Sabah "Samsun asfaltı"nın trafikli yolunda ısınmaya çalışırken, dilime Yeni Türkü'nün şarkısı takıldı. Gerçi ben, "gecekondu evlerini" şirin bulmam, ama "yollarda olmak" sahiden güzel.
19 Mayıs'taki Engiz köyünde, Akbulut un fabrikasını gezerken, kendimi uluslararası bir sanat bienalinde zannettim. Yukarı-aşağı, ileri-geri çalışan makineler, titreyen, çalkalanan kazanlar, öğütülen buğdaylar, üst üste yığılmış un çuvalları, dev depolardaki çeşit çeşit ürünler... 'İşleyen' mekanizmaları seyretmeyi seviyorum.
Bafra civarında da tütün tarlalarını görünce, aklıma bir zamanların beyaz zemin üzerine 30'ların el yazısıyla yazılmış kırmızı logolu, filtresiz Bafra sigaraları geldi. Geçmişe saygıda kusur etmeyelim diye büfeciden bir Bafra istedim. Büfeci, çırağına, 'Mahmut la, Bafra hala çıkıyi mu?' diye seslenince, içimden, 'ohoo,' dedim, 'buralarda da bilinmiyorsa boşver gitsin.'
Bafra'nın girişindeki taksi durağında da, şoför arkadaşlarla muhabbet ederken, içlerinden birisi, 'birader,' dedi, 'bu Bafra'nın girişi mezarlık, çıkışı cezaevidir, sen en iyisi hiç durmadan devam et.'
Çok formsuz hissediyorum. 19 Mayıs-Bafra arasındaki 3-4 tane birer kilometrelik rampayı aşmakta bile zorlandım. Öğleyin saat ikide Bafra'ya ulaştığımda, neredeyse bir otele girip iki saatliğine uyuyacaktım.
Benim bu Karadeniz'den çektiğim zulüm bitmeyecek!.. Bafra'da dinlenip kendime gelince yeniden yola koyuldum. Bafra'dan Kızılırmak geçiyor. Köprüden geçtikten sonra 1 kilometrelik bir rampa başlıyor. Rampa bir şey değil, ama yola zift dökmüşler, üstüne de bol gevşek, oturmamış mıcır. Sürüş imkansız. İnip, bisikleti itmeye başladım. Bu sefer de gelip geçen kamyonların lastiklerine yapışan taşlar, makineli tüfekten çıkan mermiler gibi kaval kemiklerime, orama burama çarpıyor. Kendimi tarlaların arasına zor attım. Bir süre ne yapacağımı düşündüm. Yapacak herhangi bir şeyim yoktu. Kaskımı taktım, yola devam ettim. 'Burada yol çalışması var, biraz yavaşlayalım,' demeyen arabalar taşları fırlattıkça küfürler ettim, ben küfürler savurdukça onlar taşları savurmaya devam ettiler.
Bisikletçiler yaralanmalara karşı bacaklarındaki kılları traş ederler, bilinir. Ben bisikletçi değil, bisikletli olduğum için öyle bir şey yapmamıştım. 5 kilometre sonra bacaklarıma baktığımda, ziftli kum tanelerinin kılların arasındaki görüntüsüne güleyim mi, ağlayayım mı, bilemedim.
Galiba 1930'larda, Türkiye'de değişik dillere karşı faşistçe bir kampanya başlamış ve bu kampanyanın sloganı da 'vatandaş, türkçe konuş!' olmuş. Şimdi yollarda bana, 'hello! How are you?' filan diyenlere ben de, 'vatandaş, türkçe konuş!' diyorum. Onlar hala, 'where are you from?' demeye devam ediyorlar. Bunlardan bir tanesine şaka olsun diye, 'Kağızman' cevabını verdim. Bizimki arkadaşına döndü, 'göriin mi la Osman , onlarda da Kağızman varmış!' dedi.
Güneş batarken, Yakakent'te genç kızlar, çocuklar, genç erkekler, sahilde bisikletleriyle gelip geçiyorlar. Biz bu kahvede anneleriyle babalarıyla, tavla, okey oynuyor, fotoğraf çekiyoruz. Teoman'ın ilk defa duyduğum bir şarkısı çalıyor. Denizdeki köpüklü dalgaların sesi, orkestrasındaki eksikliği tamamlıyor. Bir çocuk annesinin elinden kurtulup düşüyor. Çocuğu annesinden evvel, bir başka çocuk kaldırıyor. Güneş, batışını geciktirdikçe geciktiriyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder