Saltanattan
Cumhuriyet’e Giden Yol; Birinci Meclis
İstanbul’un 16 Mart 1920’deki fiilî işgali üzerine
çalışmaz hale gelen son Osmanlı mebuslar meclisi Sultan Vahideddin tarafından
11 Nisan 1920 tarihinde resmen feshedilmişti. Bu fesih, Millî Mücadele
hareketinin resmî organı olan ve 27 Aralık 1919’da Ankara’ya gelen Heyet-i
Temsiliye’yi artık Türklerin tek ve Millî teşkilâtı konumuna getiriyordu. Bu
gelişmenin ardından 19 Mart 1920’de Heyet-i Temsiliye reisi Mustafa Kemal Paşa,
vilayet ve sancaklara gönderdiği tamimle “olağanüstü yetkilere sahip” bir meclisin
Ankara’da açılmasını sağlayan hazırlıkların yapılmasını temin etti. BMM, 23
Nisan, saat 14.45’de 78 milletvekili hazır olduğu halde en yaşlı milletvekili
Sinop milletvekili Şerif Bey’in konuşması ile açıldı.
Meclis, 30 Nisan’da kuruluşunu Avrupa devletleri
Dışişleri Bakanlıklarına bildirerek, Türk milletinin tek söz sahibi olduğunu
ilân etti. Çalışmalarına hemen başlayan BMM, 26 Nisan’da 13 kişiden mürekkep
bir başkanlık divanı oluşturarak yeni Türk devletinin siyasî anlamda oluşumunu
sağlayan kararlar almıştır.
İlk mecliste 437 kişinin mebus olarak adı geçmekle
birlikte Meclis faaliyetleri sırasında bu rakama hiçbir zaman ulaşılamamış olup
meclis faaliyetlerinin son bulduğu 1923 yılı ölçü olarak alındığında üyelik
sıfatları devam edenlerin sayısı 337 olarak tespit edilmiştir. Mustafa Kemal
Paşa, 1 Mart 1921’de II. toplantı yılını açarken Meclis kürsüsünden yapmış
olduğu konuşmada ikinci yıla 12’si Malta sürgünü, 68’i Meclis-i Mebusan’dan
gelen üye, 270’i de TBMM’ye üye olarak seçilen 350 üyeyle başlandığını ifade
etmiştir19. Ahmet Demirel’in çalışmasında; Büyük Millet Meclisinin üye sayısı
III. Toplantı yılında (l Mart 1922) 347, IV. Toplantı yılında (1 Mart 1923) 337
üye olarak tespit Edilmiştir20.
İlk meclis dünya anayasa tarihinde pek benzeri olmayan
iki ayrı seçim usulü ile gelen milletvekillerinden oluşmuştur21. Bunlardan
ilki; 7 Ekim 1919 tarihinde Osmanlı Mebusan Meclisi için yapılan seçimdir.
Diğeri ise Mustafa Kemal Paşa’nın 19 Mart 1920 tarihinde vilayetlere gönderdiği
tamim gereğince yapılan seçimdir. Ancak T. Zafer Tunaya, BMM’nin üç ayrı
şekilde katılmalarla meydana geldiğini ifade ederek22 Meclis-i Mebusan kökenli
olmalarına rağmen Yunanistan ve Malta sürgünlerini ayrı bir grup olarak tasnif
etmektedir. İlk mecliste, milletvekilliği sıfatı kabul edilen toplam 437 üyenin
349’u Mustafa Kemal Paşa’nın tamimi gereğince seçilen yeni isimlerden meydana
gelirken Meclis-i Mebusan kökenli milletvekillerinin sayısı 88’dir23.
İlk meclise katılan milletvekilleri toplam 66 seçim
çevresini temsil etmekteydiler. Meclis üyelerinin yoğun şekilde temsil ettiği
bölge ise Güneydoğu Anadolu’dur. Yaşı hakkında bilgi olmayan 82 mebus hariç
tutulursa kalan 355 mebusun yaş ortalaması ise 42.8 olarak tespit edilmiştir4.
İlk meclis milletvekillerinin o dönemin şartları
içinde oldukça yüksek eğitim seviyesine sahip oldukları söylenebilir. Bütün
milletvekilleri içinde yabancı dil bilenlerin oranı %41.2’dir. Üyelerin %8.7’si
İdadî, %2.37’ü Sultanî, %1.67’sı meslek okulu, %6.9’u harbiye bitirmiş, %7.3’ü
özel eğitim görmüştür. Herhangi bir eğitim kurumunu bitirmeyen ya da eğitim
düzeyleri hakkında bilgi olmayan mebusların oranı da % 14.6’dır.
İlk meclis meslekî açıdan incelendiğinde; ülkedeki
tüm sosyal dilimlerin temsil edildiği söylenebilir. Devlet memurlarının oranı
%46.9’dur. Avukat, gazeteci, bankacı, doktor ve mühendis üyelerin oranı %14,
eşraf olarak nitelendirilebilecek ve çoğu büyük toprak sahibi çiftçilerle,
tüccar ve aşiret reislerinin oranı %18.9’dur. Buna karşılık müftü, müderris ve
şeyhlerden oluşan din adamları da mecliste % 1.2 gibi bir oranla temsil
edilmiştir5.
İlk meclis gerek temsil ettikleri sosyal dilimler
gerekse fikrî yapıları bakımından bir tezatlar meclisidir. Ancak çok farklı
sosyal yapıların mevcudiyetine ve farklı fikirlerin temsil edilmesine rağmen
“ülkenin bütünlüğü” konusunda tek yumruk tek ses olabiliyorlardı.
Yegane gayeleri “Misak-ı Millî” ilkelerini
gerçekleştirmek olan ilk meclisin temel özelliklerini şu şekilde tasnif etmek
mümkündür:
* İlk meclis her şeyden önce millî bir meclistir.
* Meclis idealist, demokratik bir meclisti. Bütün
milletvekilleri, seçim sonucunda tespit edilmişti. Üyeler, halkın hemen her
kesimini temsil ediyordu.
* Olağanüstü hal meclisidir. Savaş halinin
yaşandığı namüsait şartlarda toplanmayı başarabilmiş bir meclistir.
* Meclisin temeli ve bekası fedakârlık esasına
dayanıyordu. Meclisin her bir üyesi eşi görülmemiş bir fedakarlık örneği
vermişlerdir.
* Kahraman bir meclistir. Ankara yakınlarında savaş
sürerken meclis çalışmalarına devam etme cesaretini göstermiştir.
İkinci Meclis
ve Cumhuriyetin İlanı
23 Nisan 1920’de toplanan ilk BMM, olağanüstü
zamanların ortaya çıkardığı siyasî zorunlulukların etkisiyle vazife gören bir
kurucu meclis niteliğinde idi26. Bu yapıda kurulan yeni meclis, milletin tek temsilcisi
sıfatıyla yasama ve yürütme yetkilerini uhdesinde toplamış ancak, bir devlet
başkanlığı adıyla ayrı bir teşkilatlanma biçimine başlangıçta gerek
görmemiştir. BMM, mevcut haliyle bir “Meclis Hükümeti”27 sistemi vücuda
getirerek millî mücadele hareketini sevk ve idare etmiştir. BMM’nce alınan
“Padişah ve Halife, altında bulunduğu tazyikten kurtulduğu zaman, meclisin
tanzim edeceği esaslar dairesinde vaziyetini alır” şeklindeki karar; esasında
mevcut siyasî düzeni millî hakimiyet prensibine dayandırarak Cumhuriyete
yönelmesine imkân ve fırsat vermiştir.
İlk TBMM, 1923’te seçimin yenilmesine karar vererek
dağılmasından sonra Mustafa Kemal Paşa yeni meclis toplanıncaya kadar bazı
arkadaşlarından yeni bir anayasa taslağı hazırlamalarını istemişti. Bu istek
üzerine başlatılan anayasa çalışmalarına zaman zaman kendisi de katılarak
düşünce ve direktifleriyle toplantıları yönlendirmiştir. Bu toplantılarda
yapmış olduğu konuşmalarda, millî hükümetin mahiyetinin Cumhuriyet olduğu halde
onu kesin olarak ifade ve ilân etmemenin devlet idaresinde zaaf meydana getirdiğini,
ilk fırsatta Cumhuriyeti ilân ederek bu zaafı ortadan kaldırmanın gereğine
işaret etmiştir28.
Bu gelişmelerin ardından Cumhuriyetin ilânı
meselesi ciddî anlamda ilk defa 10 Eylül 1923’de Mustafa Kemal Paşa’nın
meclisteki küçük odasında ele alındı. Hazırlattığı anayasa taslağını oldukça
eksik bulan Mustafa Kemal Paşa, muhtemelen bu toplantının bir gün öncesinde (9
Eylül) konuyla ilgili olarak bizzat kendisi çalışarak bir taslak
hazırlanmıştır. Daha sonra Yunus Nadi, Sabri(Toprak) ve Falih Rıfkı Atay’ın
hazır bulunduğu bir müzakerede, Mustafa Kemal Paşa kendisinin hazırladığı
anayasa maddelerinin değişiklik tekliflerini ilk defa okudu. Onun hazırladığı
taslağın ilk maddesi; “ Türkiye, Cumhuriyet usulü ile idare olunur”29
şeklindeydi.
Mecliste meydana gelen bu küçük toplantıdan sonra
Cumhuriyet’in ilânına giden tarihî seyrin hızlanarak devam ettiği
görülmektedir. Mustafa Kemal Paşa, 22 Eylül’de yabancı bir gazeteciye verdiği
demeçte30 “Cumhuriyet” kelimesini kullanarak 1921 Anayasasında yapılmasını düşündüğü
değişiklikleri açık bir şekilde dile getirmiştir. Yurt içinde ve yurt dışında
yankısı oldukça fazla olan bu demeçten sonra, Halk Fırkası da harekete geçerek
5 Ekim’de parti büyük divanını toplamış ve anayasada yapılacak değişikleri
tespit etmek üzere bir “İhtisas Heyeti” seçmiştir31.
HF’nin seçtiği İhtisas Heyeti Mustafa Kemal
Paşa’nın kontrolünde çalışmalarına devam ederken İsmet İnönü ve 14 arkadaşının
hazırladıkları önerge sonucu, 13 Ekim 1923’de anayasaya konan ek bir madde ile
Ankara yeni devletin başkenti olmuş ve böylece Cumhuriyetin ilânı için önemli
bir adım daha atılmıştır32.
Mustafa Kemal Paşa’nın kontrolünde gelişen bütün bu
faaliyetler sonrasında nihayet 29 Ekim 1923 tarihinde Anayasada yapılan
değişiklikle, Türkiye bir Cumhuriyet, M. Kemal ilk Cumhurbaşkanı ve İsmet İnönü
ilk başbakan olmuştur.
Dikkat edilirse bizde Cumhuriyet rejimine geçiş,
kademeli olarak tezahür etmiştir. Cumhuriyet rejimine bir takım merhaleleri kat
etmek suretiyle geçilmesinin sebepleri arasında; dönemin olağanüstü şartları
ihtiva etmesinin yanında, BMM’nin fikrî ve siyasî anlamda tezatlarla dolu bir
meclis yapısına sahip olması gösterilebilir. Bunun yanı sıra Mustafa Kemal
Paşa, Millî Mücadele hareketini ve onu temsil eden Büyük Millet Meclisi’nin
bütünlüğünü bozmamak amacıyla Cumhuriyet idaresiyle ilgili fikrini o günlerde
açık bir şekilde telaffuz etmemiştir. Meclisteki değişik grupları Misâk-ı Millî
çerçevesinde birleştirmeye çalışmış ve bu amaçla şeklen de olsa bazı tavizler
vermeye mecbur olmuştur33.
Görüldüğü üzere Cumhuriyet rejimi, millî mücadele
döneminde ülke çapında prestij kazanan bir avuç liderin kararlı tutumu
sonucunda kurulmuştur. Bu dönemde Batılılaşma yoluyla modernleşme Cumhuriyetin
temel hedefi olmuş, milliyetçilik ve lâiklik de bu hedefe ulaşmak için araç
olarak kullanılmıştır. Cumhuriyet çeşitli fikir hareketlerinin baskısı altında
bocalamalar geçirmiş olmasına rağmen millî hâkimiyet gibi sağlam bir siyasî
temele dayandığı için varlığını devam ettirme imkânını elde edebilmiştir34.
Gerek ilk meclis döneminde gerekse Cumhuriyetin ilk yıllarında nihaî hedefin
demokrasi olduğu açıkça belirtilmemişse de, Cumhuriyete yüklenen anlam zamanla
rejimin demokrasiye ulaşmasını amaçladığı aşikârdı. Dönemin liderleri bu
düşünceyi zaman zaman ifade etmişler Türkiye’de amacın Batı demokrasilerine
benzer bir rejim olduğunu açıkça söylemişlerdir.
Yeni devlet düzeni olarak, Cumhuriyet rejiminin
ülkemizde tatbik edilmesi meselesini en üst seviyede düşünen kişi ise hiç
şüphesiz Mustafa Kemal Atatürk’tür. Mustafa Kemal Paşa’nın zihninde Cumhuriyet
fikrînin oluşumu sadece 28-29 Ekim 1923 gecesi “Yarın Cumhuriyeti ilân
edeceğiz” sözleriyle ortaya çıkmış bir vakıa değildir. Türk İnkılâp Tarihi’nin
kaynakları incelendiğinde, yeni ve müstakil bir devlet ve devlet şekli olarak
Cumhuriyet fikrinin Mustafa Kemal Pasa’nın kafasında 1905-1906 yıllarında
belirgin hale gelmiş olduğu görülür. Meşrutiyet. Mütareke ve Millî mücadele
dönemlerinde Mustafa Kemal Pasa’nın zihninde şekillenen Cumhuriyet fikrinin
kendisine ait bir orijinalitesinin olduğunu da göz ardı etmemek tarihi bir
hakikatin ifadesinden başka bir şey değildir.
Cumhuriyetin Osmanlıya Bakışı
Türkiye’de 1922 yılında Saltanatın ve 1924 yılında
Hilâfetin kaldırılması, Mustafa Kemal Pasa’nın Millî Mücadele döneminde (1918-1922)
savunduğu “saltanat ve hilâfet mevcutlu devlet anlayışı”ndan ayrıldığının
önemli bir ifadesidir. Halifeliğin kaldırılması, rejimin demokratik anlamdaki
tekâmülü açısından önemli bir siyasî gelişme olmakla birlikte Türk milleti için
kültürel ve tarihî manaları da ifade etmektedir. 19. yüzyılın başlarından
itibaren süregelen yenilikçi-muhafazakâr çatışması, hilafetin ilgası sonucu
yenilikçilerin başarısı olarak yorumlanmış; bu olaydan sonra Türkiye’de batılı
manada gelişmesi istenen modernleşme hareketinin önünün açıldığı düşünülmüştür.
Yakın tarihimizde Osmanlı’dan Türkiye
Cumhuriyeti’ne geçiş “Türk İnkılâbı” adını verdiğimiz ve Fransız İnkılâbından
farklı olan bir modernleşme hamlesi ile gerçekleşmiştir. Türk inkılabı ile
birlikte, çağdaş medeniyete yönelmekten güdülen amaç, kendi öz kültürümüzü
bilimsel metotlarla geliştirmek, onu öz kaynağından halk kaynağından besleyerek
“kendi değer ve özellikleriyle” çağdaş medeniyet seviyesinin üstüne
çıkarmaktır. Böylece yüzyıllar boyu, yabancı kültürlerin etkisi altında
yozlaşan, kısırlaştırman ve horlanan millî kültüre, “kendi özellikleri içinde”
çağdaş ufuklar açmak başka bir deyimle, Türk kültüründe bir “Rönesans”
yaratmaktır*5. Bu noktadan bakıldığında Türk inkılâbı; tarihî gelişmelerin
meydan getirdiği bir fikir ve idealin başarıya ulaşmış halidir.
Dünya inkılâp ve ihtilâller tarihinde milliyetçilik
daima fevkalâde önemli bir faktör olmuştur. Yakın tarihimizde Türk milleti için
de durum bundan çok farklı değildir. Milliyetçiliğin ihmali, Osmanlı Türk’ünün
sükûtuna sebep olmuş ancak bu ihmalin giderilmesiyle yükselen bir değer haline
gelen milliyetçilik, Türk İnkılâbının tesisinde muazzam bir kuvvet olmuştur.
Özellikle Saltanattan Cumhuriyete geçişte milliyetçiliğin dikkate değer
derecede farklı bir yol takip etmesi ve daima ön plâna çıkması Türk milletinin
emperyalistlere karşı verdiği Millî Mücadele’nin kazanılmasını sağlamıştır.
Mustafa Kemal Paşa’nın Osmanlı’nın sükût
etmesindeki hayatî sebebi “Türklerin millî benliğinden uzaklaşması” olarak
göstermesi de bu gerçeği teyit etmektedir. O’nun, 1923 yılında Konya Türk
Ocağında gençlere hitaben söylemiş olduğu şu sözler bu anlamda
değerlendirilmelidir: “Bahusus bizim milletimiz, milliyetinden tegafül
(anlamamazlıktan gelme) edişinin çok acı cezalarını gördü. Osmanlı
İmparatorluğu dahilindeki akvamı muhtelife hep millî akidelere sarılarak,
milliyet mefkuresinin kuvvetiyle kendilerini kurtardılar. Biz ne olduğumuzu,
onlardan ayrı ve onlara yabancı bir millet olduğumuzu sopa ile içlerinden,
kovulunca anladık. Kuvvetimizin zaafa uğradığı anda bizi tahkir(hakaret etme),
tezlîl (zillete düşürme) ettiler. Anladık ki kabahatimiz kendimizi
unutmaklığımızmış”36.
Mustafa Kemal Paşa, bu anlayıştan hareketle ilk
yapılacak işin “Türkleri yeni baştan Türkleştirmek” olduğunu tespit etmiş 37,
Türk inkılâbının bu temel fikre hizmet etmesini sağlamıştır.
Cumhuriyetin ilk yıllarında Türkiye’de modernleşme
ve laiklik hareketi, halkı fazla rahatsız etmeksizin ancak eski kuşak aydınlar
arasında derin tesirler yaratarak devam etmiştir. Esasında bu dönemde
Cumhuriyet, İslâm’ı terk etmek suretiyle başka bir dine intisap etme niyetinde
olmamıştır. Ancak batı taraftarı aydınlar, millî bir devlet meydana getirme
hususunda İslâm’ı başlıca engel olarak görmüşlerdir. Bu noktada Cumhuriyetin
istediği hem modern hem de Türk olan İslâm dininden başka bir şey değildi.
Rejim, bu anlamda, dini ıslâh için birtakım teşebbüslerde bulunduysa da pek
başarılı olamamıştır38. Çünkü bu tip teşebbüsler daima hâlâ Osmanlı sosyal
yapısını muhafaza eden Türk toplumunun tepkisiyle karşı karşıya kalmıştır.
Yukarıda ifade ettiğimiz bu tarihî hakikatlere
rağmen Cumhuriyetin ilânından bu yana geçen süreçte millet olarak tarihimizle
bir türlü barışamadığımız bir gerçektir. Tarih, hep siyasetin veya siyasî
düşüncenin bir boyutu olarak ele alınmış ve değerlendirilmiştir. Türk
aydınlarının tarihe bakışları ve ele alışları ekseriyetle tarafsız olmamış
objektif değerlendirmelerde maharet gösterememişlerdir. Ne yazık ki, bu
eksiklik daha çok saltanattan cumhuriyete geçiş sürecini temsil eden Osmanlı
tarihi için geçerlidir.
Cumhuriyetin daha doğrusu Atatürk ve inkılâplarının
Osmanlı Devleti bakıyyesi ile örtüşüp örtüşmediğinden tutun da Osmanlı
Devleti’nin bir Türk devleti olup olmadığına, Osmanlı’nın Türk Devleti olarak
telâkki edilmesi durumunda bugünkü Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin büyük
sıkıntılara düşeceğine kadar bir çok meselede zihinlerde fevkalâde yanlış
telâkkiler oluşmuştur.
Hatta bu telâkkiler bugün milletler arası boyutta
yaşanan millî meselelerinin kaynağının Osmanlı’da olduğu iddialarına kadar
varmakta, Osmanlı’nın adetâ Türk milletinin alnına kara bir leke şeklinde
vurulduğu saplantısından öteye gitmemektedir.
Osmanlıyı hâlâ yaşayan bir potansiyel tehlike gibi
göstererek Türk tarih ve kültürüne saldırı aracı olarak kullanılması fevkalâde
üzücüdür. Aynı şekilde Osmanlıyı savunuyor görünerek Türkiye Cumhuriyetine
düşmanlığını kusan gayri milli ve dinî akımlara karşı “gerekçeli Türk tarih
tezi”mizin hazırlanmaması büyük bir ihmaldir. Türk tarihi içindeki bütün
değerlere her platformda sahip çıkmak ve savunmak aydınlarımızın hayatî görevi
olmalıdır.
Ülkemizin aydınları Türk tarihini, bir hafıza
olarak muhafaza etmek ve günümüzde yaşananları onun süzgecinden geçirmek
zorundadırlar. Bu zorunluluk, devlet ve millet olarak var olmanın şartı, “tarih
şuurunun” bir gereğidir.
Son dönemde Osmanlı Devleti’nin başını ağrıtmış pek
çok meselenin bugün de Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin sıkıntıları olarak devam
ettiği doğrudur. Ancak milletler arası münasebetlerde sürekli yalnız bırakılan
ve stratejik konumu dolayısıyla fazla dostu bulunmayan Türkiye’nin karşılaştığı
bu durum, ne yalnızca son Osmanlı’nın ne de yetmiş beş yıllık Cumhuriyet
Tarihimizin ürünü olmasa gerektir.
Buna rağmen bazı aydınlar arasında Osmanlı’ya ait
kurumları kabullenmemek hattâ yok saymak gibi bir arazın yaygın hale geldiği
görülmektedir. Unutulmamalıdır ki her sosyal yapı kendinden önceki sosyal
yapının mirasçısıdır. Bugün sahip olduğumuz iktisadî, siyasî ve kültürel bir
çok özelliğimiz Osmanlı’nın bıraktığı kültür mirasının eseridir.
Bu güne kadar ifade edilen ve sanılanın aksine;
Osmanlı Devleti’nin dünya tarihindeki yeri şerefli ve onurludur. Osmanlı ile
Türk özdeşleşmiştir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti de Osmanlı Devleti’nin
antitezi değildir.
Osmanlı’nın kendisi olduğumuz gerçeğini reddetmek,
bizi geçmişinden utanan bir millet çizgisine getirebilir ki bu görüş, Türk
milliyetçiliği fikrine temelden aykırıdır. Ayrıca geçmişte milletlerin yok
olmasıyla alâkalı bir çok tarihî hakikati idrak edemediğimiz anlamına gelir.
Osmanlıdan Cumhuriyete geçiş sürecinde Türk
İnkılâbının mümessilleri üzerinde kısmî de olsa Avrupa’nın tesirini görebilmek
imkân dahilinde ise de askerî ve siyasî gelişmeler karşısında Türk milletinin
aldığı tavır farklılık arz eder. Her şeyden önce şu tarihî gerçeğin ihmal edilmemesi
gerekir: Türkler, millî meseleler söz konusu olduğunda daima kendi işlerini
kendileri halletmişlerdir. Türkler risk alarak yaptıkları çıkışlarda
sorumluluğu daima üzerlerine alırlar. Dolayısıyla risk alınan hadisenin
neticesine katlanmayı peşinen kabullenmişlerdir. Bu tespitimize en güzel örnek
Türk İstiklâl Harbi’dir. Batının gücü karşısında ortaya konan Millî Mücadele’de
alınan askerî risk ne denli önemliyse, saltanatın kaldırılması ve Cumhuriyet’in
ilânı ile göze alınan siyasî ve toplumsal riskte aynı öneme sahiptir.
Türklerin yukarıda ifade edildiği şekliyle
sorumluluk alabilmesi ve Türk inkılâbının batılı toplumlardan farklı seyir
takip etmesinin bir diğer sebebini de “Türklerin batı yönetimine hiçbir zaman
girmemesinde” aramak isabetli olur kanaatindeyiz. Bu noktadan hareketle
Saltanattan Cumhuriyet’e geçişte bir rejim olarak “Cumhuriyet” her ne kadar
batı menşeli kaynaklardan iktibas edildiyse de başlangıçta tatbik edilen bu
idare biçimi kendisine ait pratikleri olan bir otoriter Cumhuriyet olarak
mütalâa edilmiştir. Burada Cumhuriyet’in önüne getirilen “otoriter” kelimesine
yüklenmiş olan anlam, dönemin olağanüstü şartlarından kaynaklanan bir
zorunluluğun ifadesi olarak kabul edilmelidir.
Yeni rejim, kendisini koruma içgüdüsü ile ortaya koyduğu
bu tip otoriter Cumhuriyet biçimini farklı izah etme çabaları kasıtlı ve peşin
hükümlü yaklaşımlardan kaynaklanmaktadır. Bu tip bir geçiş sürecinde “otoriter”
kelimesinde bir istibdat ve diktatörlük döneminin belirtilerini aramaya
çalışmak; Millî Mücadele hareketini ve Türk modernleşmesini bilmemek veya
kasten anlamamaya çalışmaktır.
Osmanlı Devleti, bugün dahi gelişmiş ülkelerin
örnek aldığı ve kendisine has dinamikleri olan büyük bir medeniyet ortaya
koymuştur. Türk kamuoyuna sunulan bu konuyla ilgili çarpıtmaların ve tarihî
yanlışların bir an önce telâfi edilmesi gerekmektedir. Bu sebeple 700. Kuruluş
Yıldönümü çerçevesinde yapılan faaliyetler, bu eksiğimizi kapatabilmek adına
önemli bir fırsat olarak görülmelidir.
Bunun yanı sıra Osmanlı Tarihi anlatılırken Türk
devlet geleneği, Türklerin devlet ve millet anlayışı, devletin millet için var
olduğu hakikatini ve ayrıca adaletin, hoşgörünün, huzurun ve refahın halka yani
millete sunulmaya çalışıldığı bir yönetim anlayışının Türk devletlerinde daima
varolduğu rahatlıkla ifade edilebilmelidir.
Millî Mücadeleyi canlandıran ruhun, Osmanlı
tedrisinden geçmiş kahramanlar tarafından tesis edilen “Kuva-yı Milliye ruhu”
olduğu göz ardı edilmemelidir. Türk tarihi bir bütün olarak kucaklanmalıdır.
Gelecek kuşaklara yalın siyasî tarih değil kültürel mirasımız da
aktarılabilmelidir.
Bu sayede tarih ilmi yalın ve ciddî hatta soğuk
görüntüsünden uzaklaştırılmalı, bize “bizi” ve “onları” anlatan tarzıyla
gerçekçi yorumlarla anlatılmalıdır.
Türkiye’nin çağdaşlaşma hamlesinin aşağı yukarı üç
asırdır var olan bir vakıa olduğu gözler önüne serilmeli, ancak bu hususta
Mustafa Kemal Paşa’nın yaptığı inkılâpların bu zeminin üzerine bina edilen
basamakların en önemlisi olduğu vurgulanmalıdır.
Yukarıda izah etmeye çalıştığımız ihmallerin
olmaması ve “yazanın yapana sadık kalması”y1a şekillenecek bir tarihçiliğin
gazetecilikten veya hobi haline getirilen bir uğraşı olmaktan çıkarılmak
suretiyle ve bunlardan farklı bir disiplin olduğu hatırlatılarak gerçek
tarihçilerin ifadelerine itibar edilmeli, perspektifleri önemsenmelidir.
/Prof. Dr. E. Semih Yalçın*
KAYNAKÇA:
1 Yavuz Ercan, “Bloklar Arası Çatışmalarda Osmanlı
Devleti Topraklarının Stratejik Önemi”. Beşinci Askeri Tarih Semineri
Bildirileri I. Değişen Dünya Dengeleri içinde Askerî ve Stratejik Açıdan
Türkiye(23-25 Ekim 1995-İstanbul). Gn.Kur.Başk. yay.. Ankara, 1996. s. 122.
2 T. Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasî Partiler
1859-1952, İstanbul, 1952, s.435-437.
4 YALÇIN. “....Mustafa Kemal Paşa’nın İstanbul’daki
Faaliyetleri”, s.202-203.; Cumhuriyet. 19 Mayıs 1963.
5 Erc Jan Zürcher. Millî Mücadelede İttihatçılık.
Ankara, 1987, s.200.
6 YALÇIN, “....Mustafa Kemal Paşa’nın İstanbul’daki
Faaliyetleri”, s. 196.
7 Nutuk, C.I., İstanbul. 1973. s. 1-2.
8 Şevket Süreyya Aydemir. Tek Adam, Mustafa Kemal
(1881-1919). C.I. İstanbul, 1963. s.390.
9 Salim Koca- E. Semih Yalçın. “Mustafa Kemal
Paşanın Dokuzuncu Ordu Müfettişliğine Tayininde Osmanlı Genel Kurmayının Rolü”,
Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Sayı 24, Temmuz. 1994, s.402-403.
10Kılıç Ali, Kılıç Ali Hatıralarını Anlatıyor.
İstanbul, 1955. s. 12.
11Mustafa Kemal Paşa (Atatürk)’nın resmî sicilinde
bu vazifesi III. Ordu Müfettişliği olarak ve tayin tarihi de 2 Mayıs 1919 diye
gösterilmiştir. Kendisine verilen talimatnamede ise (IX. Orduyu Hümayun Kıtaatı
Müfettişliği) kaydı vardır. (Fethi Tevetoğlu, Atatürk’le Samsun’a Çıkanlar,
Ankara. 1987, s.15. 10 no’lu dipnottan iktibas.; Yılmaz Öztuna. “Osmanlı
Generali Olarak Atatürk”, Türkiye. 4 Haziran 1991.)
12 Mustafa Kemal Paşa’nın 9.Ordu Müfettişliğine
tayini için bkz. Gotthard Jaesehke, Mustafa Kemals Sendung nach Analolien,
No:l, Geschichte des Islamischen Orients, Tübingen. 1949; Tevfik Bıyıkhoğlu.
Atatürk Anadolu’da, İstanbul, 1981, s.91-110.; Sabahattin Selek. Anadolu İhtilali,
İstanbul, 1965, s. 186-194: Şevket Süreyya Aydemir. Tek Adam. C.I., İstanbul.
198I.S.397-419; Tahsin Ünal, “Millî Mücadele Başlarında Mustafa Kemal”. TK.,
s.73,; Sina Aksin, İstanbul Hükümetleri ve Millî Mücadele. İstanbul. 1983,
s.276-296: D.A. Rustow, “The Army and the Founding of the Turkisch Republic”.
World Politics. X1.(İ959). s.537-538; Salahattin Tansel. Mondros’tan Mudanya’ya
Kadar, C.I.. Ankara, 1973, s.81-89; Salim Koca. “Mustafa Kemal’in 9. Ordu
Müfettişliğine Tayininde Vahiddedin’in Rolü”, Millî Kültür, S.50, s. 1-5; aynı
yazar, “Mustafa Kemal Paşa’nın 9.Ordu Müfettişliğine Tayininde Damad Ferid
Paşa’nın Rolü Var mıydı?”. Türk Dünyası Tarih Dergisi, S.4I. 1990. s.3-9.;
Mustafa Kemal Atatürk. Nutuk, Cilt:l-I.II, Ankara,l984.; Ali Fuat Cebesoy,
Millî Mücadele Hatıraları. İstanbul. 1953.; Kâzını Karabekir, İstiklâl Harbinin
Esasları, İstanbul. 1972.
13 KOCA-YALÇIN, “Mustafa Kemal Paşanın Dokuzuncu
Ordu s.402-403.; Gothard Jaeschke, Mustafa Kemal Paşa’nın 9 Ordu Müfettişliğine
tayininde “Padişahın kedisine olan büyük itimadını görmemezlikten gelmemek
gerekir” derken Tevfik Bıyıklıoğlu da, “aksi takdirde bu tayini tasvip
etmeyeceği muhakkaktır” diyerek, adeta onun ifadesini tamamlamaktadır(G.
Jaeschke, Kurtuluş Savaşı İle İlgili İngiliz Belgeleri, Ankara, 1971, s.96; T.
Bıyıklıoğlu, Atatürk Anadolu’da, İstanbul 1981. s.100.) Mustafa Kemal, daha
veliaht iken Vahideddin’in 15~ Aralık 1974-4 Ocak 1918 tarihleri arasında
Almanya’ya yaptığı seyahatte refakatinde bulunmuştu. Vahideddin, Çanakkale
savaşlarında gösterdiği başarılardan dolayı hayranlık duyguları dolu olduğu
Mustafa Kemal Paşa’yı bu vesile ile daha yakından tanıma fırsatını bulmuş,
fikirlerini ve şahsi kıymetini takdir etmişti (F.Rıfkı Atay, Çankaya, İstanbul,
1980, s. 104; G. Jaeschke, s.97.) Mustafa Kemal Paşa, Mondros Mütarekesini
müteakip 13 Kasım 1918 tarihinde cepheden İstanbul’a döndükten sonra Sultan
Vahiddedin ile görüşme isteğinde bulunmuş ve 15 Kasım 1918de huzura kabul
olunmuştur. Bu görüşmede Vahiddedin. “Bilirim ki, ordunun zabitleri ve
kumandanları sizi severler. Bana teminat verebilir misin ki, onlardan bana bir
fenalık gelmeyecektir” gibi bir ifade ile endişesini ihtiyatkar bir dille
belirttikten sonra, ona güvenin bir belirtisi olarak, “‘Siz akıllı bir
kumandansınız. Tecrübesiz arkadaşlarınızı tenvir edeceğinize eminim” demiştir.
(Hakimiyet-i Milliye, 12 Nisan 1926). Bu konuşmadan anlaşılacağı gibi. Sultan
Vahideddin’in güvendiği bir komutan olarak Mustafa Kemal Paşa vasıtasıyla
orduyu elinde tutmak istemektedir. Hiçbir olay Sultan Vahiddedin’in Mustafa
Kemal Paşa üzerindeki büyük güveninin sarsmamıştır Mustafa Kemal Paşa,
kendisine fikren yakın saydığı; Ahmed izzet Paşa ile birlikte iktidara
gelebilmek için arkadaşları ile bazı politik teşebbüslerde bulunmuştur. Hatta
bu gaye ile arkadaşlarıyla toplantılar bile düzenlemiştir. Öyle ki, bir gün
arkadaşları ile İttihat ve Terakki Hükümeti Dahiliye Nazırlarından İsmail
Canbulat’ın evinde toplandıkları ve hükümet aleyhinde kararalar aldıkları ihbar
edildiğinde sultan Vahideddin, şüphesiz kendisine duyduğu büyük güvenin
tesiriyle onun böyle teşebbüslerin içinde olmasına ihtimal vermediğini o zaman
sadrazam olan Tevfik Paşaya söylemiştir (Fethi Okyar, Üç Devirde Bir Adam,
(Haz. C. Kutay), İstanbul, 1981. s.263.). Söylemeye bile gerek yoktur ki, bu
olay Sultan Vahideddin’in Mustafa Kemal Paşa üzerinde güveninin derecesini
açıkça göstermektedir. Anlaşılacağı üzere, Sultan Vahideddin’in Mustafa Kemal
Paşa üzerindeki güveni hangi bir olay karşısında silinip gidecek kadar köksüz
değildir. Sultan Vahideddin, Mustafa Kemal Paşaya duyduğu büyük bir güvenin bir
diğer belirtisi olarak, ona kızı Sabiha Sultanı vermek istemiştir. Fakat
Mustafa Kemal Paşa bu evliliği istememiş olacak ki, karşı tarafın kabul
edemeyeceği bir teklifte bulunmuştur. (Enver Behnan Şapolyo, Kemal, Atatürk ve
Millî Mücadele Tarihi, Ankara, 1958, s.273 vd.). Yukarıdan beri izah etmeye
çalıştığımız bu “büyük güven’in tesiri ile Sultan Mehmed Vahiddeddin; “Samsun’a
bir müfettiş gönderileceğini öğrenince, yaveranımdan; Erkanı Harp Mirlivası(Tuğgeneral)
Mustafa Kemal Paşa’yı da namzetler meyanında nazın itibara alınız” diye zamanın
“hükümetin ikaz” etmiştir. Böylece, tarihin Türk milletine en büyük ihsanı olan
bu tayin gerçekleşmiştir(Salim Koca, Mustafa Kemal’in 9.Ordu Müfettişliğine
Tayininde Vahideddin’in Rolü Var mıydı’?. Millî Kültür, S.50. 1985, s.3.).;
14 Nutuk, C.I.. İstanbul, 1973, s. 12-13.
15 Bkz. Tevfık Bıyıklıoğlu, Atatürk Anadolu’da
(1919-1921), Ankara, 1959, s.30.
16 Dursun Ali Akbulut, “Samsun’un “Gazi Günü” Ya Da
19 Mayıs Bayramı”, AAMD, Sayı 33, Kasım 1995, s.776(Samsun, 15 Mayıs 1927, N.l
15)
17 “Bir hafta kadar, Samsun’da ve 25 Mayıstan 12
Hazirana kadar. Havzada kaldıktan sonra Amasya’ya gittim. Bu müddet zarfında
bütün memlekette, millî teşkilat vücuda getirilmesi lüzumunu tamimen bilcümle
kumandanlara ve rüesayı memurini mülkiyeye tebliğ ettim”. NUTUK, s. 22. Ayrıca
Bkz. İsmet Giritli, “Samsun’da Başlayan ve İzmir’de Biten Yolculuk 1919-1922” , AAMD., S.7, Kasım
1986, s.49-59.
18 Kemal Arıburnu, Sivas Kongresi, Samsun’dan
Ankara’ya Kadar Olaylar ve Anılarla, Ankara, 1997. s.2.
19 TBMM., Zabıt Ceridesi. Devre 1. Cilt 9, s. 6.;
Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri. Cilt 1, s. 170.
20 Ahmet Demirel. Birinci Mecliste Muhalefet, II.
Grup, İstanbul, 1955, s.106-108.
21 Tevfik Bıyıklıoğlu. “Birinci Türkiye Büyük
Millet Meclisi’nin Hukukî Statüsü ve İhtilalci Karakteri”, Belleten, S. 96,
Ankara 1960, s.649.
22 Tarık Zafer Tunaya, “T.B.M.M. Hükümeti’nin
Kuruluşu ve Siyasî Karakteri”, İ.Ü.,H.F.M., C.XXIII..sayı 3-4, sene 1957’den
ayrı basım, İstanbul, 1958. s.4-5.
23 DEMİREL, Birinci Mecliste Muhalefet... s. 137.
24 DEMİREL, Birinci Mecliste Muhalefet..., s.138-146.
25 DEMİREL, Birinci Mecliste Muhalefet s. 142-150.
26 Hamza Eroğlu, Atatürk ve Cumhuriyet, Ankara
1989, s.29.; İsmet Giritli, Atatürk Cumhuriyeti. İstanbul, 1988, s.45 vd.
27 Tank Zafer Tunaya, Devrim Hareketleri İçinde
Atatürk ve Atatürkçülük, İstanbul, 1964, s.242.
28 EROĞLU. Atatürk ve Cumhuriyet, s.39.
29 Falih Rıfkı Atay, Çankaya, İstanbul, 1984,
s.374-375.
30 Hakimiyet-i Millîye, 27 Eylül 1923.
31 Feridun Fazıl Tülbentçi, Cumhuriyet Nasıl
Kuruldu, İstanbul, 1955. s.43.; EROGLU, Atatürk ve Cumhuriyet, s.44.
32 İsmet İnönü, Hatıralar, 11.Kitap, Ankara,1987,
s.l66 vd.; Ş.Süreyya Aydemir, Tek Adam, Mustafa Kemal 1922-1938, C .II1, İstanbul,
1983, s.141.
13 Bu tavizler konusunda bkz.; Ali Fuat Cebesoy.
Millî Mücadele Hatıraları,, İstanbul,1953,s.461-463
34 Kemal Karpal, Türk Demokrasi Tarihi, İstanbul,
1967, s. 372.
35 Abdurrahman Çaycı, “Atatürk ve Çağdaşlaşma”.
Atatürkçü Düşünce (Kolektif Eserler). A.A.M. yay, Ankara, 1992. s. 650.: ismet
Giritli.”Atatürkçülük İdeolojisi, Ankara. 1988. s.l.
36 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Cilt II, AAM
yay., Ankara, 1997, s. 147.
37 Charles H. Sherrill. Bir Elçiden Gazi Mustafa
Kemal, (Çev:Alp Ilgaz), Tercüman 1001 Temci Eser No:23,(Tarihi ve Basım yeri
yazılmamış),s.213.
38 KARPAT, Türk Demokrasi .... s.57.
----------------------
* Gazi Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih
Bölümü Öğretim Üyesi -
- ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ DERGİSİ, Sayı 45, Cilt:
XV, Kasım 1999
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder