Savaşımın Başlangıcı
MUSTAFA KEMAL, hem kendisi, hem de yurdu için büyük önem taşıyan bu döneme, kırkına yaklaşmış, olgun ve kendine güvenen bir savaşçı olarak başlıyordu. Geride bıraktığı on dört çetin savaş yılında askerlik alanındaki değerini ortaya koymuştu. Şimdi, siyaset ve devlet adamı olarak da kendini göstermesi gerekiyordu. İçin için kaynadığı halde istediğini yapmaya olanak bulamadığı yıllardan sonra, aradığı zor ve atılganlık isteyen iş, şimdi karşısına çıkmıştı.
Mustafa Kemal'in son zamanlarda vücudu gelişmiş, yüzü toplamış ve üzerinde çizgiler belirmeye başlamıştı. Saçlarının, bıyıklarının rengi donuklaşmıştı. Ama teninin açıklığı, bakışlarının canlılığı, tepkilerinin çabukluğu onu olduğundan daha genç gösteriyordu. Dik duruşu, yüzünün keskin çizgileri ona tam bir asker hali veriyordu. Ancak kendisinde, çevresindeki arkadaşlarını, ölçüsü, ritmi, temposuyla çok gerilerde bırakan gizli ve başka türlü bir üstünlük vardı. Vücut yapısı daha inceyken onlardan daha iri görünür, adımları ağır olduğu halde daha hızlı yürüyor sanılırdı. Solgun teni, geniş çıkık elmacık kemikleri, ince parmaklı uzun elleri ve süratli hareketleri bile onu. ötekilerden ayırmaya yeterdi.
Ancak Mustafa Kemal'deki diğer farklı unsuru asıl yansıtan şey, o açık renkli, sert ve kırpılmayan gözleriydi. Bu gözler, geniş alnı ve yukarıya doğru kıvrık kaşları altında, meydan okur gibi sabit, soğuk bir ışıkla parıldar; her an bir şeyi görür, saptar, yansıtır; bundan başka, akıl ermez bir şekilde, sanki aynı zamanda her tarafa birden bakıyor gibi görünürdü. Bu gözleri, büyük başı ve sağlam, çevik bacaklarıyla huzursuz bir kaplana benzerdi. Askerce bir deyimle, çeliğe özgü sertlik ve esnekliği kendinde birleştirir, yüksek sinirsel gerilimi ile, her an boşalmaya hazır bir yayı andırırdı.
Hepsinin içten arzuladıkları milli savaşın bu ilk döneminde arkadaşlarının gereksinme duydukları şey, Mustafa Kemal'de gördükleri bu olağanüstü haldi. Onun düşünceleri ötekilerden her zaman bir adım daha ileride, hareketleri bir derece daha kesin olmuştu. Ötekilerin çoğunda eksik olan önderlik niteliği onda vardı. Rauf Bey, prensip sahibi, ama kısır görüşlü; Kâzım Karabekir, dürüst, ama esneklikten yoksundu. Refet, atılgan, ancak ihtiyatsızdı. Ali Fuat'ın elinden iş gelir, ama zekâsı fazla işlek değildi. Hepsi yurtlarını seven, kafaları çalışan sağduyu sahibi, usta askerlerdi. Ancak aralarında iç ve dış sorunları etraflı biçimde kavrayan, özel bir akıl ve içduyu karışımına sahip olan tek insan, Mustafa Kemal'di. Üstelik, böyle tehlikeli bir işi başarılı bir sonuca ulaştırmak için gerekli olan irade yalnız onda vardı.
Erişmeyi tasarladığı son amacı ve geçmesi gereken yolları, neredeyse gaipten haber almaya varan bir açıklıkla, önceden görüyordu. Dost, düşman herkesin ruhunu okuyan görüşüyle, yolunun üzerine dikilecek olan askeri ve siyasi nitelikteki engelleri seziyor, bunları yenmek için kullanacağı çareleri araştırıyordu. Gerçekçi tabiatı ile mücadelenin uzun süreceğini ve sabırla, adım adım hazırlanacağını biliyor, düşüncelerini birdenbire açıklamayıp zamanın koşullarına ve duygusal havaya göre hesaplaması gerektiğini anlıyordu. Aydın kafasıyla, savaşın yalnız silahlarla değil, ama insanların zihnine ekilip geliştirilecek düşüncelerle kazanılabileceğini görüyordu. Bütün bunların başarıya erdirilmesi, ancak zorlu bir beyin çalışması ve insanüstü bir irade gücüyle olabilirdi ki, bu doğal sürükleyici güç, yalnız Mustafa Kemal'de bulunuyordu.
Bu kuvvetin kaynağı, her şeyin üstünde olan şiddetli bir tutkuydu: bir yurtseverin, ülkeye yararlı olduğuna inandığı şeylerle kaynaşmış tutkusu. Mustafa Kemal kendi adına iktidar ya da şan ve şeref peşinde koşmuyordu. Bunu sadece, yarının Türkiyesi üzerinde beslediği yapıcı düşünceleri gerçekleştirmek için istiyordu. Mustafa Kemal, insan ilişkileri açısından, içinde sevgiye en son yer ayıran bir kimseydi. Kadınlara, pek az zaman ayırırdı. Eski silah arkadaşlarıyla, maiyetindeki subayların dostluklarından hoşlanır ve kendisiyle yarışmaya kalkışmadıkları sürece onlara açık yürekli davranırdı.
Kendisine eşit olan ya da olabilecek kimseler karşısında daha ihtiyatlı bir tavır takınırdı. Bu hali, şimdiki iş arkadaşları karşısında daha da kesinleşmişti. Çünkü onların da kendisine kıyasla bir çeşit üstünlükleri olduğunu hissediyordu. Arkadaşları türlü sosyal tabakalardan gelme kimselerdi. Rauf Bey Kafkas soyundan, Ali Fuat ise birkaç kuşak öncesinden beri saygı duyulan bir asker ailesinden geliyordu. Refet'in ataları Tuna ovalarında yaşamış özgür toprak beyleriydi. Hepsi, İngilizcedeki anlamıyla, soylarına karşı duyulan saygıdan ötürü kendilerine güvenen, dürüst davranmakta güçlük çekmeyen, önderliğe doğuştan alışkanlıkları olan birer 'centilmen' sayılırlardı.
Mustafa Kemal, sert yönlerini yumuşatmış olan bütün inceliklerine rağmen, orta tabakaya mensup bir aileden geldiğim biliyordu. Bunu başka türlü göstermek şöyle dursun, kendi kişiliğini ve gücünü daha da belli etmek için, bir halk çocuğu olduğunu ileri sürmekten ve soyca kendisine üstün olanların göreneklerine karşı gelmekten çekinmiyordu.
Ötekilere gelince, onlar da ona sevgiden çok, saygıyla bakardı. İdealist Rauf onu bugün için yararlı bir adam olarak görüyor, ama gelecekte gerekliliğine pek inanmıyordu. Daha katı ve politikadan daha uzak bir insan olan Ali Fuat ise, onu bir eylem adamı olarak kabul ediyor, aynca eski bir arkadaş gözüyle görüyordu. Refet'e gelince, o Mustafa Kemal'in yeteneklerine değer vermekle beraber, niyetlerinden kuşkulanıyor ve kendisine ötekilerden daha az saygı gösteriyordu. Bununla birlikte, hepsinin ortak nitelikleri, ülkelerine karşı besledikleri köklü ve derin sevgiydi.
Yurt sevgisi, Mustafa Kemal'e iki kaynaktan geliyordu: bir yandan gençliğinden beri ülkesinin kaderi karşısında duyduğu övünç, bir yandan da yurdun, yabancılar ve beceriksiz yöneticiler elinde gitgide çökmesinden doğan bir utanç duygusu. Bu sevgi, uğruna çarpıştığı ve daha da çarpışacağı vatan toprağına, Rumeli'nin ova ve dağlarına, Anadolu'nun geniş düzlüklerine karşı beslediği bağlılıkla daha derinleşmişti. Kendisiyle birarada savaşmış olan insanları yakından tanımasının da bunda önemli payı vardı. Mustafa Kemal, Türk halkı üzerinde hayale kapılmıyordu. Onun katı, tutucu, kadere inanır, zekâ ve inisiyatif bakımından ağır davranışlı olduğunu bilmiyor değildi. Ama aynı zamanda inatçı, sabırlı, dayanıklı, savaşçı, üstlerine bağlı ve gerekirse aldığı emre uyarak canını vermeye hazır olduğunu da biliyordu.
Osmanlı hükümdarları, Anadolu köylüsünü her zaman aşağı görmüş, ihmal etmişlerdi. Şimdi ise İmparatorluğun belkemiğini oluşturan bu köylüydü ve Mustafa KemaPle arkadaşları, İmparatorluktan geri kalanı kurtarmak için onlara güveniyorlardı. Derinden gelen bir duygu ona, atalarından kalan ve kutsal bir nitelik kazanan bu toprağın savunulması uğruna, içlerindeki kıvılcımın tutuşturulabileceğini söylüyordu. Uzun savaşlar, köylüyü bezdirmiş, maneviyatını çökertmişti. Yine de, vatanın kurtuluşu düşüncesi, altı yüz yıllık bir İmparatorluktan sonra, onlarda bir övünç ve özgürlük duygusu uyandırabilirdi. Anadolu köylüsünü yeniden savaşa atılmaya razı etmeye Tanrı'nın bile gücü yetmeyeceği söyleniyordu. Ama bir Mustafa Kemal, Her Şeye Kadir Tanrı'nın bile gücünü aşan bir işte başarı gösterebilecek miydi?
İşe elverişli bir durumda başladı. İzmir'in İtilâf Devletlerince işgali, eline rahatça kullanabileceği umulmadık bir koz vermişti. Ancak, Anadolu halkını bu işgalin niteliği ve doğurabileceği sonuçlar konusunda uyarması gerekiyordu. Samsunluların çıkarma hakkında pek az bilgi edinmiş olduklarını gördü. İlk yaptığı işlerden biri, Abdülhamit'in kendi casusluk sisteminin iyi işlemesini sağlamak için kurduğu mükemmel telgraf şebekesinden yararlanarak, yetkisi altındaki idari ve askeri makamlara haber salmak oldu. Her yerde protesto mitingleri düzenlenmesini ve Babıâli ile yabancı devlet temsilcilerine, Türk milletine karşı işlenen haksızlığın onarılmasını isteyen telgraflar yazdırılmasını bildirdi. Samsun'un içinde de, halkta bir direnme duygusu uyandırmak amacıyla, Büyük Cami'de mitingler düzenledi. Askeri alanda, Anadolu ve Trakya'da kalmış birliklerle hemen ilişki kurdu; siyaset alanındaysa, çeşitli Müdafaa-i Hukuk grupları arasında bağlantı sağlamaya girişti ve kendisine verilen emre uyup da bunları dağıtacak yerde, yenilerini kurmaya koyuldu.
Bir yandan da, mütareke sırasında Adana'da yaptığı gibi, Harbiye Nezaretine, İngilizlerden şikâyetle dolu telgraflar yağdırmayı sürdürüyordu. Türk makamlarına haber vermeden bölgedeki kuvvetlerini çoğaltmışlardı. İngilizler, mütareke koşullarına aykırı olarak daha içerilere girmeye hazırlanıyor, işgalin daha da yayılmasını ve bir Pontus devleti kurulmasını isteyen Rum çetecilere göz yumuyor, yardım ediyorlardı.
İstanbul'da İngilizler telâşa düşmüşlerdi. Mustafa Kemal'in Anadolu'ya geçişinden tehlikeyi çok geç sezdiği için yola çıkışını önleyememiş olan Başkomutanları Sir George Milne, şimdi onu geri çağırsınlar diye Harbiye Nezaretini zorluyordu. Kendisine önce, Mustafa Kemal'in Anadolu'da bulunmasının huzur bozucu değil, yatıştırıcı bir etki yaptığı cevabı verildi. Kabine, Kemal'in yetkilerini kısıtlamak yoluyla uzlaşmayı öngören bir teklifi görüşmek üzere toplandı. Nazırlardan birkaçı, İngiliz komutanının kuşkularını paylaşmaktaydılar. Kemal'in telgraflarındaki, sanki onların Anadolu'daki durum üzerindeki bilgisizliklerini yüzlerine vuran ve işleri dilediği gibi yönetmek kararını belirten, horlayıcı, saygısız ifade onları gittikçe düşündürmeye başlamıştı. Mustafa Kemal, yapacağı işler için önceden izin almayı gerekli görmüyor, sadece sonunda onlara bilgi vermekle yetiniyordu. Bu telgraflar, nazırlara okunduğunda, içlerinde hâlâ İttihatçıları tutanlar, 'Biz demedik mi?' gibilerden gülümseyerek Damat Ferit'e baktılar. Sadrazam, 'Müfettiş Paşa bizi boyuna azarlıyor âdeta, ' dedi. 'Sanki, ben yapacağımı bilirim, siz kendi işinize bakın, der gibi.' Bunun üzerine kabine, Mustafa Kemal'in geri çağrılmasını kararlaştırdı. Sonuç, İngiliz Başkomutanına bildirildi.
Bu arada Müfettiş Paşa -Gelibolu kahramanı olduğunu açıklamayı henüz uygun görmediği için Samsun halkı onu böyle tanıyordu- burada kendini yeteri kadar serbest hissetmemeye başlamıştı. İngiliz denetim subaylarının bu kadar yakında bulunmaları onu tedirgin ediyordu. Zaten Refet Bey de onun verdiği demeçler ve giriştiği propaganda çalışmaları karşısında telâşa kapılmış görünüyordu. Mustafa Kemal, daha serbestçe çalışabilmek için, Samsun'da bir hafta kaldıktan sonra, karargâhını seksen kilometre içerideki Havza'ya taşıdı. Buna da bahane olarak, Samsun'a geldiğinden beri yeniden başlamış olan böbrek sancılarına karşı, Havza kaplıcalarından yararlanmak istediğini ileri sürdü.
Küçük subay grubu böylece, arızalı, ve dönemeçli bir yoldan, geniş Anadolu yaylasına doğru tırmanmaya başladı. Denizden 1200 metre yükseklikteki bu yayla, doğuda İran ve Rusya sınırlan ile Ağrı dağından başlayıp, batıda Eskişehir'e, ve Ege ile Marmara kıyılarındaki dağlara kadar bin beş yüz kilometre boyunca uzanıyordu. Mustafa Kemal'in eski otomobiliyle, olgunlaşmaya başlayan mısır ve buğday tarlaları ve yeni yeşeren orman kümeleri arasında yükseklere doğru çıkarlarken, aşağıda Yeşilırmak kıyılara doğru kıvrılıp bükülerek akmaktaydı. Türklere mi, Rumlara mı ait oldukları minarelerinden ya da çan kulelerinden belli olan, kerpiç duvarlı evleri çökmeye yüz tutmuş köylerden geçtiler. Yolculuk sırasında, araba birkaç kez bozuldu. En sonunda Mustafa Kemal arabadan indi ve iki arkadaşıyla birlikte yola yaya olarak devam etti. Dağların temiz havasını ciğerlerine dolduruyor, bereketli toprağın kokusunu kokluyorlardı. Çevrelerindeki özgürlük havasına uyan subaylar bir şarkı mırıldanmaya başlamışlardı. 'Başını duman almış dağlardan, ağaçlardan, kuşlardan, gümüş derelerden' söz eden romantik bir İsveç şarkısı.
'Yürüyelim, arkadaşlar!
Sesimizi yer, gök, su dinlesin,
Sert adımlarla her yer inlesin,
inlesin!'
Bu şarkı, sonradan genişleyerek bütün Anadolu'yu kaplayan 'arkadaş' gruplarının ağzında ihtilâl şarkısı olacak ve sonraları -yabancı bir kaynaktan geldiği bile unutulup- genç Cumhuriyet çocuklarının okul marşı olarak kutsal bir emanet gibi saklanacaktı-.
Havza, Yunan çetecilerinin en çok faaliyet gösterdikleri bölgeydi. Hükümet, Birinci Dünya Savaşı sırasında kargaşalık çıkaran Rumları doğuya sürmüş, onlar da mütarekeye kadar orada uslu durmuşlardı. Şimdi, Pontus devleti uğruna kurulmuş bir siyasi örgüt, bir Rum patriğinin önderliği altında Rumları tekrar ayaklanmaya zorluyordu. Mustafa Kemal, -tıpkı gençliğinde Makedonya'da olduğu gibi- bellerine fişeklikler dolamış, karalar giymiş Rum çetecilerinin Türklere korku saçtıklarını, yolcuları soyup öldürdüklerini, Türk köylerini yaktıklarını, ileri gelenleri dağa kaldırdıklarını, Türk askerlerini pusuya düşürdüklerini duymuştu. Buna karşı Türklerin elinden pek bir şey gelmiyordu. Çünkü İngilizler, bir yandan karışıklığa onların sebep olduğunu ileri sürerek, mütareke hükümlerine göre ellerinden silahlarını alırken, öte yandan Rumların elindeki silahları bırakmaktaydılar.
Böylece Havza ve dolaylarındaki köyler, bir direnme hareketinin başlangıcı için elverişli bir ortam yaratıyordu. Gelibolu kahramanı olduğu artık öğrenilmiş olan Mustafa Kemal, şehrin eşrafını karargâha toplayarak: 'Düşman bizi öldürmek isteğinde değildir,' dedi. 'Düşmanın niyeti bizi mezarımıza diri diri gömmektir. Şimdi çukurun tam kenarında bulunuyoruz. Fakat son bir gayretle toparlanırsak, kendimizi kurtarmamız mümkündür. Sonra onlan kendi aralannda konuşmaya bırakü. Belediye Başkanına, kendi askerce usullerine göre, uzun bir soru listesi verdi. Bu bölgedeki Müslüman ve Hıristiyan halkın ne oranda olduğunu, ne gibi siyasi eğilimler beslediklerini, aradaki anlaşmazlığın nedenlerini ve buna bir çözüm yolu bulmak için alınacak önlemleri öğrenmek istiyordu. Türklerden ileri gelenlerin adlarını, davranış ve karakterlerini gösteren bir de dosya istedi. Halkın vergi borcu var mıydı, varsa ne kadardı? Mustafa Kemal şimdi nereye gitse, bu çeşit pratik ve dikkatli araştırmalarla, ihtilâl amacıyla, ülkenin durumu üzerinde bilgi toplamaya çalışıyordu.
Bu arada şehrin ileri gelenleri, kendisinin isteyerek katılmadığı iki toplantı sonunda, direniş konusunda görüş birliğine varmışlar, bunun temelini oluşturmak üzere Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti'nin bir şubesini kurmuşlardı. Camide büyük bir kalabalık toplandı, dualar edildi. Arkasından şehrin küçük meydanında bir toplantı düzenlendi. Hâlâ doğrudan doğruya işe karışmış görünmek istemeyen Mustafa Kemal, halkın tepkisini ölçmek için subaylarını kalabalığın arasına göndererek, toplantıyı karargâhın penceresinden izledi. Konuşmacılar, yurdun tehlikede olduğu ve düşman çizmesi altında can vermek istemiyorlarsa, bütün Müslümanlann silaha sarılmaları gerektiği üzerinde durdular. Din kurallarına uygun şekilde and içildi. Mustafa Kemal, bunu izleyen aylar içinde yurdun çeşidi yerlerinden birçok benzeri kurulacak olan direniş yuvalanndan birincisinin temelini atmıştı.
İzmir bölgesinde direniş çabuk başlamıştı. Bunda tek başlarına işe gireşen subayların büyük payı vardı. Türkler başta, çeşitli direniş gruplarını birbirine bağlayan gevşek bir cephe kurmuşlar, ama sonradan işgal kuvvetlerinin İstanbul Harbiye Nezareti kanalıyla kendilerine gösterdikleri, Milne hattı denilen bir hatta çekilmek zorunda kalmışlardı. Bununla beraber, dağlarda çete savaşı yapan başka gruplar da vardı. Rauf Bey İstanbul'dan bu dolaylara geldiği zaman, halkı tam anlamıyla ayaklanmış buldu. Daha savaş öncesinden beri Osmanlı hükümetine başkaldırmış olan efeler, kendisini görmeye geldiler. Şimdi düşmanlan Yunanlılara karşı çarpışacakları için daha sevinçli görünüyorlardı. İçlerinden bir tanesi, Demirci Mehmet Efe, kızanlarının 'kuzu gibi iyi niyetli' Rauf un emri altına girdiklerini, ne derse yapacaklarını söyledi ve 'Analanmız bizi bugün için doğurdu,' dedi.
Şimdi Mustafa Kemal'in Havza'dan da ayrılması gerekiyordu. Topu topu otuz kilometre ötede, Merzifon yolu üzerinde konaklamış olan İngilizler, açık hava toplantısının haberini almışlardı. Bundan başka, Havzalılar İngilizlerin doğudaki Türk kuvvetlerinden alıp hayvan sırtında Samsun limanına gönderdikleri on bin kadar tüfek mekanizmasını ele geçirmişler, onlan gülünç duruma düşürmüşlerdi. Yurtsever Türklerden kurulu bir çete, taşıt konvoyunu pusuya düşürerek ele geçirdiği silahlan bir depoda saklamış, hayvanları da direniş hareketine para sağlamak için satmıştı. Amasyalılar, Mustafa Kemal'e bağlılıklarını bildirmek için bir heyet göndermiş bulunuyorlardı. İngilizlerin daha sert davranmaya başlayacaklarını sezen Mustafa Kemal, daha uzak ve daha önemli bir şehir olan Amasya'ya gitmeyi uygun buldu.
Havza halkına sivil giyinmiş olarak veda etti. Böylece artık yalnız askeri değil, sivil bir direnmenin de söz konusu olduğunu göstermek istemişti. Şehrin dışındaki köprüde kendisini bekleyen arabasına kadar, halkla beraber yürüyerek gitti. Belediye Başkanına son talimatını bildirirken, Merzifon Amerikan Kolejindeki Amerikalıları taşıyan iki otomobil yanlarında durdu. Başkan sesini alçalttı. Kemal'e de yavaş sesle konuşmasını söyledi. Ama o, inadına, meydan okur gibi daha yüksek sesle: 'Saklayacak bir şeyimiz yok,' dedi. 'Varsın duysunlar. Bu işte o kadar ileri gittik ki, artık geri dönemeyiz.'
Mustafa Kemal'in kafası da gözleri gibi, aynı zamanda iki ayrı yönü görebilecek nitelikteydi. İçeride Anadolu'ya baktığı gibi, dışarıda dünyayı gözünden kaçırmıyordu. Mütarekeden beri, Türkiye'nin tek umudu, Başkan Wilson'un On Dört İlkesi'ne dayanıp kalmıştı. Aydınların kurduğu bir Wilsoncular Derneği, Türkiye kendine gelinceye kadar, Amerika'nın garantisini ve yardımını sağlamak için bir tasarı hazırlamıştı. Şimdi, yurdun bölünmesi tehdidi karşısında Paris'te doğan buna benzer başka bir görüş, İstanbul'da taraftar kazanmaya başlıyordu: Türkiye'nin bütününün ya da bir parçasının bir Amerikan, İngiliz ya da herhangi bir büyük devlet mandası altına verilmesi.
Başkan Wilson, Mayısın 17'sinde, Müttefıklerarası Yüksek Kurulca İzmir'in işgaline karar verildiği toplantıda, Ermenistan, İstanbul ve Boğazlar üzerinde böyle bir mandayı kabul edebileceğini söylemişti. 26 Mayısta da Damat Ferit Paşa, 'Türkiye'yi, büyük devletlerden birinin koruyucu yardımı altına koymak' için aldığı kararı açıkladı. Mustafa Kemal bu kararı derhal protesto etti. Haziran başlarında Ferit Paşa'ya ülkesinin durumunu barış konferansında tartışmak fırsatı verildi. Türk Delegasyonu bir Fransız kruvazörü ile Marsilya'ya ve oradan Paris'e gitti. İsmet Bey, o kadar istemesine rağmen, bu heyete alınmamıştı. Mustafa Kemal, daha heyetin gideceğini duyduğu anda, buna karşı tepki gösterdi. Emri altındaki grup komutanlarıyla valilere, milli hakların önemini belirten, sert ifadeli bir genelge yolladı. Damat Ferit'in Ermenilere özerklik verilmesi ilkesini kabul edişine ve bir İngiliz himayesi önerisine şiddetle çatıyor, Türklerin çoğunlukta oldukları Türk topraklarında haklarının korunması ve kendilerine tam bir özgürlük tanınması üzerinde ısrar ediyordu.
İki gün sonra Harbiye Nezaretinden İstanbul'a dönmesini bildiren emri aldı. Ne bunu, ne de bundan sonra gelecek emirleri dinleyecekti. Arkadaşlarını toplamanın ve harekete geçmenin zamanı gelmişti. Yirminci Kolordu ile Ankara'ya varmış olan Ali Fuat'tan bir telgraf aldı. Kendisinden esrarlı bir şekilde 'bildiğiniz bir kimse' diye söz ettiği Rauf Bey'in Güneybatı Anadolu'daki gezisinden döndüğünü bildiriyor ve iki karargâh arasında bir yerde buluşmayı öneriyordu. Mustafa Kemal, benzin azlığından dolayı, Havza bölgesinden ayrılamayacağını bildirdi. Kendi yerine onların, kıyafet değiştirerek ve kimliklerini gizleyerek Havza'ya gelmelerini istedi. Ali Fuat ile Rauf, at arabasıyla bozuk yollar üzerinde, elden geldiği kadar az mola vererek ve üzerlerine şüphe çekmemeye çalışarak, altı günlük bir yolculuktan sonra Havza'ya geldiler. Sonra Mustafa Kemal'le beraber Amasya'ya geçtiler.
Amasya, milli bir ayaklanmanın beşiği olmaya elverişli bir yerdi. Uzun ve seçkin tarihi boyunca hep özgürlük ruhuna bağlı kalmıştı. Moğol istilâsından kurtularak bir süre Osmanlı İmparatorluğunun başkenti olmuştu. İstanbul'un alınmasından sonra da Veliaht Şehzadenin Amasya'da eğitim görmesi ve şehirde valilik yapması gelenek haline gelmişti. Bu yüzden Amasya, ayrıcalıklı durumunu koruyor ve sanki İstanbul'a ders veriyormuş gibi bir duygu besliyordu.
Mustafa Kemal, Amasya'ya yaklaşırken önüne yüksek dağlar dikildi. Daha ileride, Şam'ınkiler kadar yeşil, verimli ve sıcak meyva bahçeleri arasından geçerken bu yamaçların, Yeşilırmak'ın daralan vadisini kuşattıklarını gördü. Eski Pontus krallarının mezarlarıyla delik deşik olmuş sarp ve mağrur sırtlar, şehri yemyeşil akan nehrin kıyısına sıkıştıran, dar bir boğaz oluşturuyordu. Tepede eski kale görünüyordu. Amasya dış dünyayla ilgisi olmayan, kendi havasında yaşayan bir yerdi. Ama kendi dünyasının tam merkezi durumundaydı. Camilerin, türbelerinin, dinsel yapılarının bolluğu ile Bursa'yı andıran bir görünüşü vardı. Yalnız, Amasya, padişahların zararlı gerici etkilerinden uzak kalmış, saf İslâm geleneklerini olduğu gibi koruyabilmiş, özgür bir şehirdi. Mustafa Kemal, burasının geriye değil, ileriye bakan bir yer olduğunu umuyordu. Yanılmayacaktı.
Ortodoks papazının emrindeki Rum çetecilere karşı koymak için Türk gönüllüleri de bir Müslüman hocanın çevresinde toplanmışlardı. Hoca hemen Mustafa Kemal hesabına çalışmaya koyularak camide bir vaaz verdi. Kemal de söz alarak, millî direniş hareketinin üç ayrı cephede başlamış olduğunu halka bildirdi: Batıda, Yunanlılara karşı İzmir'de; güneyde, Fransızlara ve Ermeni yardakçılarına karşı Adana'da; doğuda, Ermenilere karşı Erzurum'da, 'Amasyalılar,' dedi, 'daha ne bekliyorsunuz?. Düşman, Samsun'a ayak basacak olursa, ayağımıza çarıklarımızı giyip dağlara çıkmamız, vatan toprağını son kaya parçasına kadar savunmamız gerekecek. Eğer, Tanrının iradesi bizim yenilmemizi uygun görmüşse, yapacağımız şey evimizi, barkımızı ateşe vererek, yurdu harabeye çevirdikten sonra ıssız bir çöle çekilmektir. Amasyalılar, hepimiz bunu yapacağımıza yemin etmeliyiz.' Amasya halkı, Mustafa Kemal'in emirlerini yerine getirmeye hazır olduklarını bildirdiler.
Mustafa Kemal, en güçlü taraftarlarını din adamları arasında buldu. Dinsel güçlerden ilk olarak açıkça ve resmen yardım görüyordu. Sivil halktan olup da, kendisini tutanlar ise daha şüpheli bir kökene sahiptiler; çünkü bunlar oradaki İttihat ve Terakki üyeleriydi. Mustafa Kemal, bütün Milli Mücadele boyunca, kendilerine karşı her zaman biraz güvensizlik beslediği İttihatçılarla işbirliğini fazla ileri götürmekten çekinmiştir. Ancak, bu işbirliğini büsbütün reddetmesi de mümkün değildi. Çünkü çok yerde, direniş yuvalarının çekirdeğini İttihatçılar kurmuşlardı. Öte yandan, aralarında gerçek yurtseverlerin de bulunduğu inkâr edilemezdi.
Kemalist Devrim böylece doğmuş oluyordu. İstanbul'da bunu tasarlamış olan dört arkadaş şimdi Amasya'da bir 'Bağımsızlık Bildirisi' kaleme almak için buluşmuşlardı.
İlk olarak Ali Fuat Paşa ile Rauf Bey geldiler. Refet Bey ertesi gün kendilerine katılacaktı. Gelişlerim Kâzım Karabekir Paşa'ya telgrafla bildirdiler. Kemal artık niyetlerini açıklayacaktı. Arkadaşlarına, gerek askerî ve idarî makamlarla, gerekse Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleriyle sıkı bir bağ kurmuş olduğunu anlattı. Direniş düşüncesi, cesaret verici bir şekilde, her tarafta gelişmişti. Şimdi buna birleşik bir cephe niteliği vermek gerekiyordu. Bunun için Sivas'ta hemen milli bir kongre toplamaya karar verdi.
Burası coğrafi bakımdan 'en güvenli yer' olarak gözüküyordu. İki yüz kilometre kadar daha doğuda, denizden de aynı uzaklıktaydı. Anadolu yaylasının kenarında, yüksekte kurulmuştu. Bütün vilâyetlere bir genelge göndererek temsilcilerin, gerekirse kimliklerini saklayarak, Sivas'a gelmelerini bildirdi. Arkadaşları bu genelgeyi uygun buldular. Kemal onlara birarada, Doğu vilâyetleri temsilcilerinin daha önce Erzurum'da toplanacaklarını bildirdi. Aslında bu toplantı, kendisi daha Anadolu'ya gelmeden önce, Kâzım Karabekir Paşa tarafından düzenlenmişti.
Ertesi gün arkadaşları Ali Fuat, Rauf ve Refet'e onaylayıp imzalamaları için bir bildiri verdi. Bu bildiride, ülkenin bağımsızlığının tehlikede olduğu açıklanıyordu. Başkent, yabancı işgalindeydi. Hükümet, yabancı kontrolü altında bulunuyordu. Dolayısıyla, ülkeyi yönetecek durumu kalmamıştı. Milletin kendisini, kendi iradesini kullanarak, kurtarması gerekiyordu. Kurulan çeşitli savunma grupları, milletin yabancı baskısına karşı direnmek kararım açıkça belli etmiş bulunuyorlardı. Şimdi bunların, dışarıdan gelecek etki ve baskılardan arınarak, halkın isteklerini düşünüp dile getirecek düzenli bir milli kuruluş halinde birleştirilmesi gerekliydi. Sivas Kongresi bu amaçla toplanacaktı. Ancak kongrenin yeri ve toplantı tarihi şimdilik gizli tutulacaktı.
Bu bildirinin, yalnızca ülkenin savunmasını örgütlemekten daha öteye gittiği belliydi. Sivas Kongresi tarafından, İstanbul'dan ayrı olarak, bir milli hükümet kurulmasını da öngörüyordu. Ali Fuat bunu hiç düşünmeden kabul ederek imzasını attı. Rauf Bey de kısa bir duraksamadan sonra imzaladı. Geç geldiği için ilk konuşmalara katılmamış olan Refet Bey ise bu kadar ileri gitmekten çekiniyordu. Ancak Ali Fuat Paşa onun tereddütlerini giderdi ve Refet Bey de kâğıdın altına gösterişli imzasını bastı. Böylece dört arkadaşı Türkiye'nin kurtuluş savaşında ilk düzenli tasarıyı oluşturan tarihi bir anlaşmaya varmış oldular.
İmzadan sonra, anlaşma metnini Kâzım Karabekir Paşa'ya ve Konya'da ordu komutam olarak bulunan Mersinli Cemal Paşa'ya tellediler. İkisi de verdikleri cevaplarda bunu onayladıklarını bildiriyorlardı. Böylece anlaşma kuzeyden doğuya ve güneye kadar olan bölgeyi kapsamış oluyordu. Cuma namazından sonra, halkın silah altına çağrıldığı ilan edildi.
İstanbul'da Mustafa Kemal'in dostu Mehmet Ali Bey Dahiliye Nazırlığından ayrılmıştı. Yerine geçen Ali Kemal, vilayetlere bir genelge göndererek, Mustafa Kemal, İstanbul'a dönme emrini dinlemediği için, artık kendisiyle bütün resmi ilişkilerin kesilmesini ve emirlerinin dinlenmemesini bildirdi. Böylece, Mustafa Kemal artık Babıâli'nin her an kendisini yakalatmak ya da büsbütün ortadan kaldırmak için teşebbüse geçmesini bekleyebilirdi.
Erzurum Kongresine giderken uğramaya niyetli olduğu Sivas'ta birtakım güçlüklerle karşılaşabileceğini haber almıştı. Amasya'dan bir sabah gizlice, yanına yalnız Rauf Bey'le yaverlerim alarak ayrıldı. Ancak, bir askeri birliğe de kendisini izlemesi ve bağlantıyı kesmemesi için talimat verdi. Amasya boğazından çıkıp, köylülerin ekinlerini biçmeye başladıkları Yeşilırmak vadisinden Tokat'a doğru yollandı. Tokat da Amasya gibi, üzerinde eski bir kale bulunan bir dağ eteğindeydi. Buraya gelince telgrafhaneye el koydu, yola çıktığının Sivas'a henüz bildirilmemiş olduğunu öğrendi. Şehrin ileri gelenlerinden bazılarını toplayarak kendilerine heyecanlı bir demeç verdi. «Savaşmak için topumuz, tüfeğimiz olmayabilir, bu takdirde dişimiz ve tırnağımızla dövüşürüz..» Altı saat uzakta olan Sivas'a gitmek için yola çıkmadan önce, valiye geldiğini bildiren bir telgraf yazdı, ama bunun, hareketinden altı saat sonra çekilmesini söyledi.
Böylece valinin kendisinden erken davranmasını önlemek istiyordu. Çünkü İstanbul hükümetinin emriyle, Sivas'ta onu tutuklamak için bir komplo hazırlanmıştı. Böylece kongrenin yapılması önlenecek, milli hareket daha doğmadan boğulmuş olacaktı. İstanbul bu maksatla, Ali Galip Bey adında eski bir kurmay subayı, sözde Mâmuretülâziz (1) valiliğine atayarak, Sivas'a göndermişti. Ali Galip, şehrin duvarlarına kâğıtiar astırmış, Mustafa Kemal'i, 'hain, asi, tehlikeli adam' ilân etmişti. Vali Reşit Paşa'yı, Dahiliye Nezaretinin emrine uyarak, Kemal'i tevkife zorluyordu.
Vali ve çevresindekiler bu işe pek yanaşmamışlardı. Mustafa Kemal, şehre yaklaştığı sıralarda hâlâ aralarında tartışmaktaydılar.
Yol, yaylaya varmadan önce iki dağ engelini dolaşıyordu. Çamlıbel denilen ikinci geçidin tepesine geldikleri zaman, Mustafa Kemal, bir kaynak başında durarak biraz su içmek istedi. Yanındaki sürücülerden biri ona vermek için bir tasa su doldurmaya başladı. Kemal, ona: 'Dur Baba,' dedi, 'ben elimle içerim.' Adamın adı bundan sonra Dur Baba kaldı.
Son sırtı da geçtikten sonra Mustafa Kemal nihayet yaylanın kuru havasını içine çekebildi. Önünde ve çevresinde, tâ ufuktaki puslu tepelere kadar, kil renginde bir düzlük uzanıyordu. Kemal'in savaş alanı burası olacaktı. Yüzlerce yıl önce Orta Asya steplerinden buraya göç etmiş olan Türklerin yeni kaderi, işte bu 'dünyanın damı'nda kararlaştırılacaktı. Bu kez başka bir büyük nehrin, Kızılırmak'ın kıyılarım izleyerek şehrin dış mahallelerine vardı.
Vali Paşa koşarak kendisini karşılamaya gelmiş, şehre girişini ertelemeye çalışıyordu. Mustafa Kemal nazik bir manevrayla Valiyi, Rauf Bey'in yerine, üstü açık arabasına aldı, yanına oturtarak şehre doğru hareket etti. Bu kez gelişi duyulmuştu. Şehrin kapısında selamlama töreni için dizilmiş askeri bir birlikte, yolun iki yanını dolduran coşkun bir halk topluluğu tarafından karşılandı. Bu karşılanış, kendisini tutuklamak için girişilecek herhangi bir teşebbüsü önlemiş ve Reşit Paşa'nın, pek içten olmamakla birlikte, bundan sonrası için kendisine bağlanmasını sağlamıştı.
Roller değişince Mustafa Kemal, Ali Galip'i yakalattırdı. Karşısına çekerek iyice azarladı, uzun bir söylevle direniş hareketinin ilkelerini açıklayarak, kendisini vatan hainliğiyle damgaladı. Geceleyin Ali Galip, Mustafa Kemal'i bir kez daha ziyaret etmenin kendi hayrına olacağını düşündü. Bu sefer iyi niyetinden söz etmeye başladı. Mustafa Kemal'in dediğine göre, 'bin türlü delille' kendisini görünüşe aldanmaması gerektiğine inandırmaya çalıştı. Ali Galip sözde Sivas'ta Mustafa Kemal'i görüp emri altına girmek için geldiğini ileri sürüyordu. Mustafa Kemal: 'Beni sabaha kadar meşgul etmeyi başarmış olduğunu itiraf etmeliyim,' der.
Ertesi sabah yine eski arabasına atlayarak, doğuya doğru yola çıktı. Yayla üzerinden Erzurum'a doğru, yolda bilgi toplamak ve talimat vermek için durarak, bir hafta sürecek uzun ve yorucu bir yolculuktu bu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder