Çiftçi Göçmenlerin Yerleştirilme Sorunları
Yunanistan’dan gelecek göçmenlerin, kendilerine uygun alanlara yerleştirilmesi için kurumsal hazırlıkların yapılması, bilimsel planların oluşturulması da gerekliydi.
İyi düşüncelerle, daha göçmenler vapurlara bindirilirken, onların iş kollarının tesbit edilmesine çalışılmış, bunun için çaba da harcanmıştı. Oysa bu işlemler, bir süre sonra göçmen yığılmaları nedeniyle tıkanıverdi; elde sağlıklı veriler olmayınca bu veriler Türkiye’ye aktarılamadı; aktarılan kısmıyla ilgili olarak bile göçmen yerleştirmelerinde bilimsel kriterlere yeterince uyulamadı. Daha göçmenlerin vapurlara bindirilişi sırasında, onların uğraşı alanlarını esas alan bir tasnif yapma yerine, fiili durumun zorlaması nedeniyle, kıyıya yığılan göçmenlerin ne olursa olsun, bir an ön ce Türkiye’ye taşınmasına çalışıldı. Bu durum ortaya bir kere çıkınca da, bundan sonra, eldeki olanaklar çerçevesinde yapılan tasnif, istenilen uygulama ortamı yaratamadı...
Buna göre; 1) Drama ve çoğunluğu Kavala ahalisinden 30.000 tütüncü Samsun ve havalisine; 2) Serez livası ahalisinden 20.000 tütüncü ile 15.000 çiftçi ve bağcı ve 5.000 zeytinci olmak üzere 40.000 kişinin Adana ve havalisine; 3) Kozana, Grebene, Nasliç ve Kesrive ahalisin den 2.500 tütüncü, 15.000 çiftçi ve 5.000 zeytinci olmak üzere 22.500 kişinin Malatya ve havalisine, 4) Kayalar, Karaferye, Vodine, Katerin, Alasonya, Langaza, Demirhisar ve Gevgilinin Yunanistan’a kalan köyleri, Yenicevardar ve Karacaabat yöresi halkının 3.000i tütüncü, 25.000’i çiftçi ve bağcı, 15.000i zeytinci olmak üzere, toplam 43.000 kişinin Amasya, Tokat ve Sivas’a; 5) Zeytüncü, Drama, Kavala ve Selanik ahalisinden 4.000i tü tüncü, 20.000i çiftçi-bağcı, 40.000’i zeytinci olmak üzere toplam 64.000 kişinin Manisa, Izmir, Menteşe, Denizli ve havalisine; 6) Kesendire, Poliroz, Sarışaban, Avrethisar, Nevrekop ahalisinden 20.000 i tütüncü, 55.000’i çiftçi-bağcı, 15.000 i zeytinci olmak üzere 90.000 kişinin Çatalca, Tekirdağ, Karaman, Niğde ve havalisine; 7) Preveze ve Yan- ya ahalisinden 15.000’i çiftçi-bağcı, 40.000’i zeytinci olmak üzere, 55.000 kişinin Antal ya, Silifiçe ve havalisine; Midilli, Girit ve diğer adalardan 30.000’i çiftçi-bağcı, 20.000’i zeytinci olmak üzere 50.000 kişinin Ayvalık, Edremit ve Mersin yöresine yerleştirilmesi kabaca tasarlanmıştı. Bu rakamlara göre göçmeıı sayısı 395.000 olarak tahmin ediliyordu. Yine ayni tahmine göre, bunlardan 95.000 kişinin tütüncü, 200.000 kişinin çiftçi-bağcı, 100.000 kişinin de zeytinci olacağı düşünülüyordu. Bu tasarı, ideal kriterler dikkate alınarak yapılmıştı. En önemli kriter de, Türkiye’ye getirilecek göçmenin Yunanistandan ay ıldığı doğal çevreye uygun bir doğal çevrenin Türkiye de bulunması ve göçmenin buraya yerleştirilmesiydi. Çünkü, Yunanistandan gelen bu göçmen aileler büyük oranda tarım kökenli aileler olduklarından, bunlar alışageldikleri üretim türlerini ve yöntemlerini Türkiye’de de uygulayacaklardı. Kendi üretim biçimlerine uygun olmayan bir doğal çevreye yerleştirilmeleri durumunda, göçmenin bu yeni ve farklı koşullara kendisini uydurması olanaklı değildi. Bu durumda kaçınılmaz olarak yeni sorunlar kendisini gösterecekti. Oysa, uygulamanın sonucunda ortaya çıkan tabloda, bu tahmin edilenlere göre büyük farklılıklar vardı, Küçümsenemez oranda insan, içinden ayrıldığı doğal ve toplumsal çevrenin özel likleriyle hiç de uyum içinde bulunmayan yeni ortamlara yerleştirildiler. Güvenilir bir kaynağın verdiği istatistiğe göre; Türkiye’ye mübadele yolu ile gelen göçmenlerin 40.041’i Edirne’ye, 33.138’i Balıkesire, 32.075’i Bursa’ya, 22.237’si Tekirdağ’a, 32.773’ü İstanbul’a, 31.867’si İzmir’e, 19.920’si Kırklareli’ne, 16.277’si Samsun’a, 15. 530’u Kocaeline, 15.668’i Niğde’ye, 11.872’si Manisa’ya yerleştirildiler; diğer göçmenler de küçük gruplar biçiminde Türkiye’nin diğer yörelerine dağıtıldılar.
Bu rakamların belirlenmesinde Rumlardan kalan tarlalar, bağlar ve bahçelerin oranı rol oynamıştı. Yani, yerleştirme düzenini göçmenlerin sahip oldukları nitelikler değil, terk edilmiş Rum mallarının o günkü dağılım durumu belirlemişti.
Çiftçi göçmenlerin pek çoğu, tarım mevsiminin geçtiği bir dönemde Türkiye’ye getirilmişti. Bunların kısa bir sürede üretici özelliğini kazanmaları zor görünüyordu. Uğraşına uygun olmayan ortama yerleştirilmiş göçmenler de büyük zorluklarla karşılaştılar. Göçmenler doğal olarak yanlarına birkaç parça ev eşyası ve ziynet eşyaları ile paralarını alabilmişlerdi. Bunun yanı sıra inek, merkep, öküz, deve, buzağı, keçi, koyun ve köpek gibi hayvanlarını vapurlarla getirebilenler de vardı. Bunların önemli bir kısmı, içine katıldıkları doğal ve toplumsal çevreye uyum zorluğu çektiler ve iskan haklarından vazgeçmek pahasına yerleştirildikleri iskin alanını terk ettiler. Örneğin, Manisa’ya Haziran 1924’te Drama’dan 2.000 kişilik bir göçmen grubu getirilmişti. Bunların bir kısmı Palamut nahiyesinin Yaya köyüne, Kırkağaç, Çoban Ayısı, Hacı Haliller, Karaoğlanlı ve Papaslı’ya yerleştirildiler. Bu göçmenlerin çoğu tütüncüydü. Ama tütüncü olan bu insanlara tütün arazisi verilemedi; tütün arazisi yerine zeytinlik alanlar dağıtıldı. Ezelden beri tütün dikip yetiştirmeye alışmış bu insanların, yeni içine katıldıkları yörede zeytin yetiştiriciliği ile nasıl uğraşacakları dikkate bile alınmamış ya da alınamamıştı. Onları yerleştirecek tütün arazisi bulunamamış, çözümsüz beklemektense, yine başka bir çözümsüzlük olan zeytinlik alana yerleştirilmişlerdi. Tütüncülük tekniğine sahip bu insanların, yeni tarım teknik ve bilgisi gerektiren farklı bir uğraşı türüne birdenbire alışmaları ve geçimlerini sağlayabilmeleri en azından uzunca bir süre için olanaksızdı. Kaldı ki, bu çarpık uygulama, elbette bu verilen örnekle sınırlı değildi; bu durumda olan onbinlerce aile vardı. Bir anlamda bu durum, sadece göçmen ailesinin kaybı değil, devletin de kaybı anlamına geliyordu. Çünkü yarı feodal nitelikli geri bir tarım toplumunda, tarımsal verimliliği düşürücü bir etken olarak algılanması gereken bu durumun çözümü, yani göçmenlerin zeytincilik ya da kendi alışkanlıklarının dışındaki bir alanda yeni beceriler edinmeleri, bilgi ve altyapı eksiklerini tamamlamaları uzun zaman alacak, ister istemez bu durum, üretim düzeylerine yansıyacaktı.
Kendilerine tütün arazileri dağıtılan tütüncü göçmenlerin önemli bir kısmını da önemli bir güçlük beklemekteydi. Önemli sayıda göçmen, Türkiye’ye geldikleri haziran, temmuz gibi aylarda o yıl için artık tütüncülük mevsimi geçmişti. Kendilerine verilen araziye o yıl içinde tütün dikmeleri ve bu tütünleri yetiştirmeleri olanaksızdı. Bu durum yaklaşık bir buçuk iki yıl, göçmenin ürettiğinin karşılığını almaktan uzak olduğunu gösteriyordu. Gelecek yılın üretim dönemine, bundan da öte, topladıkları tütünü işledikten sonra satmaya, hatta sattığı ürününün parasını alıncaya kadar kadar beklemeleri gerekiyordu. Belli bir parasal tasarrufu olmayan göçmen ailelerin bu süre içinde barınma, beslenme, sağlık vb. gereksinmelerini karşılamaları olanaksızdı. Zaten göçmenlerin tamamına yakını parasız-pulsuz kendilerini Türk sahillerine yığılıvermiş bulmuşlardı. Tümünün tek düze yaşam alışkanlıkları allak bullak olmuştu. Yeniden 18-20 ayı nasıl parasız pulsuz göğüsleyebilirlerdi? Kısa süre içinde, bir toprak parçasına ya da bir kulubeye yerleştirebilmiş tütüncü ve bunun gibi üretimi zaman alacak ürünlerle uğraşan göçmenler, kısa sürede bir parça ekmeğe bile muhtaç duruma sürüklenivermişlerdi. Bazı yerlerde, yerli halkın göçmenlere yaklaşımı, onların işlerini kolaylaştırabiliyordu; örneğin Amasya, Samsun gibi yerlerde, yerli halkın muhtaç durumdaki göçmen köyleri için imece uyguladıklarına, kuru yiyecek topladıklarına, borç buğday ya da başka bir tahıl ürünü verdikleri görülüyordu; ama bunlar son derece sınırlıydı ve derde deva olmaktan son derece uzaktı. Bu nedenle hpek çok göçmen, daha önceleri icara verilmiş arazilerde, kol güçleri karşılığında çalışmaya başlamışlar, ırgat olmuşlardı. Ya da yapı ustalığı, terzicilik, kunduracılık, araba tamirciliği gibi işlerden anlayan göçmenler, sınırlı da olsa gündelik geçimlerini sağlayacak iş arayışına girebiliyorlar; bunlar, el becerilerinin karşılığında yaşamlarını güçlükle sürdürmeye çalışıyorlardı.
Ayrıldıkları yörede sahip oldukları tarımsal becerilerini sürdürebilecekleri bir alana yerleştirilmiş olan göçmenler de sorunsuz bir yerleştirme süreci yaşayabilmiş değillerdi. Örneğin Samsun ve Bolu ya yerleştirilen pek çok göçmen, Yunanistan’da tütüncülükle uğraşıyordu. Yerleştirildikleri alanlar, Türkiye’nin tütün üretimine uygun yerlerinin başında geliyordu. Ama, bunlar için de başka güçlükler vardı. Bu alanlar, Pontus çetelerinin Kurtuluş Savaşı yıllarında mekan tuttukları bölgelerdi. Gerek baskınlar sonucunda, gerekse güvenlik güçleriyle çatışmalar nedeniyle, ekili araziler ve barınma alanları, büyük ölçüde zarar görmüştü. Bu nedenle, hükümet buralarda bir onarım ve örnek köy kurma uygulaması başlattı. Ama bu çabaların, göçmenlerin karşılaştığı güçlükleri bir anda sona erdirmesini beklemek hayaldi. Her şeyden önce, başlanan bu işleri bitirebilmek için de zamana gereksinim vardı. Bu zaman içerisinde göçmenlerin, kendi çalışma ortamlarını ve düzenlerini kurmaları zordu. Bu nedenle de beklemeleri gerekmekteydi. Doğal olarak, bu süreçte göçmen, barınma sorununu çözümlemeyi, üretime koyulmaktan daha önemli ve ivedi görüyordu. Örneğin, örnek köylerin yapıldığı Bilecik, Bursa, Aydın, İzmir, Mersin ve Samsun gibi yerleşim merkezlerinde yapımı sürdürülen köyler, o ya da bu nedenden dolayı istenilen zamanda bitirilememiş, bu süre içinde göçmen, atıl bir durumda kalmıştı. Üretime koyulamayan göçmen kitlelerine, kıt olanakları içerisinde hükümet gıda, yakacak, giyim, ilaç vb. yardımlar yapmaya çalışıyordu.
Yerleştirilme aşamasından sonra da göçmenler, tam bir sefaletin içine sürüklenivermişlerdi. Sağlıksız yaşama koşulları nedeniyle, bebek ve anne ölümlerinde, bulaşıcı hastalıklarda kimi yörelerde hızlı artışlar görüldü. Kanalizasyon ve temiz su kaynakları gibi altyapı eksiklikleri, kırsal alana yerleştirilmiş çiftçi göçmenleri perişan etmekte, yer yer salgın hastalıklar görülmekteydi. Buna karşın göçmenler, bin bir türlü düş kırıklığı ve ruhsal çöküntü yaşamış olmakla birlikte, yeni yaşamlarına umutla sarılmak için çaba harcıyorlardı.
Toprak Dağılımından Kimler Yararlandı?
Türkiye’den ayrılan göçmenlerin bıraktığı tarla, bağ, bahçe, değirmen, fabrika ve taşınır türden tohumluk, tarım araç gereci, atölye tezgahları gibi malzemelerin göçmenlere dağıtılmasıyla, bu konuda önemli bir adım atılmış olacaktı. Böyle olmakla birlikte, yarım milyona yakın göçmenin yüzde yetmişinin tarım kökenli olması nedeniyle, toprak dağıtma ve paylaştırma işlerinin çok kapsamlı, güç ve sorunlarla dolu bir süreç olacağı açıktı.
Türkiye’den ayrılan Rumlar, Türkiye’ye gelen mübadele göçmenlerine göre iki kat daha fazlaydı. Oysa tarım toprakları, aynı oransal dağılıma uygun değildi. Bunun nedeni, Türkiye’den ayrılan göçmen Rumların ancak yüzde 30 kadarının tarımla uğraşmakta oluşuydu.. Bir anlamda, yeni göç dalgaları karşısında Türkiye, göçmenlerin üretici duruma getirilme sürecinde Yunanistan’a oranla, tarım konularına daha fazla ilgi göstermek zorunda kalmıştı. Çünkü Türkiye’yi terk eden nüfusla, Türkiye’ye gelen nüfusun ekonomik potansiyel ve sektörel dağılım yönünden özellikleri, bunu gerektirmişti. Böylece, Rumların Türkiye’de bıraktıkları tarla, bağ, bahçe, değirmen ve fabrika gibi taşınmaz üretim araçlarının devlet eliyle dağıtılması zorunluluğu doğdu.
Tekeli, savaş sırasında Anadolu’yu terk edenlerin toprak ve gayri menkullerinin devlet eliyle dağıtılmasının -herhalde- yeni rejimin siyasal destek sağlamasında, kadrolarını oluşturmasında etkili araçlardan birisi olduğunu belirtir. Siyasal destekten kasıt, göçmen kitlelerin yeni rejime siyasal yönden destekleriyse, böyle bir beklenti, yeni rejimi kuran siyasal ve bürokrat kadrolarda pek görülmedi. Üstelik gelen göçmenlere Türkiye’de toprak dağıtılması ile ilgili tasarruf, Türk hükümetlerinin kendi inisiyatiflerine bağlı bir yetki olmadı. Gerçek bunun tam tersiydi. Bu durum, Türkiye’yi olduğu kadar, Yunanistan’a giden Rum göçmenlerinin lehine kullanılmak üzere Yunanistan hükümetini de bağlayan uluslararası bir yükümlülüktü. Bu konuda ilginç bir yorum da Çağlar Keyderden gelmektedir. Key- der, Türk Kurtuluş Savaşı sonrasında, Rum ve Ermenilerin geride bıraktıkları mülklere ve ekonomik olanaklara el konulmasının, 1920’lerde yeni bir kapitalist sınıfın palazlanmasın da en önemli etken olduğunu belirtmektedir. Bu el koyma, ticarileşmenin başlangıcından beri süregelen karmaşık bir yoğunlaşma-parçalanma dinamiğine katkıda bulunmuştur. Keyder, terk edilen toprakların çok düşük fiyatlarla ya hemen satın alındığını ya da topraklara hemen el konulduğunu tahmin ediyor. Ona göre, her iki durumda da sahnede olanlar, güçlü yerel toprak sahipleriydi. Türk hükümeti, nüfus mübadelesi sırasında Rumların bıraktıkları topraklara resmen el koymuş, üzerinde resmi bir yerleşim olmayan topraklar, hemen yerli halka satılmıştı. Keyder, bu düşüncelerinden sonra, genel kanısını şöyle ifade eder: “Bir kez daha bu satışlar, toprağın birkaç toprak sahibinin elinde yoğunlaşmasına katkıda bulunmuş olsa gerek.” Güçlü mahalli eşrafın topraklarını genişletip, bunu da sağlama bağlama amacıyla hareket ettiğini söyleyen Keyder, terk edilmiş toprakların daha sonra nasıl bölüşüldüğüne ilişkin verilere sahip olmadığımızı belirtmektedir. Keydere göre bu topraklar, Anadolu’nun en yüksek düzeyde ticarileşmiş, bu nedenle de en çok kazanç sağlaması beklenen bölgelerinde bulunduğundan, Rum köyleri ve emlakının tamamen tahrip edildiği söylentilerinin tersine, bu toprakların yeni sahiplerince ekilmeye başlandığını kabul etmek daha mantıklıdır. Savaş sonrası Anadolu’da, toprak-emek oranının yüksek olduğu koşullar altında, toprağın adil bölüşümü doğrultusunda fazla baskı gelmemiş olması ve terk edilmiş topraklara el konulmasının yanında, işletmenin yoğunlaşmasını hızlandıran başka faktörler de olsa gerektir.
Rumlardan geriye kalmış toprakların, şu ya da bu yolla, güçlü yerel toprak sahiplerinin eline geçtiği yolundaki düşünce, kimi örneklerle doğrulanabilir. Özellikle, kendi niteliklerine uymayan alanlara yerleştirilen göçmenlerin topraklarını ya iskan hakkından vazgeçip terk ederek ya da bir süre sonra çok küçük fiyatlara satarak başka yörelere göç etmesinden sonra, bu toprakların büyük ölçüde değinilen kesimlerin elinde yoğunlaştığı görülmüştür. Ama bunun, genel ve kesin bir sonuç olduğunu benimsemek pek mümkün değildir. Hele hele devletin, bu toprakları Rumların terk etmesinden sonra hemen yerel halka sattığı yolundaki düşüncenin, yukarıda da değinildiği gibi, tarihsel gerçeğin kendisi olmadığı rahatlıkla söylenebilir.
30 Ocak 1923 tarihli mübadeleye ilişkin sözleşme ve ek protokol, uluslararası zeminde, Türkiye’yi ve Yunanistan’ı bağlayan ve bağımsız bir komisyonu denetçi olarak benimseyen ilkeler getirmişti. Yukarıda da belirtildiği gibi; bu sözleşme ve ek protokolde, Türkiye’de Ortodoks Rumların terk ettiği bütün malların, Türkiye’ye gelecek olan göçmenlerin yerleştirilmesinde kullanılacağına ilişkin açık bir hüküm bulunmaktaydı. Türkiye’nin bu hükümleri aşarak, terk edilmiş toprakları elden çıkarmaya hiçbir zaman yetkisi bulunmadı. Bunun dışında bir oldubitti ise, Türkiye’nin işine gelen bir sonuç yaratacak gelişmeler olarak görülemez. Çünkü Türkiye, Lozan Barış Antlaşması’nı imzaladıktan sonra, kendi inisiyatifi ile mübadele konusu üzerinde samimi olarak durmuş ve terk edilmiş toprakları, büyük çoğunluğu tarımsal kökenli göçmenlerin yerleştirilmesi için hazır bir kaynak olarak düşünmüştü. Mübadele uygulamasından önce yaşanmış olan mal vurgunları ise, büyük ölçüde otorite boşluğundan kaynaklanmış, zaten bir süre sonra, hükümet otoritesi kuruldukça, bu yanlışlıkların önüne geçilmek için de çaba harcanmıştı.
Ama topraklara fiilen el koyanlardan ayrı olarak, bu toprakları hükümetten kiralayanların durumu çok farklıydı. Toprakları kiralayanların haklı nedenleri yok değildi: Bir kere bunların çoğu, savaş nedeniyle büyük zararlara uğramış, ama savaştan sonra kendi ekonomik durumunu düzeltmeye çalışan çalışkan insanlardı. Bunlar yasalara karşı gelerek, bir toprağa zorla el koymuş da değillerdi. Maliye Vekaleti bu malları kiraya vermiş, onlar da kimi zaman borçlanarak, kimi zaman da ellerindeki son parasal birikimlerini vererek bu malları kiralamışlardı. Ama şimdi, henüz bir tarım dönemi bile geçmeden hükümet aniden politika değiştirmiş, kira kontratlarını iptal etmek istemişti. Böylece, Rum topraklarını kiralamış olanlar, hem büyük oranda para, hem de büyük bir zaman yitirmişlerdi. Hükümet ise yanlışlığının farkındaydı; çünkü bu kiraya verme işleri, henüz mübadele anlaşması gerçekleşmeden yapılmıştı. Ama bir yandan uluslararası sözleşmenin kuralları, bir yandan da gelen göçmenlerin gerçekten perişan durumları ve hükümetin bunları Rum topraklarına yerleştirme zorunluluğu, adeta iki elini bağlamıştı. Bu durum kamuoyunda kimi karşı seslerin çıkmasına da neden olmuştu. Kamuoyundaki genel kanı, bu malların gelen mübadele göçmenlerine ait olmakla birlikte, kiralayanların da yerden göğe kadar haklı olduğu biçimindeydi. Sorun hükümetten kaynaklanıyordu; hükümet konuyu başından bu yana net bir biçimde değerlendirip belli bir programa bağlayamamış, yanlış politikalar oluşturmuş, böylece bu malları kiralayan insanların zarar görmesine neden olmuştu. Bir İzmir gazete si yazarlarından Mehmet Şevki şunları söylüyordu: ‘Bir bağ, bir bahçe, bedel-i icar iade edilmek şartıyla, senenin herhangi bir mevsiminde müstecirlerden geri alınamaz. Mesela müstecir, bir sene mütemadiyen çalışır, çalıştırır. İsticar ettiği malı güzelce imar eder. Bağ yetişir, mahsul mevsimi gelir, üzüm toplanacağı anda, müstecirden bağ geriye istenir ve ‘bedel-i icar iade olunacak’ denir. İşte bizim hususiyetle demek istediğimiz bu noktadır ki, böyle şey olmaz.
Toprak Dağıtımının İlkeleri ve Uygulama
6 Temmuz 1924 tarihinde, ‘Emval-i Gayrimenkule-i Metrukenin Kanunen Hakk-ı İskanı Haiz Muhacirine Tevziini Mübeyyin Talimatnamenin Meriyete Vaz’ına Dair Talimatname” yayınlandı. Bu genelge ile, yasa gereği terk edilmiş taşınmaz malların mübadele göçmenlerine hangi yöntemle ve nasıl dağıtılacağı belirleniyor, uyulacak ilkeler saptanıyordu.30 Buna göre, terk edilmiş tarlalar, bahçeler, bağlar ve ağaçlar mübadele göçmenlerine “adiyen” dağıtılacaktı. “Adiyen” teriminden kasıt, göçmene hakkı olan toprağın, asgari bir düzeyin altına düşmemek koşuluyla, yüzde yirmi kadarının dağıtılmasıydı. Bu yöntemle arazi dağıtımında her türlü olasılığa karşı temkini elden bırakmama ilkesi öne çıkarılmıştı. Türkiye‘deki Rum toprakları Yunanistan ‘dan gelen mübadillerin bıraktığı topraklardan az olduğundan, hükümet bu aşamada dağıtılacak toprakların yalnızca bir kısmını dağıtmayı ve ilk başta topraksız göçmen kalmasını engellemeyi düşünmüştü. Bu uygulamayla göçmenlere, Yunanistan’da terk ettikleri mallarına karşılık Türkiye’den mal verilmesi iki aşamalı bir sürece sokuldu. Malların kesin tasfiyesi, Türkiye ve Yunanis tandaki mübadele uygulamasının sonunda, taşınmaz malların genel oranının belirlenme si ve hangi ülkede ne kadar azınlık malının kaldığının saptanmasına bağlandı. Ancak, bu aşamada bunun olanağı yoktu; zamana gereksinim vardı. Bu aşamada göçmenlere şimdi lik geçici oranda mal verilecek, geçimleri bir dereceye kadar sağlanacak, böylelikle de hiç toprak alamamış göçmen bırakılmamış olacaktı. Göçmenlerin gelişi tamamlandıktan ve iki ülkede toprakların ve diğer malların bileşik toplam eden saptandıktan sonra, göçmenlerin alacağı olan diğer yüzde seksenlik oran da verilecekti. Ancak bu noktaya gelindiğin de Rum mallarının yetip yetmeyeceği, arazi mallarına gereksinim olup olmadığı anlaşıla bilecekti.
Aslında bu durum, büyük araziler bırakmış aileleri olumsuz etkilemişti. Çünkü, beş kişilik bir aileye dağıtılacak toprak miktarının asgari düzeyinin altında toprağı bulunan, örneğin beş-on dönümlük toprak bırakmış olan bir aile bu genelgeden etkilenmiyordu. Hatta onlara asgari bir geçim düzeyi sağlayabilmeleri için fazladan toprak da veriliyordu. Ama yüzlerce dönümlük büyük çiftlikler bırakmış aileler, şimdilik bıraktıkları bu mallarının yalnızca yüzde yirmisini alabileceklerdi.
Değinilen genelgeye göre; vilayet ve kaza merkezlerinde, vali ya da kaymakamların başkanlığı altında, mıntıka müdüriyeti memurlarından bir, umur-ı tasarrufiye memurlarından bir ve maliye memurlarından bir kişi ile, bir ziraat ve fen memuru, bir ölçücü ve bir katipten oluşan “Tevzi ve Taksim” (Dağıtım ve Paylaştırma Kurulu) oluşturuldu.
Tevzi ve Taksim Komisyonu, dağıtılacak ve paylaştırılacak olan toprağın ilk başta sınırını belirlemek ve çizmekle görevliydi. Yani komisyonlar çevre köylerin ve yörelerin ihtiyar heyetleri önünde, tapu kayıtlarına dayanıp, konunun öncesini ve o anki durumunu bilen kişilerin inandırıcı sözlerine bağlı olarak, emlak, arazi, arsa, bahçe, baltalık ve odak sınırlarını belirleyip, çizimlerini yapıyorlardı. Bu süreçte de, yerli halkın sık sık Rum taşınmazlarından hak iddialarıyla ve toprak istekleriyle karşılaşıyorlardı. Kimileri, çok zaman birkaç sahte tanıkla ortaya çıkıp, Rum taşınmazı olarak görünen herhangi bir arazinin, sahibi olan Rumdan satın alındığını ama resmi bir işlem yapılamadan Rumun Türkiye’yi terk ettiğini ve böylece kendisinin mağdur olduğunu iddia ediyordu. Kimileri de yalan yanlış belgeler göstererek, toprağın kendisine devrini isteyebiliyordu. Bu savların doğru olabileceği olasılığı da vardı. Karmaşa ve savaş dönemlerinde, resmi nitelikli belge düzenleme işleri büyük ölçüde aksamış olduğundan, bu savların ne ölçüde doğru olduğu konusunda kuşkular belirmişti. İş kimi zaman o kadar önemli bir nitelik kazanabiliyordu ki, bir köy halkı komisyonların önüne çıkıp, yaşadıkları köyün savaştan çok zarar gördüğünü, Rumlardan çekmedikleri kötülük bulunmadığını, bu toprakların kendi köylerinin kamu mülkiyetine aktarılmasını ve böylece zararlarının bir ölçüde olsun karşılanmasını bile isteyebiliyordu. Doğal olarak, yasal kurallar gereği, toprak ölçüm ve paylaştırma kurumlarının bu istekleri dikkate alması olanaksızdı. Rum topraklarının sınırları çizilirken, yöredeki köylerin ihtiyar heyetleri tarafından bir hak ileri sürülürse, resmi belge gösterilmesi yoluyla, savının doğrulanmasına olanak tanınmaktaydı. Gösterilen belge, bu kurulu inandıracak dayanaktan yoksunsa ve ihtiyar heyeti de savında ısrar ederse, kurul, resmi kayıtlara dayanan kanaati için de, arazinin sınırlarını belirleyip, bölüşümünü ve dağılımını yapabilecek yetkiye sahipti. Bu sınırlamayı ve dağıtımı benimsemeyen kişiler, ilgili mahkemeye başvurarak, savlarını yinelemek ve haklarını aramakta özgürdüler. Yoğun çalışmalar sonunda topraklar öncelikli olarak verimlilik gücüne göre üç gruba ayrıldı. Önce nitelikleri belirlenen toprak türlerinin, parasal eder ve verimlilikte eşitlik sağlaması bakımından, birbirleriyle orantıları kuruldu. Böylece, farklı büyüklükte, farklı verimlilikte olan toprak parçalarının, parasal değer ve toplam verimlilik açısından eşitlenmesi gerçekleştirildi. Topraklar bu biçimde üç kategoriye ayrıldıktan sonra, bir köy ya da kasaba içindeki hangi toprağın, hangi aileye verileceğini belirlemek için de kura yöntemine başvuruldu. Kura yöntemiyle göçmenlerin üç ayrı verimlilik gücü olan toprakların hangisinden pay alacağı saptanıyordu. Yani bir anlamda göçmen, şansı ile karşı karşıya kalıyordu. Göçmen ailelerinde reis olan kişilerin adları ufak kağıtlara yazılıyor, bu kağıtlar bükülüp bir kese-ye konuluyor; komisyon üyelerinin ve ihtiyar heyetinin öncülüğünde, bölüşümü yapılacak araziye gidilerek, adların yazılı olduğu kağıtların bulunduğu keseden isimler, bir çocuğa çektiriliyordu. Çekilen kağıtta kimin adı yazıyorsa, ilk ölçümü yapılan tarla, o kişi adına kayıtlara geçiriliyordu.
Ortalama beş kişilik bir çiftçi göçmen ailesine verilecek arazi ve yemiş veren ağaçlar, türü ne ve değerine göre şu biçimde dağıtıldı:
1- Araziler: “Alâ, evsat ve edna” (yüksek, orta, düşük) nitelikli topraklar olmak üzere üçe ayrılmıştır. Birinci derecede verim gücüne sahip tarım arazisi olarak benimsenen ‘Alâ araziden, beş kişilik bir aileye en az 50, en çok 75 dönüm; ikinci derecede verimlilik gücüne sahip tarım arazisi olan “evsat” araziden en az 75, en çok 100 dönüm; üçüncü derecede verimlilik gücü olan “edna” araziden en az 100, en çok 140 dönüm arazi veriliyordu. Bir göçmen ailesi, bu gruplardan yalnız birisinin niteliğine sahip araziden pay alabiliyordu.
2- Tütün Alanları: Birinci derecede tütün yetiştirilen Samsun ve Bafra gibi yerlerde, beş kişilik bir aileye en az 12, en çok 15 dönümlük toprak veriliyordu. İzmir ve İzmit gibi ikinci derecede tütün yetiştiren topraklardan ise en az 15, en çok 20 dönüm toprak dağıtılıyordu.
3- Sebze Bahçeleri: Büyük kentlerde ve kentlerin çevresinde en az 5 en çok 10, uzak yerlerde olan bahçelerle, bahçe olma niteliğine sahip yerleşim arazilerinden en az 10, en çok 15 dönüm arazi beş kişilik bir aileye verilmekteydi.
4- Bağlar: Birinci derecede üzüm yetiştiren İzmir gibi yerlerden en az 6, en çok 10 dönüm, ikinci derecede üzüm yetiştiren yerlerden merkezlerden uzaklığına ve üretim derecelerine göre, en az 10 en çok 15 dönümlük toprak dağıtılmaktaydı. Bu nitelilklere uymayan arazilerden de, bunlarla orantı kurularak pay veriliyordu.
5- Zeytinlikler: Birinci derecede üretime uygun ve değerli zeytin bölgelerinde 100-120, ikinci derecede üretime uygun ve değerli zeytin bölgelerinde 120-150, üçüncü derecede üretime uygun ve değerli zeytin bölgelerinde 150-200 zeytin ağacı göçmenlere verilmekteydi. Yabani ve aşısız genç zeytin ağaçlarının beş tanesi bir zeytin ağacı sayılıyordu.
Bunların dışında portakallık ve limonluk olan yörelerin bölünmesi ve dağıtılması, yerel geleneklere uygun olarak, beş nüfuslu bir ailenin gereksinimini kaç ağaç ya da kaç dönüm portakallık ya da limonluk karşılayabilecekse, komisyonca bu oran dikkate alınarak yapılmaktaydı. Dut ağaçları ve dutluklar da, bunların seyreklik ve sıklığına göre mahallince belirleniyor ve geçimi yalnız dutluklarla sınırlı bulunan beş nüfuslu bir aile için en çok dönüm dutluk veriliyordu. Nüfusu beşten fazla olan bir ailede, fazla olan her nüfus için şu miktarda arazi ve ağaç vcrilmekteydi: Birinci derecede verimli araziden 8-10, ikinci derecede verimli araziden 10-15, üçüncü derecede verimli araziden 15-20; tütün arazisinden 2-3, bağlardan ve bahçelerden 1,5-3 dönüm, zevtinliklerden de 20-30 ağaç...
Aile içindeki nüfus beş kişiden az olduğunda, noksan hcr nüfus için yukarıdaki oranın yarısı ölçüsünde ağaç ve arazi, planlanan miktardan düşülüvordu.
Görüldüğü gibi, mübadele göçmenlerine tarla, bağ, bahçe, zevtinlik vb. taşınmazların dağıtımıvla ilgili olarak, hükümetçe hazırlanmış olan genelgede ayrıntılı bir dağıtım ve paylaştırma planı oluşturulmuştu. Bu yöntemle, yerleştirilmiş olan mübadele göçmenlerine, 5.000.000 dönüm arazi, 4.300.000 adet de zeytin, incir ve meyve ağacı dağıtıldı. Yalnızca İzmir’de, mübadele kapsamına giren göçmenlere ve onların dışındakilere 3.815 dönüm bahçe, 59.015 dönüm bağ, 280.599 dönüm tarla, 433.305 adet zeytin ağacı paylaştırıldı.
Arazilerin ve diğer Rum taşınmazlarının paylaştırılması sürecınde, sahte belgelere sahip olan pek çok kişi, ellerindeki belgelere yasallık kazandırabildiler. Boyutları küçümsenemez orandaki arazinin, Yunanistan’da pek önemsiz oranda ve değerdc mal bırakmış kişilerin eline geçtiğine çokca tanık olundu. Buna karşılık, pek çok kişi de ellerindeki belgelerin yetersizliği yüzünden hakkı olan payı alamadı. Dönemin basınına, bu yolla malının karşılığında mal alamayan ve malının varlığını yasal yönden ispat edemeyen pek çok kişinin yakınkması sık sık yansımaya başladı.
Mübadelenin Üretime Etkileri
Bireysel işlemlerde yaşanan karışıklıklar, Yunanistan’da terk edilen Türklere ait taşınmazların toplam parasal değerini saptamayı da zorlaştırdı. Terk edilen bu nıalların parasal değerini saptamanın zorluğu yanında, bu mallara karşılık olarak, göçmenlere dağıtılan toprakların aile başına ortalaması, Türkiye’deki toprak mülkivetleri ortalamalarına göre, hiç de küçümsenecek bir oran değildi. Her şeye karşın, yine de verilen toprakların küçük parçalara ayrılması, verimi azaltıcı yönde olumsuz etkiler yarattı. Türklerin Yunanistan’da bıraktıkları tarım topraklarıyla, Rumların Türkiye’de bıraktıkları tarım toprakları arasında ne tür, ne de oran yönünden uygunluk vardı. Tarım ekonomisi açısından, bu eşitsizliğin Türkiye’nin aleyhine bir durum yarattığı görülmektedir. Gerçi, Türkiye’de Rumlardan kalan tarım toprakları, göreceli olarak, önemli yerleşim merkezlerine yakın yörelerde kümelenmişlerdi. Uzun süreçte bu malların, kentleşmenin yaygınlaşmasıyla değer kazandığına tanık olundu. Ama güncel olarak aynı olgu kuşkusuz ki görülmüyordu. Mal dağıtma işlemleri, yerel düzenleme kaydıyla yapıldığından, uygun ve eşitlikçi bir zemin ne yazık ki ulusal düzeyde oluşturulamadı. Örneğin, Rumeli’de İzmir ve Aydın’ın üzüm ve incir alanlarına eşdeğer alanlar olmadığı için, gelen göçmenlere, bıraktıkları toprağa eşdeğerde toptak verilmesi mümkün olmadı. Göçmenlerin yerleştirildiği tarım toprakları yönünden, iklim koşulları, yöreye uygun tarım türleri ve ürün çeşitleri gibi konulara çok genel bir bakış açısıyla yaklaşıldı. Bu nedenle, mübadele yolu ile gelen göçmenler, birçok yönden bıraktıkları mallara eşdeğerde yeni mala sahip olamadılar.
Gelen göçmenler, değişik toplumsal katmanlara mensuptular. Kentli, kasabalı ve köylü göçmen grupları içerisinde çiftçi, memur, zanaatk tüccar, işçi (amele), doktor, polis, postacı, öğretmen, terzi, saraç, oduncu, şoför, firıncı, marangoz, kayıkçı, kunduracı gibi değişik meslek mensupları bulunuyordu. Göçmenlerin Türkiye’ye hareketinden önce, onların beceri ve uğraşı türlerini gösteren çizelgeler hazırlanmıştı. Türkiye’ye geldikleri zaman da, terk ettikleri yörenin doğal koşullarına uygun yörelere ve Yunanistan’daki becerilerini sürdürebilecekleri toplumsal ortamlara yerleştirilmeleri için çaba harcandı; ama, koşulların zorlamasıyla, bu hedeflere pek ulaşılamadı. Örneğin, Yunanistan’da tütün tarımına alışmış Türk göçmenlerin, Anadolu’da Rumların terk ettiği bağ ve zeytinliklere yerleştirilmeleri, Türkiye’de birçok yerde bağcılığın zarar görmesine ve şarap üretiminin düşmesine neden olurken, zeytin ve zeytinyağı üretimi de aksamıştır. Yunanistan’da yapılan bir sayıma göre, Türkiye’den göç eden ve yapılan ankete yanıt veren 880.000 Rumun 250.000’i tarım sektöründen gelmekteydi ve bunların çoğu tahıl üreticisiydi. Tütün yetiştiricileri ise ikinci sırayı almaktaydı. 1926 yılında, Yunanistan’ın tütün üretiminin üçte ikisini bu göçmenler gerçekleştirdi.. Yunanistan’da bağcılık, mültecilerin gelmesinden sonra hız kazanmıştı. Tütün ve kuru üzümün, Türkiye’nin 1923’ten 1929’a kadar dışsatımının yüzde kırkını oluşturduğu düşünülürse, bu ürünlerin üretiminde, uzmanlaşmış bir nüfusun komşu bir ülkeye gitmesiyle doğan dışsatım rekabetinin boyutu, somut olarak kavranabilir. Nitekim, en önemli üzüm üretim merkezlerinden birisi olan İzmir’de, genel savaş öncesinde üzüm üretimi 62.500 ton iken, bu 1922 yılının sonunda 25.900’e düşmüş; 1923’te 36.608’e yükselmiş; 1924 yılında 49.000, 1925 yılında 30.000, 1926’da 35.500, 1927 yılında da 48.000 ton alarak gerçekleşmiştir. Göçmen Türklerin getirilmesi ve üretici duruma sokulmasıyla ileriki yıllarda üzüm üretimi gittikçe artmıştır. Yabancı ekonomi uzmanlarının, Rum nüfus boşalmasından sonra, özellikle Türkiye’nin Ege Bölgesi’nin eski ticari canlılığını yitireceği yolundaki savlarını çürütmek için ulusal coşkuyla yoğrulmuş çabaların da bu başarıda önemli bir yeri vardır. Bunun yanı sıra, Rumların Türkiye’den ayrılmasından sonra, küçük zanaat dallarında önemli boşluklar yaşanmış; “Rumların Ana dolu’dan ayrılmaları ile., yer ver ev inşa edecek, dam aktaracak ya da araba tekerleği yapacak usta bulunamamıştır”
Toprak dağıtımının ardından, göçmenlere araç-gereç yardımı ile sermaye ve kredi sağlama çalışmaları başladı. Mübadele göçmenlerinin çoğu, tarım işlerinde kullanabilecekleri ufak, taşınabilir nitelikteki araç gereçlerini, hatta pek çoğu öküzlerini bile Türkiye’ye getirmişlerdi. Ama bunların sayısı, genel kitle içinde oldukça azdı; çünkü Yunanistan’daki müsadere uygulaması ve taşıma zorlukları nedeniyle, çok sayıdaki göçmen tarım araç-gereçlerini orada bırakmıştı. Hükümet, kendi bütçe olanaklarını kullanarak göçmenlere kredi vermeyi, araç-gereç yardımı yapmayı düşündü. Ayrıca, Rumlardan kalmış olan buğday, arpa, darı ve burçak gibi tarım ürünleri de tohumluk olarak dağıtılabilirdi. Göçmenlerin ana kitlesi kış ayları boyunca Türkiye kıyılarına yığıldığına ve çoğu da bahar aylarından önce iyi kötü bir toprağa ve eve verleştirildiğine göre, tarım mevsiminden önce, bu tür yardımların yapılması zorunluluğu vardı. Türkiye’nin kimi yörelerinde, mülki ve idari amirlerin de önayak olmasıyla, yerli halkın imece usulüyle göçmenlere yardım edip, tarlalarını sürüp ektikleri görülmüştü. Çok yoksul olan göçmenlere araziler dağıtılırken, tohumluk ve çift sürecek araç-gereç de dağıtıldı. Göçmenlere tohumluk, çift hayvanı ve tarım araç gereci dağıtımına “terfıh” deniliyordu. Terfih için ilk aşamada yapılan bu işler hem sınırlıydı, hem de geçici çözümlerdi. Hükümet aldığı bir kararla, çift hayvanı bulunmayan göçmenlerden her aileye bir ya da iki baş büyükbaş havvanla, “aynen ya da bedelen” ilave tarım araçları ve tohumluk dağıttı. Bu göçmen ailelerinden, verilen malzemeleri ve hayvanları satmayacaklarına ilişkin bir “kefaletname” de alınıyordu. Bu yardımların “aynen“ değil de nakit para olarak yapıldığı durumlarda, her aileye tohumluk için 75, çift hayvanları için 100 ve tarım araç-gereci için de 50 lira para yardımı yapıldı. Bu yardım, yoksul olan göçmen ailelere yapıldığından, hangi göçmen ailelerinin yardıma gereksinimi olduğu, Mübadele, İmar ve İskan Vekaleti‘nce yerel yöneticilerin yardımıyla hazırlanan listelerle belirlenmekteydi. Sözkonusu olan şey para dağıtımı olunca, bu işlemlerde ne kadar katum davranıldığını açıklamaya bile gerek yoktur. Dolayısıyla, o ya da bu nedenden dolayı, çoksayıda ihtiyacı olan göçmen bu kredilendirmeden yararlanamadı. Yardım yapılan, yani yardım alma şansını elde edebilmiş göçmenden, yardım karşılığı olarak borç senetleri alınmaktaydı. Senetlere düşülen düzenleme tarihinden sonraki beş yıl içinde, ödenen paranın ya da yapılan malzemelerin parasal karşılığının en fazla on taksit halinde ve faizsiz olarak geri alınması yoluna gidiliyordu
Göçmenlere kredi yardımı, Ziraat Bankası aracılığıyla yapılmaktaydı. Bunun yanısıra, göçmenlerin araç-greç eksiiğini kapatmak üzere donatım kredileri verilmeye de çalışıldı. Hangi malzemelerden ne kadar dağıtılacağı belirlendikten sonra, bu belirleme işini yapam Komisyonlar gazetelere ilanlar vererek, göçmenlere dağıtılacak malzemenin yerel halktan satın alınması yoluna gidiyorlardı.
1923-1933 yılları arasında, tarımla uğraşan göçmenlerin üretici duruma gelmeleri için, 157.736 aileye 6.258.928 dönüm kültür toprağı verilmiştir. Bunun aile başına ortalaması 39.6 dönümdür. Göçmenlere dağıtılan tohumluk zahirenin toplam miktarı 7.618.000 kilodur. Bunun yanı sıra 27.501 adet pulluk, 41.253 adet çeşitli tarım araç-gereci, 12 adet traktör, 19.070 kilo kükürt ve göztaşı, 22.994 baş çift hayvanı dağıtılmıştır. Araç gereç değil de, bu araç gereçleri almaları için göçmenlere dağıtılan paranın tutarı ise, 15.238 liradır. Yalnızca İzmir’de, 1924-1926 yılları arasında göçmenlere 169.177 kıyye arpa, 6.050 kıyye mısır, 5.034 kıyye yulaf, 4.763 kıyye burçak, 935 kıyye susam, 611 luyye pa muk çekirdeği, 818 adet pulluk, 448 baş çift hayvanı dağıtılmıştır.
Bütün bu çabalara ve aksi savlara karşın, savaş sonrasında Türkiye, tarım ürünlerinin üretiminde arzu edilen noktayı yakalamak için önemli bir uğraş vermiş, yoğun göç hareketlenmelerinin etkisini ekonomi ve tarım sektörü üzerinde hissetmiştir. Muhtaç çiftçiye dağıtılan topraklar üzerine yaratılan spekülatif nitelikli uygulamalar önemli kayıplara neden olmuştur. Para ve donatım kredileri, Tohumluklar ve diğer araç gereçlerdeki yetersizlik, tarımsal üretimin düzeyi üzerinde olumsuz etkiler yapmıştır. Tüm yardım çabalarına ve iyi niyetlere karşın, savaştan zarar gören yerli üreticiler ve mübadele göçmenleri, bir yıl sonraki üretim sürecine ek siksiz girememiş, tarlalar ve bahçeler zamanında sürülüp ekilememiştir.
Buna karşın, uzun vadede, Türkiye ekonomisinin ve tarımının ulusal nitelik kazanmasında, mübadele göç menlerinin küçümsenemez katkıları olmuştur. Tarımsal çabalar içinde, en çok tütüncülükte aktif katılımı ve önemli rekolte artışlarını görmek olanaklıdır. Örneğin, Makedonya’da önemli ölçüde tütüncülükle uğraşan göçmenlerin Edirne ve yerleştirilmesinden sonra, bu kentin tütüncülük tarımında önemli gelişmeler gözlemlenebilmiştir. 1923 yılında bütün Türkiye’de tütün üretimi 23 milyon kilo iken, bunun 2-2,5 milyon kilosu Edirne’de yetiştirilmiştir. Oysa aynı kentin bir yıl önceki tütün rekoltesi 1 milyon kilo kadardı. Tütüncülüğü iyi bilen bir kitlenin, kentin ekonomisinin canlanışında önemli etkisi olmuştur. Aynı durumu Samsun ve çevresi ile İzmir için de görmekteyiz. Tütüncü göçmenlerin yerleştirildiği bu yörelerde, kimi yerli gruplar da göçmenlerden gördükleri bu tarımsal uğraş türüne heves etmişler ve tütün tarımına başlamışlardı. Nitekim bir kaynak belgede, 1924 yılı için İzmir ve çevresinde tütüncülüğe evvelce Hıristiyanlar tarafından ilgi gösterildiği, ama savaşı izleyen dönemde, yalnızca Bayındır kazasında yerli ve göçmen gruplar tarafından 1923 yılında 250.000, 1924 yılında da, 600.000 kıyve tütün yetiştirildiği belirtilmektedir. Pirveşte göçmenleri eskiden beri tütüncü oldukları için, bu becerilerini, tütün yetiştirmeye çok uygun toprağa ve iklime sahip olan yeni yerleşim alanları Foça’ya aktardıklarına tanık olunmuştur.
Türkiye ‘ye getirilen mühadele göçmenleri de, tıpkı Yunanistan’a giden Anadolu Rumları gibi, orada edindikleri üretim yöntemlerini ve becerilerini Türkiye’ye aktarmışlardır. Böylece Türkiye ekonomisi, özellikle tarım sektöründe bu göçmen kitlesinin becerilerinden büyük ölçüde beslenmiştir. Türkiye tarımında, göçmenlerin etkisiyle, sulu tarım konusunda önemli gelişmeler görülmüş, bu yöntem, göçmenlerle etkileşim içinde bulunan yerli göçmenler arasında da gelişmiştir. Türkiyede birçok yöredeki tarımsal gelişmede, mübadele göçmenlerinin aktardığı tarım türleri, yöntemleri ve araç gereçleri önemli etkilerde bulunmuştur. Nitekim, Keyder’in de belirttiği gibi, Kurtuluş Savaşı bitiminde, Türkiye pamuk üretiminde savaş öncesinin en üksek düzeyi olan 1914 yılı üretimini yüzde 18’lik oranla hemen aşmıştır. Aynı artışlar tütün üretiminde de görülmüştür; incir ve kuru üzüm ise, göreceli olarak diğer ürünler karşısındaki eski önemini yitirmiştir. Bunda, tütün ve pamuğun, incir ve kuru üzüme göre, gittikce artan derecede sanayi ürünü olma özelliklerinin artması etkili olmuştur.
Hiç kuşkusuz yaşanan bütün bu sıkıntılara, karmaşaya ve eleştirilecek diğer önemli tarihsel olgulara karşın, 1923 Nüfus Mübadelesi ile Türk ve Rum kitlelerinin zorunlu olarak yer değişimleri, Türkiye’nin uluslaşma sürecinin en önemli halkalarından birisi olması nedeniyle, Türkiye için önemli bir kazanç olmuştur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder