Çocukluğumda sık sık “tükenmez” sözcüğünü duyardım. Özellikle de bu sözcüğü kalem sözcüğüyle birlikte kullanırlardı. Dolma kalem sözcüğünü dördüncü sınıfı okumak için gittiğim kasaba okulundaki arkadaşlarımdan duydum. Sanırım beyaz ekmek gibi dolma kalem de köylerde lüks sayılıyordu. O nedenle de köylüler hem dolma kalemi kullanmaktan çekiniyor, hem de konuşmalarında dolma kalem sözcüğü geçmiyordu. Ya da köylüler, dolma kalemi kendilerinden çok kentli kibar beylere yakıştırdıkları için kullanmıyorlardı. Yoksa hepsinin de hali vakti yerindeydi. Bir kilo tereyağı satsalar en az dört beş dolma kalem alabilirlerdi. Her ne nedenle olursa olsun dolma kalem o zamanlar köye giremiyordu ama hemen hemen herkesin cebinde bir tarak, metal kısmının arkası güzel bir artist fotografıyla süslü yuvarlak bir ayna, bir de mavi tükenmez kalemi oluyordu. Bir tükenmez kalemim olmadan önce, bu iki sözcüğün çağrışımı beni büyülemişti. Ne zaman bu sözcükleri duysam, hayal dünyama başka şeyler giriyor, masallarım büyüyor ve genişliyordu. Böyle zamanlarda evimize yakın yamaca kadar hızlı hızlı koşuyor, bir taşın üzerine oturup yamacın bitimindeki dereden akan gümüş renkli suyu seyrediyor ve onunla birlikte okyanuslara doğru akıyordum. O sularla birlikte bilinmeze doğru akarken de “tükenmez kalem”in hiç tükenmeden sürekli yazdığını düşünüyordum. Ne güzel, eline alıp yorulana kadar yazıyorsun kalemin tükenmiyor. Sen yoruluyorsun ama kalemin tükenmiyor ve seni durmadan yazmaya çağırıyor.
O hayal dolu çocukluğumun üzerinden yıllar geçti. Yüzlerce tükenmez kalem tükettim. Okumayla başlayan yazma eylemim Cağaloğlu yokuşunu tırmanmaya başlayınca başka gerçeklerle yüz yüze geldim. Tükenmez kalemlerimin ucuyla hiç tanımadığım yüzleri betimledim. Bu betimlenen insan yüzleri içinde bazıları var ki, yıllar geçtiği halde hiç unutmadığım. İşte Yılmaz Elmas’ın yuvarlak kırmızı yüzü de bu yüzlerden biridir.
Zaman; on iki eylül paşalarının hızının birazcık da olsa kesildiği, ama hâlâ gerçekten demokrasiyi isteyen aydınlara hapishanelerde yer ayrıldığının tekrar edildiği bir zamandı. Çoğumuz uzmanı olduğumuz asıl mesleklerimizi yapamıyor, sürekli arkamızdan yürüyen sıkı yönetim savcılarıyla yaşıyorduk. Böyle yaşamayı haketmediğimizi düşünüyorduk, ama bizi en çok üzen en az o paşalar kadar sevdiğimiz ülkenin demokrasisindeki ilerlemenin elli- altmış yıl geriye gitmesiydi. Her ne olursa olsun diktatörlük dikdatörlüktü ve biz de kalkıp bizim diktatörlerimiz başkalarının diktatörlerinden iyidir diyemiyorduk. O nedenle de hapishanelerde her zaman yerimiz ayrılmıştı. İşte o günlerde yıllar önce kapatılan ve malvarlığına elkonulan halkevlerinin yeniden teşkilatlanması çalışmaları başlatılmıştı. Yeniden teşkilatlanma çalışmaları sürdürülen halkevlerinden biri de Zeytinburnu Halkevi çalışmasıydı. O zamanlar ben Günaydın gazetesinde çalışıyordum. Bir gün öğle yemeğinden sonraydı. Servisteki telefonumuz çaldı. Şefimiz Maruf Evren davudi sesiyle “Murat sana” dedi. Çalışırken pek telefonum gelmezdi. Çekine çekine almacı aldım. Karşıdaki sesi tanıyınca rahatladım. Sesin sahibi Gerçek Sanat Yayınevi’nin sahibi Güngör Gençay’dı.
-Murat Kuledibi’nde bir etkinlik var, Zeytinburnu Halkevi çalışmaları yararına, dedi.
Nerede düzenlendiğini sordum. Bir okulda olduğunu söyledi. İzin alabilirsem katılabileceğimi söyledim. Tarih ve zamanı söyledi. Telefonu kapattı. Şefimizle konuşup etkinlik günü için birkaç saat izin koparınca, Güngör Gençay’ı telefonla arayıp etkinliğe katılacağımı bildirdim. Telefonu kapatıncaya kadar fazla düşünmemiştim, ama telefonu kapattıktan sonra; ‘böylesi zor günlerde hem de bir okulda etkinlik düzenleyecek insanlar cesur insanlar olmalılar...’ diye söylendim kendi kendime.
Etkinliğin günü gelince sabah erkenden yola çıktım Kartal’dan. Alaybey Köşkü Sokak’taki Günaydın gazetesine gittim, akşamdan dizilmiş birçok yazıyı okudum. Arkadaşlar geldiğinde epeyce yazı okumuştum. Kalan yazıları da onlara bırakıp yola çıktım. Kazım Dirik Sokak’taki Esin Yayınları’na uğrayıp Tullu Kurbağa ve öteki çocuk kitaplarımdan alıp, çantamdaki Mengelez ve diğer öykü kitaplarımın yanına yerleştirdim. Hızlı adımlarla otobüs durağına gittim. Kuledibi’ndeki okula vardığımda etkinliğe katılacak arkadaşlar oradaydılar. Onların hemen hemen hepsi emekli olduğu veya emekli edildikleri için benim gibi işten işe koşturmuyorlardı. Evlerinden kalkıp direkt okula gelmişlerdi. Organizeyi yapan esmer kalın bıyıklı bir öğretmenle kırmızı yüzlü birisiydi. Kalın bıyıklı esmer öğretmenin okuldaki görevi yanılmıyorsam müdür yardımcılığıydı. Çaylarımızı içerken Güngör Gençay bizleri birbirimizle tanıştırmaya başladı. Tanıştırırken de şakalar yapıyor, önceden görüşmüş olabileceğimizi de tahminlerine katıyordu. En son tanıştırma sırası o kırmızı tombul yanaklı adama geldi. Bu kumral saçları kısa kesilmiş, tombul kırmızı yanaklı adamı bir yerlerden görmüş olabileceğimi düşünüyordum ki, Güngör Gençay:
-Yılmaz Elmas, dedi.
Hemen aklıma Meyro geldi. Meyro’yu hem kendim birçok kez okumuştum hem de hemen her yıl öğrencilerime önermiştim. Sınıf kitaplığımın da, kendi kitaplığımın da yıllardır bir parçasıydı Meyro. Nasıl olmuştu bilmiyorum ama yetmişli yılların sonunda ilk yayınlandığı tarihte tanışmıştım Meyro’yla. Sanırım Medeni Ferho bana adını söylemişti. O zamandan beri de bir tutkunluğum vardı o kitaba. Ama benim severek okuduğum gibi çoğu öğrencim de o kitabı severek okuyordu. Hatta birkaç kitap sevmez öğrencime de okumayı sevdirmişti Meyro.
Yılmaz Elmas o kalın siyah bıyıklı müdür yardımcısı olmadığı zaman ev sahipliğini de üstleniyor, bizlerden yaşlı olmasına karşın herhangi bir isteğimizin hemen yerine getirilmesini sağlıyordu. Ben birkaç yıldır kaybettiğim bir atmosferin sıcaklığına bürünmeye çalışırken Yılmaz Elmas’ı gözlüyor, doğal davranışlarına gülümseyerek bakıyordum. Bir insan ancak onun kadar yumuşak, onun kadar pozitif olabilirdi. Yüzünden, bakışlarından yaşamı her koşulda tutmuş olduğu anlaşılıyordu. Beni en çok hareketlerindeki ve yüz ifadelerindeki o yumuşaklık etkilemişti. O yumuşaklıkta başka bir şey saklıydı. Hani size kızan birinin karşısında öylesine bir yumuşak duruşunuz olur ki, karşınızdaki sizin o yumuşak duruşunuz karşısında, kızgınlığını unutarak özür dilemeye kalkışır ya işte öyle bir yumuşaklık. Yılmaz Elmas’ın o yumuşak duruşu ve yuvarlak kırmızı yüzü işte o gün tükenmez kalemimle beynime çizildi.
Etkinlik boyunca onlarca kitap imzaladık çocuklara, öğretmenlere ve velilere. İmzalı kitap alan çocukların sevinci bize her şeyi unutturmuş olacak ki, hiçbirimizin aklına ne saate bakmak, ne de bizleri sevmeyen birinin telefonla ihbar edip oracıkta bizi tutuklatabileceği aklımıza geldi. Ancak derslerin bitimine doğru zamanı anımsadık. Oradan apar topar çıkıp yeniden işe döndüm. Son saatler gerçekten yoğun oluyordu. Arkadaşların çok sıkıştıkları bir saatte dönmüştüm ama epeyce de gecikmiştim. Ben arkadaşlardan geciktiğim için özür dilemeye fırsat bulamadan, şefimiz Maruf bey:
-Tam zamanında geldin, dedi.
Ses tonundaki eleştiriyi sineye çekerek yarımlaşan buruk bir sevinçle çalışmaya başladım. Yıllar geçip birçok şeyi daha soğukkanlı düşününce; yaptığımız işin basit görünümü içinde ne gibi tehlikelerin saklı olduğunu düşündüm. Düşününce de, “hepimiz de çok yürekliymişiz” dedim kendi kendime. Yürekli olmasaydık, kimin nereye götürüldüğü bir zamanda hem de bir halkevi kuruluşunu desteklemek amacıyla gidip o etkinliğe katılmazdık. Ve onun gibi nice etkinliklere..
O etkinlikte birbirimizi daha yakından tanıma olanağı bulduğumuz Yılmaz Elmas’la dostluğumuz günden güne ilerledi. Yazarlar sendikası toplantılarında, öğretmen derneklerinin toplantılarında ya da etkinliklerinde, İstanbul İnsan Hakları derneğinin kuruluşu çalışmalarında birçok kez bir araya geldik. Zaman zaman da Cağaloğlun’da görüşür olduk. Zaman yılları öyle çabuk eskitti ki, o zor zamanları hangi yıllara gömdüğümüzü çoğumuz unuttuk. Yıllar mı çabuk geçti, yoksa yaşamın devingenliği mi bizi olgunlaştırdı bilemiyorum. Ama yıllar sonra Hollanda’dan geri döndüğümde karşılaştığım Yılmaz Elmas yine kırmızı yanakları ve o kararlı yumuşak duruşuyla karşımda oturuyordu. Önce uzaktan seyrettim onu. Sonra yavaşça yanına doğru yürüdüm. Engin Yayınları’nın standına yaklaşan çocuklar da Meyro’yu imzalattı ona. Çocuklar uzaklaşınca başını kaldırdı, beni gördü. Ayağa kalktı. İlk kez o yumuşak duruşuna bir duygusallık eklendi. Bir süre sessiz kaldıktan sonra yan yana oturduk. Yayınevinin sahibi Hüseyin Engin de yanımıza geldi. Bize kendi eliyle soğuk bir şeyler sundu. Bir süre üçümüz birlikte söyleştik. Çalışanlar kitap alıcılarına yetişemeyince Hüseyin Engin onlara yardıma gitti. Yılmaz Elmas da gelen çocuklara kitaplarından imzalamaya başladı. O kitaplarını imzalarken ben masanın üzerindeki kitaplara baktım. Meyro’nun yanına onlarca yeni çocuk kitabı dizilmişti. Kitap imzalatmak için sıraya girmiş çocukların çoğunun elinde Kelile ve Dimne vardı. Bir süre çocukların sevinciyle bütünleşen Yılmaz Elmas’ın yumuşak sabrını izledim. İşinin çok olduğunu görünce müsaade istedim. Buruk buruk bana baktı. Buluşmak için bir saat kararlaştırıp kalktım. Kararlaştırdığımız saatte geri döndüğümde onun da beni beklediğini gördüm. Hemen kalktı. Birlikte Gerçek Sanat Yayınları’nın standına gittik. Çantası oradaydı. Oraya varır varmaz hemen davranıp çantasından bir kitap çıkardı:
-Bu sende var mı, dedi.
Kitaba baktım pek tanıdık bir kitap değildi.
-Yok, dedim.
Hemen cebinden kalemi çıkarıp yazdı benim adıma... İmzaladı. Bana verdi.
-Öyleyse iyi sakla, dedi.
O an sadece kitaba bakıp teşekkür ettim. O gün aldığım kitapları koyduğum çantaya onu da yerleştirdim. Akşam otelimde kitapları valize yerleştirirken, Yılmaz Elmas’ın o gün bana verdiği KİTAP yazıları adlı kitabı dikkatimi çekti. Sayfaları çevirince yayınlarını bilmediğim birçok kitabın tanıtımıyla karşılaştım. Her sayfayı çevirişimde yeni bir kitabı tanıyordum. Böyle kitaptan kitaba koşarken de benim Güneşsiz Dünya adlı yapıtımla burun buruna geldim. Öykülerim hakkında yazılan yazıyı okuyunca elim ayağım soğudu. İçimden “yazmanın sorumluluğu bu işte” dedim. Halbuki birçok arkadaş görmediği sürece unutmuştu bazı şeyleri. Ama Yılmaz Elmas kendi sorumluluğunu yerine getirerek, o cehennem dönemi öykülerini tek tek okuyup değerlendirmişti.
Bu olaydan sonra ne zaman Yılmaz Elmas’la karşılaştıysam bir eliyle dostluğunu, öteki eliyle de yeni yayınlanmış bir kitabını verdi bana. Onun yaptığı sadece yeni çıkmış bir kitabını vermek değildi, onun yaptığı başka bir şeydi. Sanki her kitap verişinde bana o durgun duruşuna sakladığı bitmez tükenmez sabrından da bir şeyler veriyordu. Bence o bitmeyen şey onun sabrı değil, onun insan sorumluluğuydu. Daha doğrusu o sabırla yoğrulmuş tükenmeyen bir insandı benim için.
/Murat Tuncel / Yarımağız Öyküler
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder