, ne kadar özlemişim o engin suyu. Bir şairimiz ‘Deniz' başlıklı şiirinde: ‘Hayatıma acımam denizde ölsem belki.' diyordu.(…)

O sabah Samsun'a geldik. Samsun'da Kadı Caddesi üzerinde iki katlı bir eve yerleştik. Hasretimi mahalle arkadaşlarımın sevgisiyle yoğunlaştırıyor, dindirmeye çalışıyordum. Yanlış anlaşılmasın, teyzem ve eniştem bana son derece ihtimam gösteriyor, itina ile mutluluğumu sağlamaya çalışıyorlardı.(…)




Teyze-annemlerde Samsun Sakarya ilkokulunda 4. sınıf öğrencisiyken.
Okulumun bayrağını Cumhuriyet bayramında arkadaşım Zuhal ile birlikte taşıyorum.
Başım öğretmenlerime dönük, eteğim kısacık, saçım aligarson kesilmiş.


Artık okul zamanı gelmişti. Evimize yakın olan Sakarya İlkokulu'na kaydım yapıldı. İkinci sınıfa devam edecektim. O sene harf inkılâbı olmuş, Türk ulusu Latin harfleriyle buluşmuştu. Türk ulusunun kurtarıcısı büyük Atatürk, ulusuna yaptığı büyük hitabesinde: ‘Türk ulusunu dünyanın en uygar devletleri seviyesine çıkaracağız' diyordu. Bu amaçla devrimler gerçekleşiyordu. Yapılan harf devrimi uygarlığın yolunu açan, birinci derecede önem taşıyordu. Daha önce var olan Arap harfleri zorluğun, geri kalmanın, anlaşmazlığın simgesiydi. Kolayca öğrenilebilen Latin harfleri birkaç ayda çocukları okuyup yazmaya kavuşturuyordu. Eniştem subay olduğu için Fransızca biliyordu. Bu nedenle Latin harfleriyle okuyup yazmayı bana daha okula başlamadan öğretmişti.

Atatürk'ü gördüm
Üçüncü sınıftayken heyecanın, sevincin en yükseğini duyabilmek, tabloların en muhteşem olanını seyredebilmek imkânına kavuştum... Atatürk geliyor dediler. Tüylerim diken dikendi, vücudum sarsılıyordu. Okuldan Atatürk'ü görmek için ayrıldığımda, koşan adımlarım sanki ileri değil de geriye gidiyordu. Atatürk, okulumuza çok yakın olan Halkevi'ne gelecekti. Okulumuzun tüm çocukları inanılmaz kalabalığa doğru koşuyordu. Derken, kocaman siyah bir araba geldi ve Halkevi'nin bahçe kapısında durdu. Yaverin açtığı araba kapısından, hala görsem ürkeceğim, belki iki metre uzunluğunda, açıklı koyulu kahverengi tüyleriyle bir köpek ön ayaklarını sert ve çevik bir hareketle dışarıya atarak arabadan atladı. Arkasından büyük deha Mustafa Kemal Atatürk arabadan çıktılar. Gözlerimiz kamaşıyor, kalplerimiz doruktaki heyecanlı çarpıntılarla yerinden sarsılıyordu.

Lise son sınıftayken felsefe hocamız şöyle bir konu işlemişti bizlere; diyordu ki sayın hocamız Hazım Başargan: ‘Nazara (bakışa) inanmamak manyetizma ilmini inkâr etmek demektir. Bu bilim gözün gücünden elde edilmiştir' ve ilave ediyordu: ‘Dünyada en güçlü manyetik gücün Atatürk'ün gözlerinde olduğunu bilim tespit etmiştir, kanıtlamıştır'. İşte, hocamın verdiği bu bilgilerle, seneler sonra, büyük Atatürk'ün karşısında o zaman gerçekleşen ateşli tavrımın, Atatürk'ün gözlerinden bana ulaşan manyetik güçten oluştuğunu anlamıştım. Arabasından çıkan Atatürk golf pantolon giyiyordu. Üstünde tüvit bir ceket, başında bir kasket vardı. Modern bir Avrupalı görünümünde, iradesinin gücünü, yüceliğini ispatlayan adımlarla, özgürlüğüne kavuşturduğu ulusunun coşkulu alkışları arasında, yoluna döşenmiş olan kırmızı halıların üzerinde yürüyerek Halkevi'nin kapısından içeri girdi. Atatürk yürüdüğü sürece, etrafında yoğun bir kitle oluşturan vatandaşlardan dilek kâğıtları uçuşuyordu. Dilekçeler eksiksiz olarak, dikkatle, Atatürk'ün yaverleri tarafından toplanıyordu. İçimizden hiç çıkmayan, güvenimizi, gururumuzu ve mutluluğumuzu içimizde daima yaşatacak olan bu göz kamaştırıcı tablodan sonra kalabalık yavaş yavaş dağılmaya başladı. O günden sonra, yaşadığımız bu muhteşem anı hepimiz görmeyen arkadaşlarımıza soluklarımız kesile kesile defalarca anlattık. (…)

İki gün istirahatten sonra, özlediğim okul hayatına başlamak üzere ikiz eşim Sim'in gittiği (Ordu) Hamdullah Suphi Bey İlkokulu'na gittim. Henüz kaydım yapılmamıştı ama dördüncü sınıf öğretmeni Tahsin Karlıbel ağabeyimin arkadaşıydı. O gün beni sınıfına aldı. Sonra kaydım yapıldı. Okulumuz, Samsun'daki okulumuza göre daha az güçlü idi. O nedenle ben sınıfta biraz daha bilgili olarak kendimi belli ediyordum. Sene sonunda pekiyi derece ile beşinci sınıfa geçtim.(…)


Anneciğim yaşadığı toplumsal olgu nedeniyle uygar görünümden oldukça uzakta idi. Bu nedenle teyzemdeki kıyafetlerime de yabancı kalıyordu. Uygarlıkta zamanın oldukça gelişmiş bir beldesi olan Selanik şehrinde askeri bir cerrahın oğlu olarak, aynı zamanda askeri eğitim almış olan Yüzbaşı Sermet Oğuzaslan ile teyzemin evlenmesi yepyeni bir olay olmuştu teyzem için. Osmanlı kültürüyle özdeşleşerek yetişmiş olan teyzem Ayşe Hanım katıldığı ailenin uygar kültürüne kısa zamanda intibak edebilmiş ve bir gelişmişlik göstermişti. Cumhuriyetle gelen uygar gelişimlere çabucak intibak etmiş, kıyafetlerinde Osmanlı tarzının hâkimiyetini yok ederek daha uygar ve daha modern tarzı geliştirmişti. Ben de teyzemle beraberliğimde onun kadar kısa zamanda sosyal uygarlığa katılabilmiştim. Hastalanıp annemle Ordu'ya geldiğimde, sosyal yaşam istemediğim ölçülerde gelişti. Kıyafetlerim toplumun anlayışı doğrultusunda Osmanlı kültürüne odaklanarak değiştirildi. Teyzemin bana diktiği kolsuz ipek elbiseme annemin kol takışı beni çok şaşırtmış ve aynı zamanda çok üzmüştü; ağladığımı hatırlıyorum. Elbiselerimin etekleri uzatılmış, kısa çoraplar yok edilmiş, uzun çoraplar giymiştim. Cumhuriyet bayramında pile eteğimin altında uzun beyaz çorap giydiğimde utanç duyduğumu hatırlarım. Böylece, çocukluğumda annemin Osmanlı kültürünü, teyzemin ise Cumhuriyet kültürünü yaşamış oldum. Samsun'daki Sakarya İlkokulu'nda dördüncü sınıftayken okulumun bayrağını taşıyan küçük kızın Ordu iline geldiğinde değişen ortamla, değişen kıyafetine dikkatinizi çekerim.(…)

Sonunda, beni sınavlara taşıyan yüklü aylar geldi geçti. Sene sonu gelmişti. İyi derece ile diploma almıştım. Fazlasıyla mutlu olmuştum. Diploma derecem pekiyi değildi. Bu nedenle biraz da burukluk yaşamıştım. Ben ortaokulumu bitirdiğim sene Ordu vilayetinde henüz lise yoktu. Ortaokuldan mezun olan çocuklar Trabzon, Samsun, İstanbul gibi lise okulu bulunan vilayetlere gönderiliyordu. Babam beni İstanbul Erenköy Kız Lisesi'ne göndermeye karar verdi. Okul yatılıydı. Babam, okuluma mektup yazarak talimat ve bilgi istedi. Bir taraftan da annem bana ait giyim kuşam hazırlıklarına başlamıştı. Evimizde böyle hazırlıklar devam ederken Samsun'dan, eniştemden bir mektup geldi. O seneye kadar erkek lisesi olan ve sadece erkek talebeye ders veren Samsun Lisesi (şimdi Samsun 19 Mayıs Lisesi), ilk defa kız talebeye de yer vermişti. Artık kız ve erkek beraber okuyabileceklerdi. Eniştem babama bir mektup göndererek, benim Samsun Lisesi'nde onların himayesinde okumamı öneriyordu. Mektupta İstanbul'un uzaklığı, tek deniz yoluyla ulaşım sağlandığı için herhangi bir olasılıkta bana ulaşmanın sorun olacağı gibi nitelikler öne sürülüyordu. Babam, eniştem ve teyzemin gösterdiği ilgiye memnun olmuş ve teşekkür etmişti. Kararlıydı, beni Erenköy Lisesi'ne gönderecekti. Eniştemin mektupları kesilmedi, tekrar tekrar yazdı. Sonunda ben Samsun Lisesi'ne gittim. (…)


Okula gitmek üzere evden ayrılacağım gündü. Annem, ‘kızım bir kâğıt kalem getir, söylediklerimi yaz, her sabah okula giderken yazdıklarını oku ve evden öyle çık' dedi. Ben o an bir şaşkınlık yaşadım. ‘Anne' dedim ‘beni hem gönderiyorsunuz hem güvenmiyorsunuz.' Annem ‘yok kızım, sana güveniyorum lakin cahilsin' dedi. Annem şunları yazmamı istiyordu: ‘Okula giderken aralık buralık yollardan gitme, ana caddeden git. Yolda biri seni görür, falancıyı gördün mü diye sorar. Görmüşsen bile, görmedim de – Görmedim, Bilmem, Bin gada savar- yine, yolda giderken bir arkadaşın pencereden seninle konuşmak isteyebilir, fakat amacı, seni bir başkasına seyrettirmektir, sakın ilgilenme. Yolda yürürken erkeklerin dizinden yukarısına bakmadan, önüne bakarak yürü. Okulda erkek arkadaşlarınla kalem ver, silgi ver gibi alış verişe sakın ola ki yaklaşma, kabul etmem. Aman kızım seni göreyim…' Bunlar hala kulağımda bana yön vermeye devam eden sesler topluluğudur. (…)

Teyzem ve eniştemin, Samsun Lisesi'nde okumam konusundaki ısrarlarında özel bir amaçları olduğunu sene sonu geldiğinde öğrendim. Okul biter bitmez Ordu'ya gitmek için hazırlandığımı gören teyzem üzüntüsünü gizleyemedi. Bana bir anısını anlattı. Ben çocukken onlarda hastalandığım zaman, annemle Ordu'ya gitmek üzere evden ayrıldığımda teyzem, gideceğime inanmamış. Eniştem eve gelinceye kadar pencerede beklemiş. Eniştemin yalnız geri geldiğini gördüğünde ancak, gittiğime inanabilmiş. Bunları bana hem anlattı, hem ağladı. Anladım ki teyzem benden ayrılmak istemiyordu. Doğruyu söylemek gerekirse, o anda, gitmekle kalmak arasında yoğun bir savaş vermiştim. Sonunda yine sılam, yine annem, babam ve kardeşlerime duyduğum sıcaklık içimdeki fırtınalara rağmen beni onlara kavuşturmuştu. (…)

Ve böylece teyzem benden artık umudunu yitirmiş oluyordu. Daha sonra dört yaşında bir kız çocuğunu evlatlık aldı ve ona Duygu ismini taktı. Artık O, teyzemin her şeyi idi. O'na normal bir anneden daha çok ihtimam ve özen gösteriyordu. Duygu, bu yoğun ilgi ile biraz şımarık biraz da kaprisli bir çocuk olarak büyüyordu. Okulları bitirip öğretmen oldu ve yine bir öğretmen ile evlendi. İki oğlu bir kızı oldu. İlk doğan çocuğa teyzem, eniştem Sermet beyin ismini taktı. Eniştem yaşlılığında hareketleri zayıflamış, yürüme yeteneğini kaybetmiş, yatağa bağımlı bir kişi olarak uzun süre yaşadı. Çok hastalandığını gören teyzem, beni ve Duygu'yu Samsun'a çağırdı. Ben çocuklarımı yardımcıma bırakarak Samsun'a teyzeme gittim. Duygu da üç çocuğuyla gelmişti. Çocuklar öylesine özgürce hareket ediyorlardı ki; dedeleri Sermet beyi adeta yatağında rahat bırakmıyorlardı. Bu olumsuz davranışlardan da anneleri son derece duyarsızdı. Arada, ben onları engellemeye çalışıyordum. Bir ara eniştem ile ben odada yalnızdık. Eniştem bana şöyle söylüyordu: ‘Mis, sen benim kızım olsaydın da on bin lira da borcum olsaydı.' O zamanlar on bin lira bir memur için çok önemli bir para idi. Eniştemin hastalığı daha uzun sürmedi ve ne yazık ki onu kaybettik. Nur içinde yatsın. Duygu, teyzeme daha sonraları da hiç iyi davranmasını bilemedi.(…)

Bu seneye kadar erkek lisesi olan Samsun Lisesi'ne kız talebe alınmadığından, yöredeki bazı kız çocukları liseye devam edememişlerdi. Çıkan bir yasaya göre, iki sene evveline kadar ortaokuldan mezun olan kız çocukları bu defa Samsun Lisesi'ne girme imkânı bulmuşlardı. Hem Türkiye'miz, hem de bu kız çocuklarımız için büyük bir olgu ve büyük bir mutluluktu bu olay. Okul, Samsun'un Çiftlik denilen kenar semtinde bulunuyordu. Bizim evimiz Kadı mahallesinde, Kadı Caddesi üzerindeydi. Evden okula yarım saatte gidebiliyordum. Öğleyin eve gelme olasılığım yoktu. Sevgili teyzem bana, sefertası adı verilen ve üç yemek kabını bir arada bulunduran tasla her günkü yemeğimi hazırlıyordu. Kabın birine ekmek, diğer ikisine de yemek konuluyordu. Ben her gün, bir elimde bana hazırlanan sefer tası, diğer elimde de çantam okula gidiyordum. İkinci sene artık sefer tası götürmüyordum. Okulumuz bu ihtiyacı karşılamak üzere öğle yemeği çıkarmaya başlamıştı.(…)

Samsun Lisesi'ne başladığım ilk günlerde yadırgadığım bir şey olmuştu. Kız ve erkek talebeler, o kocaman bahçeyi paylaşıyorlar ve beraber dolaşıyorlardı. Hâlbuki Ordu Ortaokulu'nda biz kızların bahçesi erkek arkadaşlarımızdan ayrıydı. Ordu'da erkekler okulun ön bahçesinde, kızlar ise arka bahçesinde teneffüse çıkıyordu. Biz, erkek arkadaşlarımızla sadece sınıfta beraber olurduk. İşte, alışık olduğum bu yaban tavrımı ben, Samsun Lisesi'nde de hala muhafaza ediyor ve bahçede dolaşamıyordum. Okulun duvarına dayanarak dersin başlamasını bekliyordum. Derken, bir gün mutlu bir olay oldu. Okulumuzun Fransızca hocası iri yarı, sarışın, mavi gözleri yuvarlak iri yüzünde küçülen, uygarlığı kendinde özleştirmiş saygın bir beyefendiydi. O gün, hocam ellerini arkasında bağlamış olarak bana doğru sıkı adımlarla yaklaştı. Tok ve onurlu bir sesle ‘Ne duruyorsun, haydi bahçeye, haydi bahçeye.' diyerek arkadaşlarımı gösteriyordu. O gün ben hem çok utanmıştım, hem de kıramadığım bir tutsak zincir kırmanın sevincini tatmıştım. Ondan sonra ben de, önce bahçe duvarı kenarından sonra biraz daha orta, biraz daha ortaya derken, sonunda bahçenin her tarafında dolaşma özgürlüğüne kavuşmuştum. Saygıdeğer idealist hocamla bir mutlu anım daha olmuştu. Şöyle ki; hocam benim sefertası ile yemek taşıdığımı diğer sınıflarda örnek bir olgu olarak nitelemiş ve onlara da önermişti. Arkadaşlarım bana bunu söylediklerinde, doğrulanan davranışımın sevincini duymuştum. Lise birinci sınıfta Tabiiye dersimize okulumuzun müdürü Rauf Bey geliyordu. İlk sınavda, hocamız birinci soruda, ‘Proteinli gıdalar nerede hazmedilir' sorusunu sormuştu. Hâlbuki bu konuyu işlememiştik. Ne vardı ki, Ordu Ortaokulu'nda bizleri çok üstün bilgi otoritesiyle bilgilendiren Tabiiye hocamız Huriye hanım, bu bilgiyi bize mal etmeyi başarmıştı. Bir iki cümleyle cevaplanacak olan bu soruyu cevaplarken bir an, bu kadar kısa cevap yeterli olacak mı acaba diye düşünmüştüm. Sonunda, sınav kâğıdıma yazmaya başladım. ‘Proteinli gıdalar midedeki pepsin guddesinin ifrazatıyla peptonlaşır, sonra da on iki parmak bağırsağında kanal pankreatikten gelen usare ile karışarak hazmedilir.' cevabını verdim. Birkaç gün sonra sınav sonucunu açıklayan hocamız sınıfta iki kişinin birinci sorudaki kısa cevabı doğru olarak yazdığını açıkladı. Biri Suat ismindeki arkadaşım, diğeri de bendim. Çok sevinmiştim o an. Sayın Huriye hanımı minnetle, şükranla kucaklamak gelmişti içimden.(…)

Lise birinci sınıfta, Edebiyat Fakültesinden yeni mezun olmuş genç bir edebiyat hocamız vardı. Sayın Fikret Sağnak'ın bize tanıttığı felsefi şiirler hala, gerçeklerin şahidi olarak hafızamda tüm canlılığıyla yaşamaktadır.(…)

Severek çalıştığım derslerden biri de matematik dersiydi. Lise birinci sınıftaydım, matematik hocamız Reşat bey bir problem sormuştu. Sınıfta hiç kimse parmak kaldırmıyordu. Ben sıramda problemi yaptığıma inanarak parmak kaldırmıştım. Tahtaya kalktım. Bir şeyler yaptım yapmasına lakin problemin cevabını verememiştim. Oturmak üzere sırama giderken hocam Reşat Bey ‘Medeni cesaretiniz var' demişti. O anki utancımı hala içimde yaşadığım kötü bir lise birinci sınıf hatırası olarak anımsarım.

4. Sınıf olan lise birinci sınıfta toplam 45 kız arkadaştık. İkinci sınıfa geçtiğimizde 19 kız arkadaş kalmıştık. Okulumuz, Türkiye'nin önemli liselerinden birini oluşturuyordu.

Lise ikinci sınıfta (onuncu sınıf) beni etkileyen ders psikoloji oldu. Hocamız Hazım Başargan, tahsilini Almanya'da tamamlamış, gelişmiş kültürlü, mükemmel bir beyefendiydi. İlk derste bize bir öneride bulunmuştu. ‘Eğer psikoloji öğrenmek istiyorsanız, Cemil Sena Ongun'un kitabını alırsınız. Yok eğer bir program tamamlamak istiyorsanız Maarif'in verdiği kitabı alırsınız' dedi. (…)

1938 yılı sene sonu gelmişti. Tıpkı ortaokulda olduğu gibi iyi derece ile mezun olmuş ve okul hayatıma son noktayı koymuştum. Bir sene Ordu Ortaokulu'nda vekâleten Türkçe hocalığı yaptım. Ertesi sene Ziraat Bankası sınavını kazanarak Ordu Ziraat Bankası'nda stajyer olarak çalışmaya başladım. Bir sene sonra da bankanın Asalet sınavına katılmak üzere Samsun'a gittim. Sınav, Samsun Ziraat bankası'nda idi ve oldukça kalabalıktı. Stajyer memur arkadaşlar başka başka illerden gelmiş, sınava katılmışlardı. (…)

Samsun Ziraat Bankası muhasebecisi Hazım Bey, bankamıza müdür olarak geldiğinde servisleri dolaşıyordu. Benim yanıma geldiği zaman ‘Siz Samsun'da sınava girdiniz değil mi' diye sorduğunda, ‘Evet' dedim. Müdür bey denetimi bitirip odasına gittiğinde arkadaşlar yanıma geldiler, ‘Seni kutlarız. İz bırakmışsın. Bunun ödülünü alırsın' dediler ve haklı çıktılar. Birkaç ay sonra müdür bey, beni muhasebe şefliğine uygun gördüğünü genel müdürlüğe bildirmişti.(…)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder