Germanos Karavangelis, Osmanlı Ordusuyla birlikte.
Bölgemiz tarihine ışık tutan güzel (acı) bir öykü.
(…)
”Sadece kardeş acısı değil hocam, vatanın en güzel topraklarının da kaybediyorduk, onun acısı daha bir yakıyor, bu gavurlara yüz veriliyor, onlara bizde olmayan servet kazanma şansı veriliyor, bizi köylü bırakmışlar, servetlerine servet katmış, canımızı, kemiğimizi emmiş olan bu gavurlar, şimdi evlerimizi de istiyorlar, verir miyiz hocam? Söyle verir miyiz?!"
(…)
”Rumlar, her şey onların ayrılmasıyla başladı, balkanlara bir kılıç gibi saplandı, daha sonra Bulgarlar, Arnavutlar, Makedonya... Makedonya, sevgili kardeşim Mülâzim Mümtaz. O Lüleburgaz’da şehit düştü, ateşi de içime... O günden beri sakalımı kesmedim. Hiç sevmiyorum bu gavurları, her şeyimizi elimizden tek tek aldılar, bir yandan Ruslar, öte yandan Avrupa devletleri kollarımızı kestiler. Şimdi şu küçük toprak parçasında hapis olduk, burayı da elimizden almaya çalışıyorlar, o Yunan kralı denizden yardım getiriyor, durmadan silah yığıyor buralara. Çok kan dökülecek, çok kan..."
(…)
Buranın her karış toprağının bir öyküsü, destanı vardır. Yıllardır biz Hıristiyanlar ve Müslümanlar aynı pazarı, ortak yerleri özgürce paylaştık. Ülke zengin ve bereketliydi. Hepimizi beslemeye yeterdi. Aynı şarkıları dinler, birlikte hüzünlenirdik. Bundan iki yüzyıl önce Kapadokya’dan gelen Türk Hıristiyanlar da buraya hemen uyum sağlamış, daha bir renk katmışlardı. Baş kilisemizde bu şehirde bulunmaktaydı. Başpiskoposu da Germanos Karavangelis, boylu boslu, saygıdeğer bir kişidir. Bu Baş piskoposluğa bağlı Trabzon, Samsun, vb. On iki Hıristiyan kenti ve 394 köy bulunmaktaydı, şimdi bunlardan hangileri ayakta bilmiyorum... Dışarıdakilere ne oldu?..."
(…)
”Bütün felaketler üst üste geldi, tanrı bizi cezalandırıyor olmalı... Her yerde ateş vardı, ateş ocaklarımıza düştükten sonra, kadınlarımız çocukları ile birlikte dağlara çıkıyor, daha önce dağlara sığınmış olan asker kaçakları ile buluşup olan biteni tartışıyorlardı, başımıza gelen felaketleri anlamaya çalışıyorduk. Daha düne kadar ortak paylaştığımız sokaklar bölünmüş, birbirimize düşman gibi bakmaya başlamıştık. Karşılıklı öldürmeler sonucu olaylar bir kısır döngüye dönüşmüştü. Bu şiddetin, vahşetin bütün vebali Karadeniz'de ki bütün Hıristiyanlara yüklenmişti. Cinayetler ve cürümler meşrulaştı. Askerler, çeteler asker kaçaklarını bahane ederek köyleri kasabaları basarak, zulüm uyguluyorlardı... Ama bastıkları köylerde genellikle daha önce boşaltılmış oluyordu. Askerler yakaladıklarını ya öldürüyorlar, ya da şehre götürerek asıyorlardı. Bunları gözleri ile görmüş Anesti’nin komşusu Huri. O anlatmış Anesti’ye, Samsun’da 47 Hıristiyan’ı Saathane meydanında asmışlar...”
(…)
Emin bey kavgacı bir yapısı vardı... Osmanlı meclisinde Bafra milletvekili olarak görev yapmıştı... Yeni kurulan mecliste Pontus’lar hakkında her tülü konuşma yapmaktan çekilmemiş, hatta onların askerin önüne katılmasını dahi önermiştir. Yunanlıların İzmir’e çıkartmasından sonra saldırıları bir histeri halini almıştı... Karadeniz kıyılarında ki asker kaçakları ve oranın ahalisinin oluşturmuş olduğu çeteler Türk köylerine yaptığı baskınlarda bir çok masum insanı öldürmüştü... Vatanın gittikçe küçülmesine diğer Türkler gibi düşünüyordu, tüm suç Hıristiyanlardaydı .. İttihat ve Teraki partisi ”Tek dil, tek din, tek halk” sloganını formüle etmeye başlamıştı... Bu düşünceye sonuna kadar bağlı gözüküyordu... Orta boylu olan Emin bey kürsüye çıktığında tüm dünyayı ben yarattım özgüveni ile konuşuyordu... Sesini gereğinden faza yükselterek, savunma yapmak isteyenleri salondan ya kovuyor, ya da konuşmadan izlemesini salık veriyordu...
/İsmail Cem ÖZKAN (www.cemoezkan.de)
Öykünün Tamamı İçin Bkz;
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder