İslami Türk Devletlerinde Türk idarecileri ahalinin işlerine ve yaşayış tarzlarına doğrudan doğruya müdahale etmedikleri için Türk-İslam devletleri zamanında sosyal durum umumiyetle eski devir görünüşü muhafaza etmişti. Devlet memurlukları çoğunlukta irsîliğe dayanmakta olup, iktidar değişmelerinde dahi çok kere aynı âilede kalıyor, mâlî bakımdan çeşitli eyalet ve merkezlerde, daha ziyade mahallî şartlar ve gelenekler göz önünde tutuluyordu. Şehirlerde, devlette makam sahibi olmanın veya mâlî gücün sağladığı imkânlar dolayısıyla nüfûz kazanan büyük âileler devam ediyordu. Köylerde Dihkan'lar da bu neviden idi.
Nüfûzlu diğer bir zümre de din adamları idi. Bunlar her tarafta yaygın hanefî, şafiî mezhepleri mensupları üzerinde, seyyid'ler ve şerif'ler ise bilhassa Bağdad, Basra ve Bahreyn bölgelerinde kesif şiîler üzerinde çok tesirli bulunuyorlardı. Şehir ve kasabalarda orta ve küçük tüccürlar esnaf, dükkâncı, küçük sanat erbabı, ayrı, ayrı, loncalar teşkil etmişlerdi. Ahali umumiyetle hanefî, şafiî "reis"lerin ve şiîler "nakîb"lerin etrafında toplanmış olup büyük merkezlerde işsiz-güçsüz takımı da kendi aralarında teşkilâtlı halde idiler. Savaş zamanlarında Mutavvia veya Haşer olarak orduya katılan bu sonuncular rind'ler, ayyâr'lar, settâr'lar vb. gibi türlü isimler altında sûfiyâne bir hayat yaşıyorlardı.
Ova, kır, tarlalarda çalışan köylü ise, topraklarının has ve ıkta durumuna göre, devletin himayesinde geçimini sağlamakta idi. Köylüler hukukî yönden şehir ahalisi kadar hür olup, ellerindeki toprakları işliyebildikleri müddetçe veraset yolu ile sahip olduklarından, karın tokluğuna çalıştırılan işçi durumunda değildiler.
Kalabalık Türk kütlelerinin de Orta-Doğu ve Akdeniz bölgesinin sosyal ve iktisadî şartları içinde tedricen köylüleşerek yerleşik tarza yatkınlaştığı Türk-İslâm devletlerinde ev, bahçe, ağıl gibi emlâk özel mülkiyete dahil idi ise de, tarım arazisi ve ormanlar-Bozkır Türk İl'indeki otlak ve yaylaklar gibi-devlet malı idi. Ülke arazisi has, iktâ, harâcî olmak üzere 3'e ayrılmış, saraya ait has'lar dışındaki topraklar, ikta arazisi olarak ordu mensupları arasında bölüştürülmüştü. Buralarda kasabalardan en küçük iskân yerlerine kadar vergiye tâbi nüfus ile, herkesin vergiye matrah teşkil eden varlığı kayıt ve tesbit edilerek, şer'î ve örfî vergiler hâlinde tahsilât yapılırdı. Hâs ve harâcî topraklardan elde edilen para devlet hazinesine yatırılır, iktâ arazisinin vergileri de iktâ sahiplerine ödenirdi.
İkta'larda çalışan "reaya"(köylü çiftçi)dan alınacak vergi nisbeti, bölgesine, istihsal maddesi cinsine ve verim derecesine göre, her yıl Dîvân defterlerinde belirtmek üzere, "Büyük Divân" tarafından tesbit edilirdi. İkta sahipleri bu belirli miktarda vergi ("mâl-i hak") dan fazlasını alamazlardı. Aşırı talepler hâlinde veya reayanın mülküne el uzatıldığı veya âile dokunulmazlığına tecavüz edildiği zamanlar, köylü ve çiftçi "Büyük divân"a ve hattâ doğrudan doğruya sultana şikayet edebilir, ikta sahibinden büsbütün hoşnut değilse başka yere göçebilirdi.
Büyük Selçuklu İmparatorluğu çağında başlamış olduğunu belittiğimiz bu askerî ikta usulü Türk-İslâm topluluklarının askerî olduğu kadar idarî ve hukukî en sağlam temellerinden birini teşkil ediyordu. Anadolu Selçuklu Devleti'nde Moğol istilâsı yüzünden düzen bozulunca ıkta arazilerinin "yurtluk" (mülk) haline getirilmesi, yani "mîrî" toprak rejiminin soysuzlaşması, ordunun dağılmasını sonuçlandırmış, ikta'sız kalan sipahîlerin çıkardığı huzursuzluk devletin çökmesinde başlıca sebeb olmuştur.
Türk-İslâm devletlerinde, bozkırlı Türk'ün köylü kültürüne geçişinde başlıca etkenlerden olan iktisadî duruma gelince, Türkler'in meydana getirdiği siyasî istikrar ve mânevî birlik, kudretli orduların gözcülüğünde işliyen muntazam teşkilât, ticaret yollarının korunması ve kontrol altında tutulmesı, Yakın Doğu-Orta Asya-Doğu Avrupa arasında ve yine Uzak Doğu-Hindistan-Akdeniz limanları-Avrupa arasında mevcut ticarî faaliyeti iyice hızlandırmış, büyük mâlî destek sağlamıştı. Türk devlet ve imparatorluklarında giyim, malzeme, donatım, savaş âletleri bakımındanz tam ve kalabalık orduların çıkarılması, bayramlarda, şenliklerde, düğünlerde, resmî ziyafetlerde kaynaklarımızın işaret ettiği ihtişam ve büyük masraflar refahı ve zenginliği; aynı zamanda halk arasında geçim darlığından doğan bir hareketin bahis konusu edilmemesi iktisadî dengenin varlığını gösterir.
Bu hususlar bastırılan paraların cinsinden de anlaşılmaktadır. Selçuklu İmparatorluğu'nda Tuğrul Bey, Alp Arslan, Melikşah, Sencer altın para bastırmışlar, Kirman Selçuklu Meliki Kavurd'un parası ("Nakd-i Kavurd") 1,5 asır sonra dahi değerini korumuştur.
Erbil'de Gök-börü bile altın para bastırmıştı. Bu yönden Selçuklu devrinin ihtişamlı çağı olan Sultan Melikşah zamanında devlet gelirleri yekûnu çok fazlaydı. Bilhassa Haçlı seferlerinin sarsıntıya uğrattığı Anadolu ve Suriye iktisadiyatının, istilâcı Haçlı ihtirası hızını kestiği tarihlerde canlanması ve Anadolu'nun kıtalar arası transit merkezi olmak bakımından büyük değerini takdir ederek askerî, ticarî siyasetlerini bu esasa göre ayarlayan Selçuklu sultanları sayesinde memleket çok daha güçlü olarak kalkınmış ve Türkiye, mazisinde belki en refahlı devrini yaşamıştır.
Altın para bastıran Sultan Kılıç Arslan II ile yüksek seviyeye ulaştığı görülen iktisadî gelişmeyi geniş imar faaliyetinden ve yazılı vesikalardan başka yurdu baştan başa kaplayan kervansaraylardan da anlamak mümkündür. O tarihte Anadolu nüfusunun büyük çoğunluğunu meydana getiren Türkler ananevî besicilik dışında esnaf, zanaat sâhibi, nakliyeci, işci vb. olarak bütün ekonomi hayatına katılmışlar, bunun neticesinde vaktiyle dar surlar içinde birer kaleden ibaret olan kasabalar büyümüş, genişlemiş ve konya, Amasya, Tokat, Kayseri, Erzurum, Harput, Ankara sahillerde Samsun, Sinop, Antalya, kapalı çarşıları, camileri medreseleri, imârethâne, daruşşifa(hastane) gibi kültürel ve sosyal tesisleri birer merkezî Türk-İslâm şehri halinde yükselmişler, bunlardan Aksaray, Kırşehir, Alâiye(Alanya) ve Türkçe adlar taşıyan diğerleri Türkler tarafından kurulmuşlardır.
Bu Türk-İslâm devletlerinde iktisadî faaliyetin doğrudan doğruya Müslüman Türkler'e intikalinin başka mühim bir sebebi de Abbasî halifesi En-Nâsır Lidinillah'ın rehberliğinde bütün İslâm ülkelerinde kurulmasına çalışılan ve son derece düzenli ve disiplinli olarak yürütülen loncalar tarzındaki Ahîlik teşkilâtıdır. Gayri müslimlere kapalı olan bu teşkilât, müslüman meslek erbabına bir nevi imtiyaz sağladığından, bir yandan Türkler'in şehir iktisadiyatına girmelerini kolaylaştırmış, diğer taraftan çeşitli sanat ve iş kollarında çalışan, fakat loncalar dışında kaldıkları için türlü zorluklarla karşılaşan gayri müslim unsurun kendiliğinden büyük ölçüde islâmlaşmasını sağlamıştır. Çünkü, bilindiği üzere, Anadolu'nun Türkleşmesinde nasıl baskı, göçürme ve öldürme yoksa, islâmlaşmasında da siyasî ve idarî herhangi bir zor kullanma bahis konusu değildir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder