Mustafa Kemal'in Samsun'da başlayıp, Havza, Amasya, Tokat, Sivas üzerinden Erzurum'a uzanan yolculuğunda, böyle durak yerleri vardır. Onun kaldığı çatılar bugün de bilinir. Hemen hepsi hâlâ ayaktadır. Şimdi biz de, ama biraz önceden başlayarak, onu bu çetin yolculuğunda izleyelim:
Mustafa Kemal'in en tedirgin geçen günleri, İstanbul'dan Samsun'a kadar süren deniz yolculuğu olsa gerektir (1). Onu İstanbul'dan Sinop'a tehlikeler içinde ulaştıran Bandırma vapuruna, Sinop'tan tekrar, ama istemeyerek binmiştir. Çünkü karadan Sinop'tan Samsun'a gidebilmek için, ne yol, ne vasıta vardı. Vapur Samsun'a varabildiği zaman, hem tehlikeler arkada kalmış, hem fırtınalı deniz yatışmıştı. Bandırma vapurundan karaya o zamanki Samsun kayıkçılarının akrobasi hünerlerine hacet kalmadan çıkabildi. Bindiği kayıktan Anadolu karasına o zamanki dar, uzunca iskele dilinde, 19 mayıs 1919 sabahı saat 7'de, puslu bir havada ayak bastı. O sırada Mustafa Kemal 38 yaşındaydı (2).
Samsun'da özel bir karşılama olmadı. Zaten o vakit bir sancak merkezi olan Samsun'da, sancağın idare âmiri olması lâzım gelen bir mutasarrıf yoktu. Yetkili bir askerî kumandan da mevcut değildi (3). İngilizlerin şehirde 200 kişilik işgal kuvvetleri vardı. Pontus eşkıyası ise, sokaklarda kol geziyorlardı. 19-25 mayıs arasında Samsun'da geçen günler, rahat, emniyetli günler değildir. Bunları, ancak düşünmek, havayı koklamak ve Anadolu'da ilk ilişkileri sağlamak için geçen günler olarak saymak yerinde olur. Samsun ne içinden, ne çevresinden, ne de denizden güvenlikteydi. Şehirde ilk temasları da ümit verici olmamıştır. Sona eren savaşın bezginliği ruhlara hâkim görünüyordu. Daha birkaç gün önce (15 mayıs 1919) izmir'in, hem de Yunan kuvvetleri tarafından işgali olayı bu bezgin ruhlara ayrıca bir yıldırım darbesi gibi inmişti. Yunan gemileri Karadeniz'de dolaşıyordu. Samsun çevresi Pontus eşkıyasının elinde gibiydi. Şehrin içindeki 200 İngiliz askerinin varlığı, yerli Rumları şımartıyordu. Samsun'un da, ya daha güçlü işgal birlikleri, yahut da belki İzmir gibi Yunanlılar tarafından işgal edilebileceği söylentileri dolaşıyordu. Samsun'un Türk halk haklı olarak, ruhen bezgin olduğu kadar da, ürkekti. Kasaba ve köylerin bütün gayreti, Pontusçu Rumların saldırılarına karşı kendilerini korumaktan ibaretti. Kaldı ki Merzifon'da da İngiliz askerleri vardı.
Bu hava içinde onun Mıntaka Palas'ta geçen kâbuslu gecelerini tasavvur etmek mümkündür. Gerçi artık Anadolu kara'sındaydı. Ayağı Anadolu toprağındaydı. İstanbul'dayken, Karadeniz yolculuğuna Çıkmadan bir gün önce, hem de İzmir'in işgal edildiği gün, süngülerini karşısındakinin gözlerine sokacaklarmış gibi uzatan eteklikli İskoç askerlerini Taksim Meydanı'nda gördüğü zaman, kendi kendine:
-Birkaç gün daha müsaade, Anadolu'ya bir geçeyim, demişti (4). İşte artık Anadolu'daydı. Ama ne var ki, Samsun ve Merzifon'daki İngiliz askerlerinin kıskacı arasında gibiydi. Hele Samsun'da, denizlerden kimbilir nice tehlikeler gelebilirdi!
Anadolu karasına ayak basışını, en güvendiği arkadaşlarına gene Samsun'dan duyurdu. Erzurum'da XV. Kolordu Kumandanı Kâzım Karabekir'e, Ankara'da XX. Kolordu Kumandanı Ali Fuat Paşaya yazdığı şifreler, onun bu topraklara yalnız kendine verilen dar görev için gelmediğini, kafasındaki niyetleri, üstü kapalı da olsa yansıtır. Meselâ şu telgrafı okuyalım:
"Zate mahsustur.
Samsun
21.V.335 (1919)
Erzurum'da XV. Kolordu Kumandanı Kâzım Karabekir Paşa Hazretlerine,
Ahvali umumiyemizin almakta olduğu vahim şekilden müteessir ve elemliyim. Millet ve memlekete borçlu olduğumuz en son vicdanî vazifemizi yakından ve bir arada çalışarak, en iyi ifa etmek mümkün olacağı kanaati ile bu son memuriyeti kabul ettim. Bir an evvel zatıâlinizle buluşmak arzusundayım. Ancak Samsun ve havalisinin vaziyeti, asayişsizlik yüzünden fena bir akıbete duçar olmak mahiyetindedir. Bu sebeple burada, birkaç gün kalmak zarureti vardır. Bendenizi şimdiden tenvire yarayacak hususlar varsa bildirilmesini rica eder ve gözlerinizden öperim kardeşim".
IX. Ordu Kıtaatı Müfettişi
Fahri Yaver-i Hazreti
Şehriyâri
Mirliva (Tümgeneral)
Mustafa Kemal
Bu telgrafı alan Kâzım Karabekir, "İstiklâl Harbimiz" isimli önemli eserinde şunları yazar:
"Mustafa Kemal Paşanın gelmesinden çok sevindim. Bunu bir aydır bekliyordum. Her gün büyük bir felâketin meydana gelmesi, daima beklenebilirdi. Halbuki bu felâkete karşı millî, askerî göğüs gerebilecek kumandanlarımız hep İstanbul'daydı".
Mustafa Kemal, 25 mayısta Samsun'dan sabahın erken saatlerinde, külüstür bir Mercedes-Benz arabasıyle sessizce ayrılır. Kendisi şoförün yanındadır. Kâzım Dirik'le (sonra Vali, Genel Müfettiş) Albay Dr. İbrahim Tali (sonra Mebus, Genel Müfettiş), Dr. Binbaşı Refik Saydam (sonra Mebus, Vekil, Başvekil) bu arabada yer alırlar. Diğer yolcular başka arabalara dağılırlar. Mercedes-Benz'in sürati saatte 15 kilometreyi aşamaz ve ikide bir pan yapar.
Yolda, Kavak nahiyesinde ve Nahiye Müdürlüğü binasında birkaç saat istirahat eder. Halkla ilk temaslarda bulunur. Nahiye merkezi, ikinci katın ortasında dört direk üstüne alınmış bir çıkıntısı bulunan iki katlı, beyaz, badanalı bir kasaba binasıdır. Havza ise küçük, şirin bir kaplıca kasabasıdır. Mustafa Kemal, Havza'da basit bir otele, Mesudiye Oteli'ne yerleşir. Maiyeti için Ali Osman Ağaların konağı ayrılır, işte bu küçük kasabanın ve bu otelin, onun yolculuğunda önemli yeri vardır. Çünkü o, bu yolculukta, ilk defa Havza'da halkın içine karışır.
Gerçi askerlik hayatında, hepsi de halkın çocukları olan binlerce, onbinlerce askere kumanda etmiştir. Ama asker başka, halk gene başkadır. Askere emredilir. Halkı ise inandırarak kazanmak lâzımdır. Kaldı ki 1919 Anadolusunda, halk bitkindir. Bezgindir. Yıllar yılı ardı arkası kesilmeyen savaşlardan, isyanlardan, karışıklıklardan, eşkıyalıktan bıkmıştır. Yemen'den, Basra'dan Trablus'a, Arnavutluğa, Kürt içlerine kadar yalnız onu, Anadolu ve Rumeli'nin Türk halkını harcamışlardır.
Mustafa Kemal'in Samsun-Havza yolunda ve bindiği hırpani Mercedes-Benz otomobili kimbilir kaçıncı defa bozulunca, yol kenarındaki tarlasında çift süren bir köylüyle konuşması, bu bakımdan ne kadar manâlıdır (5) :
"- Hemşeri! Düşman Samsun'a asker çıkaracak. Belki buraların hepsini ele geçirecek. Sen ise rahat, toprağı sürüyorsun?..
- Paşa, Paşa! Sen ne diyorsun? Biz üç kardaştık. iki de oğul vardı. Yemen'de, Kafkas'ta, Çanakkale'de hepsi elden gitti. Bir ben kaldım. Ben de yarım adamım. Evde 8 öksüz ile yetim, üç dul kalmış kadın var. Hepsi benim sapanımın ucuna bakarlar. Şimdi benim vatanım da, yurdum da, aha şu tarlanın ucu. Düşman ora gelinceye dek benden hayır bekleme..."
Ama ne var ki gene de Anadolu halkına baş vurmak gerekmektedir. Bu iş ise artık, ancak onu kazanmakla olabilir. Mustafa Kemal işte bunun için yola çıkmıştır. Bütün ümidi de, bu yorgun, bu çilekeş halktadır.
Mustafa Kemal'in Havza'daki günleri üzerinde biraz durmalıyız. Çünkü o günler onun çıktığı büyük yolculukta önemli bir duraktır. Hem de yalnız, yıllardır çektiği, daha da çekeceği böbrek hastalığı bakımından, şifalı kaplıcalar ile mümkün olduğu kadar faydalı olması bakımından değil. Daha yukarda işaret ettiğimiz gibi, halk gerçeği ile ilk defa yakından karşılaşması ve gerek İstanbul'a karşı durumunu,'gerek Anadolu ile münasebetlerini şekilleştirmesi bakımından çok önemlidir.
Meselâ 30 Mayıs cuma günü, Havza'daki Yörgüç Paşazade Mustafa Bey Mescidinde, ümitler, hazırlıklarla bir mevlit tertiplenir. Mevlit, İzmir Şehitlerinin ruhuna adanacaktır. Kasabadan, köylerden mümkün olduğu kadar halkın toplanması lâzımdır. Toplanır. Cami, cemaati almaz. Sokaklara taşılır. Ama maksat halkı uyarmak, halkı bir nevi cihada, savaşa çağırmaktır. Bu, Mustafa Kemal'in halk arasına ilk katılışıdır. Ama asıl iş, Ulemadan Sıtkı Hocaya düşecektir. Çünkü o, halkın saydığı, inandığı adamdır. Halk Mustafa Kemal'in değil, Sıtkı Hocanın dilinden anlar. Tertipler alınmıştır. Sıtkı Hoca gelecek ve ilk defa, bu bezgin halka karşı, bir cihat hutbesi okuyacaktır.
Mustafa Kemal de bütün maiyeti ile Mescittedir. Vakit gelir. Cuma namazı kılınır. Sıra mevlide, vaızlara, davete gelir. Ama ortada Sıtkı Hoca yoktur! Bu hava içinde Mustafa Kemal'in içinden geçenleri ve bu hallerde onun, o Rumeli şivesiyle kendi kendine mırıldandığı kelimeleri düşünmek mümkündür. Ama ne var ki daha ilk adımda karşılaşılan bu hayal kırıklığı ile iş bırakılmaz. Halk bu sefer de, Mesudiye Oteli önüne mitinge davet edilir. Ama yalnız halkı toparlamaya çalışmak değil, Sıtkı Hocayı da kazanmak lâzımdır. Çünkü o günkü şartlar içinde söz, biraz da Sıtkı Hocalarındır.
Nitekim o günkü miting şöyle böyle geçer. Ama 12 haziran için yeni bir mitingde Sıtkı Hoca konuşacaktır. Öyle de olur. Halk evvelâ Mescide, sonra Mesudiye Oteli önüne yığılır. Mustafa Kemal mitingi, odasının penceresinden izler. Hatipler sahnededirler. Sıtkı Hoca, kürsüde görülür. Halk Sıtkı Hocanın konuşmalarını; sanki Mescitte va'zını dinler gibi, yahut arkasında namaz kılar gibi bir huşu ve teslimiyet içinde dinler. Kendini ona verir. Ve Hoca neler konuşmaz:
"Yangın saçaklığı sardı. Yanıyoruz! Tek çaremiz, silaha sarılmaktır! Derhal silâhlarınızı temizleyiniz! Silâhı olmayan baltasını, baltası olmayan sağlam bir odunu eline alsın, derhal saldıracağız! önce içimizdeki ekmek bilmez hainleri, sonra da yurdumuzu işgal eden düşmanları temizleyeceğiz!.."
Evet, Sıtkı Hoca kazanılmıştır. Ve Sıtkı Hocaların kazanılması lâzımdır. Çünkü hareket, bir halk hareketi olacaktır. O günlerde Anadolu'da ulema (din bilginleri), meşâyıh (tarikat şeyhleri), eşraf (soydan zenginler), mütehayyizan (şehirlerde halktan seçkin kişiler) memleketin sosyal yapısında halkın önder kişileridirler. Aydınlar ve yarı aydınlar savaşlarda erimişlerdir. Ve bu halk önderlerinin arkasında kalan, ama geleceğin ön plana çıkaracağı, henüz fazla söz sahibi olmayan zayıf bir azınlıktır. Böylece Havza günleri dolgun ve düşündürücü geçer.
Mustafa Kemal, Havza'da halka her şeyi anlatmaya çalışır. Vatanın halini, İstanbul'un, padişahın halini, düşmanların bize biçtikleri esirlik kaftanını, Rum çetelerini, Ermeni askerlerini, aha şurada, şu dağın ardındaki Samsun'da daha şimdiden nöbet tutan İngilizleri birer birer anlatır. Sözleri hep şuraya çıkar:
- Evvel Allah, ama asıl kendimize güvenmekten başka çaremiz yoktur...
Mustafa Kemal'i Havza'da görenlerden, dinleyenlerden bugün hâlâ sağ olanlar vardır. Bunlardan fazla yaşlananların, belleklerini kaybedenlerin, olayları birbirine karıştıranların yanında, hâlâ sıhhatli ve o günün havasını nakledebilenler bulunur. Yürgeçpaşazade Mescidinin sivri kemerli taş kapısından girilince teneffüs edilen loş, durgunca hava ise, tam bir Anadolu mescidi havasıdır. Bu hava insanı, hiç bir sesin, hiç bir gürültünün rahatsız etmediği derin düşüncelere sürükler...
Dokuzuncu Ordu Kıtaatı Müfettişliğinin vazifeleri hakkında talimatname
Tarih Vesikaları dergisi
* * *
Ama bu sefer de İstanbul'daki işgal kuvvetleri tedirgindir, işgal kumandanlığı daha ilk günden Mustafa Kemal'i yadırgamıştır. Ondan şüphelenmiştir.
Daha ilk günlerden, onun geri çağırılması için Harbiye Nezareti'ni tazyike başlar. Meselâ işgal kuvvetlerinin Karadeniz Ordusu Başkumandanı General Milne'in Harbiye Nezareti'ne yazdığı şu satırları okuyalım:
"Mustafa Kemal Paşa ile emrindeki subayların vilâyetlerde dolaşmaları halk efkârını incittiği gibi, askerlik yönünden de Mustafa Kemal Paşa ile emrindekilerin çalışmalarına lüzum görülmediğinden, derhal İstanbul'a çağrılmaları..."
Harbiye Nezareti bu notayı evvelâ, yeni Ordu Müfettişleri tayininin, kendilerinin de muvafakati ile olduğu, Mustafa Kemal Paşanın da bu Ordu Müfettişlerinden bulunduğu gibi, izahlarla cevaplandırmak ve geçiştirmek ister. Fakat İtilâf Kuvvetleri Karargâhı diretir. O sırada Harbiye Nazırı bulunan Şevket Turgut Paşa, Mustafa Kemal'e şu emri vermek zorunda kalır:
"9. Ordu Kıtaatı Müfettişliğine,
8.VI.335 (1919)
Maiyeti âlilerindeki istimbotlardan biri ile buraya teşrifiniz rica olunur".
Gerçi bu emrin ifadesinde bir yasak savma havası vardır. Kaldı ki Mustafa Kemal'in cevabı hiç de uysal değildir:
"Harbiye Nezaretine,
C. 8.VI.335 (1919) şifreye:
9.VI.(1969)
Hareketimin kömür ve benzin yokluğundan dolayı geri bırakıldığını bugünkü telgrafımla arz ve bu maniin giderilmesini istirham eylemiştim. Ancak ne şekilde hareket edeceğimi ona göre tayin etmek üzere davet sebebinin lütfen işarını rica ederim.
9. Ordu Kıtaatı
Müfettişi Mustafa Kemal"
Demek ki Mustafa Kemal, daha Samsun'dayken İstanbul'a arka çevirir. İlk iş olarak, İstanbul'dan beraberinde gelen III. Kolordu Kumandanı Albay Refet Beyi (General Refet Bele) Samsun'a (Canik Sancağına) mutasarrıf tayin eder. Sonra ve daha önce değindiğimiz gibi, 21 mayısta Erzurum'da XV. Kolordu Kumandanı Kâzım Karabekir Paşaya, 23 mayısta Ankara'da XX. Kolordu Kumandanı Ali Fuat Paşaya telgraflar çeker, irtibat kurulmasını ister. Bölgelerin imkânlarına göre de Kars'tan İzmir'e kadar, memleket ahvali, hele Ege'deki işgal durumu hakkında bilgi rica eder. Telgraflarında şu cümle dikkati çekicidir:
"Millet ve memlekete borçlu olduğumuz en son vicdan vazifemizi, yakından, beraber çalışarak en iyi başarmak mümkün olacağı kanaatiyle bu vazifeyi kabul ettim..."
Bu cümle, İstanbul'da Şişli'deki evde konuşulanların bir devamı gibidir. Gerçi orada tam, belirli kararlara, planlara varılmamıştır. Ama ondan istenen, Anadolu'ya gelmesi değil miydi? işte artık Anadolu'dadır.
Trakya'da I. Kolordu Kumandanı Cafer Tayyar Beye, Konya'da I Ordu Müfettişi Mersinli Cemal Paşaya da telgraflar çekilir. Bu sıralarda Ege'de Yunan kuvvetleri İzmir'den başka; Manisa, Kasaba, Urla, Aydın, Bayındır, Tire taraflarını direnişsiz işgal etmişlerdir. Fakat 28 mayısta Ayvalık ve Ödemiş'te düşmana karşı ilk silâhlar patlar. Bunlar mahallî karar ve girişimlerin eseridir. Aynı zamanda, istilâ edilen veya istilâ tehlikesinde bulunan bölgeler halkı arasında da ilk direniş eylemleri görülür. Bazı önderler, çeteler ve direniş kuvvetleri belirmeye başlar. Fakat bunlarla Mustafa Kemal arasında henüz bir bağlantı yoktur.
* * *
KAYNAKLAR
(1) Tek Adam, cilt I.
(2) Bandırma vapuru ile Samsun'a varan Dokuzuncu Ordu Heyetinde şu zatlar vardı:
Üçüncü Kolordu Kumandanlığı için Albay Refet (General Refet Bele), Ordu Kurmay Başkanı Albay Kâzım (Dirik), Yardımcısı Yarbay Mehmet Arif, Şube Müdürü Binbaşı Husrev (Gerede), Topçu Kumandanı Binbaşı Kemal, Ordu Sağlık Bakanı Albay Ibrahjm Tali (Öngören), Yardımcısı Dr. Binbaşı Refik (Saydam), Başyaver Yüzbaşı Cevat Abbas, Kurmay Mülhakı Yüzbaşı Mümtaz, Yüzbaşı İsmail Hakkı, Emir Subayı Yüzbaşı Ali Şevket, Karargâh Komutanı Yüzbaşı Mustafa, Kurmay Başkanlığı Yaveri Üsteğmen Hayati, İaşe Subayı Üsteğmen Abdullah, Refet Beyin Yaveri Üsteğmen Hikmet, Mustafa Kemal'in Yaveri Teğmen Muzaffer, Şifre Kâtibi Faik, Şifre Mülhakı Memduh.
(3) Zaten daha mütarekenin (bırakışmanın) ilk günlerinden başlayarak ordu çözülmüştü. Hatta ordunun en üst görevlileri arasında bile, onu artık lüzumsuz görenler vardı. Meselâ Kâzım Karabekir İstiklâl Harbimiz isimli eserinde şu anısını nakleder. Bu sözler, Kâzım Karabekir'in de bulunduğu salonda, o zamanki Harbiye Nazırı, fakat orduda daima arka planlarda kalmış Mısırlı Ferit Paşa tarafından, Fransız subayı Foulon'a söylenmiştir; Konu, ileride, ordunun mevcudu meselesidir:
Ferit Paşa: "Dedim ya, daha iyi bilmiyorum. Erkânı Harbiye (Genelkurmayı) bilir. Ama, inşaallah, şu ordu derdinden de kurtuluruz da, yalnız jandarmamız kalır..."
(4) Ruşen Eşref Ünaydın, Özleyiş, s. 125. (Ruşen Eşref o sırada Mustafa Kemal'in yanında bulunuyordu).
(5) Havza Kaymakamı Refik Necdet Aktaş'ın derlediği ve yayımladığı notlardan, 20 mayıs 1964-Milliyet.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder