12 Şubat 2007 Pazartesi

Çanakkale Boğazı Nasıl Açılmış.



Denizler mi çekildi yoksa bazı Kara parçaları mı yükseldi. Dağbaşlarında görülen sahil kalıntılarının sırrı zannederim bu yazıda olmalı. 1915 yılında Cephedeki tahsilli askerlerin moral değerlerini yükseltmeye katkı sağlamak maksadıyla YENİ MECMUA bir özel sayı çıkarır. Orada  yer alan bu ilginç makaleyi aynen aldık.


"Anadolu’daki tetebbuatı ile meşhur olan Çihaçef (Tchihatchef) Samsun’un cenubunda sahil depolarını sahilden uzaklara ve yüksek yerlerde görmüşlerdir."



Çanakkale, bu derin ve muavvec boğaz, daha doğrusu bir deniz kolundan ziyade şimal-i şarkiden cenub-i garbiye doğru akan büyük bir nehre benzeyen bu dar geçit, yekdiğerine rabt ettiği denizler ve alemler itibarıyla bütün dünyada emsalsiz bir ehemmiyeti haizdir. Marmara’yı, Avrupa ile Asya arasında uzanan bu güzel deniz gölünü Adalar Denizi’ne birleştiren Çanakkale, iki mühim kıta ile iki büyük dâhil deniz mihverlerinin merkez nukatı üzerinde, şark yollarına hakim ve garb ticaret ve fikir cereyanları için cazib bir merkez-i medeniyet olan İstanbul’un pek emin, pek sağlam bir kilididir. Hele bizim için daha büyük bir kıymet ve ehemmiyeti haiz olduğu, Türk tarihine şanlı sahifeler ilave eden parlak müdâfaası ile de teeyyüd eden bu boğaz, daha uzaklarda bütün cenubî Rusya zengin kara topraklarının ve bütün aşağı Tuna, Dinyester, Dinyeper, Don, Riyon feyizdar havzalarının cenub memleketleri ile ve dolayısıyla açık denizlerle yegane rabtiyesi olmak itibarıyla daha büyük bir kıymet-i siyasiye ve iktisadiye ihraz eyler.

Çanakkale boğazının ve Gelibolu Yarımadası’nın teşekkülat-ı tabiiye ve bünye-i esasiyesi hakkında kafi derecede ilmî tedkîkler henüz yapılmamış olduğu gibi mütehassıslar tarafından gezilip görülmek sûretiyle de bir tavsif-i coğrafîsi kaleme alınmış değildir. Yalnız Çanakkale için değil, bütün Türkiye için mevcud olan bu pek mühim noksanın bir an evvel itmamını temenni etmeliyiz. Çünkü bu tarz tetebbuların temîn edeceği maddi, manevi istifadelerin büyüklüğünü herkes tasdik eder. Vesait ve vesaikdeki bu imkansızlık sebebiyle biz burada şibh-i cezireyi ve Boğazı ancak hutut-i umûmîyesi dâhilinde tavsife ve bugünkü şekiller ve vaziyetlerin husulünde pek büyük tesiri olan vukuat-ı maziyeyi şöylece tahattura çalışacağız.

Tekfur Dağı silsile-i sahiliyesine dar ve az mürtefi Bolayır kademesi ile birleşen Gelibolu Yarımadası, esas itibarıyla Anadolu kitle-i şimaliyesinin bir parçasıdır. Bugün pek ârızî olarak Avrupa kıtasına muttasıl görünen bu yarımada, bütün Biga yarımadası, İmroz, Limni ve Midilli adaları ile birlikte derinliği ancak 200 metreye varan tahtülbahir bir kademe üzerinde bulunmaktadır. Adalar Denizinin en derin yerlerine Boğaz civarında değil, fakat Gelibolu Yarımadasının şimal sahili eteklerinde tesadüf edilmesi ve bu sahili cenub,i garbîye doğru pek iyi temdid eden İmroz ve Limni adalarının da yine garbda büyük derinlikler önünde yükselmeleri bu fikri teyid eden pek ehemmiyetli işaretlerdir.

Görülüyor ki Gelibolu Yarımadası’nı Anadolu sahilinden ayıran hakiki hufreleri ne Çanakkale Boğazında ne de bu istikamette bulabiliyoruz. Bu hufreyi ancak daha şimalde, yarımadanın sahil-i şimalîsi önünde aramak lazım geliyor. Zaten burada sahil, inhidamları ile husule geldiğini gösterecek tarzda ilerlemektedir. Bundan mâada Adalar Denizinin Saros (Muarız) Körfezi ile Selanik Körfezi, İmroz ve Limni adaları ve Kavala sahili arasında kalan kısmında denizin en derin yerlerini teşkîl eden hufreler hep Gelibolu yarımadası şimal sahilinin istikamet-i umûmîyesine muvazi olmak üzere şimal-i şarkîden cenub,i garbîye doğru uzandığı gibi Marmara Denizi’nde de en derin yerler tamamıyla Saros Körfezinin hatt,ı imtidadı üzerinde bulunmaktadır. Hatta İzmit ve Gemlik körfezleri ve bu körfezleri dâhile doğru aynı tarz ve cihette uzatan Sapanca ve İznik gölleri ve evvelce bir ada halinde iken Anadolu sahili ile sonradan irtibat peyda etmiş olan Erdek yarımadası sahilleri ve daha cenubda Edremit Körfezi, istikamet-i umûmîyelerinde, hep aynı mihver-i teşekkül ile alakadar görünmektedirler.

Bütün bunlar bizi bugünkü şekillerin meydana gelmesinde tesirini göstermiş olan umûmî âmillerin vücûdunu taharrîye sevk eder. Diğer cihetten Boğazın her iki cihetinde arazinin yekdiğerini muntazaman takîb eden tabakattan mürekkeb olması ve jeologların her iki tarfta aynı fosiller toplamış olmaları rini muntazaman takîb eden tabakattan mürekkeb olması ve jeologların her iki tarafta aynı fosiller toplamış olmaları da bu irtibat fikrini takviyeye kafidir. Bu irtibat deniz sular1Ůdan hâli olarak tamamızla mevcud oldu  da bu irtibat fikrini takviyeye kafidir. Bu irtibat deniz sularından hâli olarak tamamıyla mevcud olduğu zamanlar bugünkü Çanakkale Boğazı, İstanbul Boğazı için de varid olduğu gibi, bir nehir vadisinden başka bir şey değildi.

Filhakika bugün Boğaz’ın a’makındaki şekillerin tedkîki bize bu hufrenin bir i’tikâl vadisi olduğu hissini verir. Boğaz seviyesi altında 5, 20, 30 kulaç umk gösteren hatların, sahilleri muntazaman takîb etmesi ve 40 kulaçtan fazla derinliğe mâlik olan ve birbirinden ayrı altı parça teşkîl eden yerlerin de bulundukları muhtelif mevkilerde hep sahilin hutut-i umûmîyesine muvazi uzanmaları ve Anadolu sahilinde Saltık Liman civarında denize dökülen Yapıldak Çayı mansabı hizasında tahtülbahir hutut-i mütesaviyül’umkların bir tabi vadi kenarını tanzir edecek şekilde bulunmaları Çanakkale hufresinin eski bir vadi olması ihtimâlini teyid eder. Boğazın muhtelif noktasında yapılan makta’lar bu ihtimâli daha sarih olarak göstermekte ve hemen hepsi bir vadi şeklini haiz bulunmaktadır.

Gelibolu Yarımadası yekdiğeri üzerine mevzû tabakat ve rusubiyeden mürekkebdir. Bu tabakalar ekseriyetle kırmızı kum taşlarından, marenli ve killi şistler ile bunlar arasına karışmış çakıl taşlarından, kumlu marenlerden ve mütekessibe (konglomera)lerden müteşekkil olup bazı yerlerde kalkerlerle mestur bulunmaktadır. Şark-garb istikametinde iltiva peyda etmiş olan bu noktalar şibh-i cezirenin her tarafında tamamıyla mevcud değildir. Kalkerlerin manzur olduğu yerlerde eşkal-ı coğrafiye hususi bir şekil alır. Bu kayalar tesirat-ı hâriciyeye karşı daha mukavim oldukları gibi kabiliyet-i hululiyeleri sebebiyle hâricî cereyanların tenakusuna da sebebiyet verdiklerinden bu cins arazide tepelerin üzeri pek az arızalı ve hafif mevceli bir yayla şeklini gösterir. Bu sûretle adeta musattah kitleler teşkîl eden bu parçaların yamaçları, yine evsaf-ı hükmiyelerinin bir netice-i tabiiyesi olarak, pek sarp ve dik olarak sarkar.

Fakat kalkerlerin, daha kuvvetli tereffülere uğradıkları için daha şiddetli i’tikallerle tamamıyla ortadan kaldırılmış oldukları yerlerde, bahusus iltivaların müsaid zeminler hazırladığı nukatta altındaki daha az mukavim tabakalar meydana çıkmış ve bu vechile pek fazla genişlikleri ile nazar-ı dikkati celb eden vadiler tesis etmiş ve cidarlarda ahenkdar şekiller husule gelmiştir.

Bu kadar geniş vadileri, bu kadar hafif meyilli sırtları hazırlamak ve eşkalde bu kadar muntazam temevvücler çizebilmek için fi’l-i i’tikâlin uzun asırlar zarfında “tekamül” ve “şeyhuhet” devrelerine kadar ilerlemiş olması lazım gelir. Yalnız bu uhtiyar şekiller ortasında sert hatlara, kuvvetli meyillere ve geniş vadiler içinde yeniden derin izler açmış olan azmaklara da tesadüf ediliyor. Bu gençlik emareleri, eşkal-i topografiyenin tekemmülünde yeni bir safha açan bazı hâdiselerin husule geldiğini ve binnetice devre-i i’tikalin yeniden “devre-i şebab”a döndüğünü gösterir. Bu hâdiseler nehirlerin müntehi olduğu tesviye satıhlarında –denizlerde ve tabi nehirler için mülteka satıhlarında- vukua gelen bir tebeddüle ait olabilir.

Bu tarz tebeddülatın Gelibolu Yarımadası’nda nakikaten vuku bulmuş olduğunu gösteren pek çok işaretler bulunmuştur. Şibh-i cezirede ekser-i nehirlerin vadisinde seviye-i bahirden 70-100 metre irtifaında mevadd-ı elhakiyyeden mürekkeb bir takım teraseler, sedler görülmüştür.

Bunlar bize evvelce bu nehirlerin 70-100 metre irtifaında akmış olduklarını, bilahare müntehi oldukları deniz seviyesinde husule gelen bir tebeddül neticesi olarak yeniden faâliyete girmek sûretiyle vadilerinin amudî kazıntısını daha kuvvetle ilerlettiklerini ve aski lahiklerin yüksekte bırakarak şimdiki seviyeye inmiş olduklarını gösterir. Nehirlerin teşekkül etmek üzere olan makta-ı muvazenetlerini bozarak, onlara yeni bir faâliyet devresi açan böyle bir tebeddül, ya deniz seviyesinin alçalmasını mûcib olan bir inhidam hareketinin veya yine aynı neticeyi verecek olan bir karalar tereffü’ünün zuhuruyla husule gelebilir. Burada hâdisenin tereffü şeklinde zahir olduğuna şübhe edilemez. Çünkü bunu teyid eden deliller vardır. Şöyle ki: Gelibolu Yarımadası’nda yüksek yerlerde nehirlerin terk etmiş oldukları lahkî teraselerden mâada sahillere ait teşekkülat ve bekayaya, çakıl taşlarına, hayvanat-ı bahriye kavka’alarına da seviye-i bahirden muhtelif irtifalarda tesadüf edilmektedir. 1857’de İngiliz erkan-ı bahriyesinden Spratt, Maydos’un şimalinde denizden 12 metre irtifaında istiridyelere karışık yeni bir sahil deposu bulmuştu. Daha sonraları Gelibolu Yarımadası’nda ilmî tedkîkat icra eden Calvert, Neumayr da bu mütalaatı tasdik etmişler, hatta bu depolar arasında, vaktiyle buraları deniz kenarını teşkîl etmekte iken bu havalide insanların yaşamış olduğuna kat’i bir bürhan olmak üzere, çakmak taşından yapılmış bir bıçak bile bulmuşlardı.


Bu keşif bize bir tereffü hâdisesinin nisbeten yeni olduğunu ve Çanakkale Boğazı’nın geçirmiş olduğu son safha-i inkılaba kablettarih yaşayan insanların da şahid olduklarını gösterir. Zaten bu tarz bekayaya Karadeniz sahillerinin muhtelif nukatında da tesadüf edilmiştir. Şu halde bu bati tereffü hâdisesinin bütün Anadolu kitle-i şimaliyesi ve bütün Karadeniz sahilleri için vaki olan umûmî bir hareket olmak üzere telakkisi lazım gelir. Abis (Abich) Kerç Boğazında ve Taman Yarımadasında ve Anadolu’daki tetebbuatı ile meşhur olan Çihaçef (Tchihatchef) Samsun’un cenubunda sahil depolarını sahilden uzaklara ve yüksek yerlerde görmüşlerdir. Bu bekayanın ufku tabakalar halinde ve cüz’î tehalüf ile daima aynı irtifalarda görülmesi bu eski sahil depolarını yükselten tereffüleri bu havalide umûmî bir hareket şeklinde vuku bulmuş olduğunu daha kat’i bir sûrette isbat eder. Geçen sene Çanakkale’de tedkîkat-ı jeolojiyede bulunmuş olan Walter Penk Bey de Kilya ve Maydos arazi-i münhattasında 70-100 metre irtifaına kadar istiridye kuka’aları görmüştür.

İşte vaktiyle bütün şibh-i cezire daha alçak bir sevide ve şimdi seviye-i bahirden yükseklerde kalan yerler deniz kenarını teşkîl etmekte iken nehirlerde daha yüksek bir seviyede akmakta ve o zamanlar şimdikinden daha çok yüksek arızalı olması lazım gelen zirveleri tahrîb ederek sürükledikleri döküntüleri mecralarının tarafeynine yaymakta idi. Arazinin hey’et-i umûmîyesiyle tereffüü sahil bekayasının yükseklerde kalmasını mûcib olduğu gibi tesviye satıhlarından uzak kalan nehirleri de yeniden faâliyet kesb etmeye mecbûr etmişti.

Diğer cihetten deniz bekayasına yalnız yarımadanın hâric cebhelerinde tesadüf edilerek bunların bazı vadiler içerisinde tesadüf edilmeyerek bunların bazı vadiler içerisinde ve denizden çok uzak mesafelerde dahi görülmesi bizi buraların da vaktiyle deniz sularıyla mestur kalmış olduğunu, binâenaleyh Marmara Denizi’ni Akdeniz’e birleştiren Boğaz’ın her vakit şimdiki mecrasını takîb etmemiş olduğunu tasavvur etmeye sevk eder.

Bugün bizim için pek hayatî bir ehemmiyet alan Çanakkale Boğazı şekl-i hazırını acaba nasıl iktisab eylemiştir? Marmara’yı Akdeniz’e birleştiren geçit bugünkü şekil ve şeraitinde husule gelmiş olmasaydı, mesela bu iki deniz birbirine daha geniş ve daha serbest bir tarik ile birleşseydi, tabii Marmara’nın, İstanbul Boğazı’nın Karadeniz’in hükmî, uzvî, ictimaî ve siyasî şerait-i hazırası büsbütün başka şekiller altında tecelli edecekti. Payitahtımızın emniyet ve selametini temîn eden bu kuvvetli kelidin ne gibi hadisat-ı tabiiye neticesinde bugünkü şeklini almış olduğunu araştırmak merak ve tecessüs ile takîb edilecek bir mes’eledir.

Yüzbinlerce sene evvel bugünkü Bahr-i Sefid çok vasi idi. Bir aralık Karadeniz’le ve Bahr-i Hazer’le muttasıl olan bu deniz sonraları ufalmış, Karadeniz bir göl ve bataklık haline gelmiş ve iki denizin eski irtibatından bir eser kalmamıştı. Fakat Akdeniz şimdiki Adalar Denizini henüz teşkîl etmemişti. Bu denizin bulunduğu yerde bir kara parçası garbî Anadolu’yu Balkan Yarımadasına birleştiriyordu. Bu kitlenin şimalinde Gelibolu Yarımadası’nın, Çanakkale Boğazının, bir kısım Anadolu’nun, Trakya’nın ve Marmara Denizi’nin bulunduğu sahayı sular kaplayıverdi. Daha uzaklarda bulunan karalardan gelen nehirlerin getirdikleri döküntüler yavaş yavaş bu denizde teressüb ediyor ve o devirlerde yaşayan hayvanat bekayası da bu teressübler arasında kalıyordu. Bu deniz bazen derin bir deniz haline gelmiş, bazen sular çekilerek bataklıklar teşekkül etmiş ve teressübat ve uzviyatın eşkal ve evsafı bu şeraite göre mütemadiyen değişmişti. Sonraları sular buradan da çekilmiş, bu rusubî tabakat ufkiyetlerini muhafaza etmek üzere yükselmişler, üzerlerinde meyl-i umûmîye göre istikamet alan “lazım nehirler”  teessüs etmi_Ġve bunlar kendilerine vadiler oymaya ba_Ŭam1şŴ1Į Fakat bu sükun devresini takîb eden bir buhran devresinde _ũddetli iltivalar ve in_ũkaklar olmu_Ġve bunlar araziyi birçok yerlerde teessüs etmiş ve bunlar kendilerine vadiler oymaya başlamıştı. Fakat bu sükun devresini takîb eden bir buhran devresinde şiddetli iltivalar ve inşikaklar olmuş ve bunlar araziyi birçok yerlerde i’tikallere müstaid ve müsaid bir şekle sokmuştu. Aradan yine binlerce seneler geçtikten sonra cenubda Adalar Denizi’nin bulunduğu yeri işgal eden kara parçası yavaş yavaş parçalandı; Akdeniz tedricî sûrette şimale doğru ilerledi. Deniz evvela Milo, Rodos ve İstanköy adaları istikametine kadar sokuldu. İkinci bir çöküntü suları Sıklad Adaları arasına celb etti. Çok sonra bu eski kıtanın kısm-ı mütebakisi de çökerek Bahr-i Sefid şimale doğru ilerledi ve Karadeniz ile irtibat peyda etti. Fakat bu şiddetli inhidamlar arasında Anadolu kitlesinin münteha-yi şimalîsi tedricî fakat sürekli bir hareket-i tereffüiye göstermişti. Bu inhidamları müteâkib Adalar Denizi Marmara Denizi’yle Bolayır Boğazı vâsıtasıyla irtibat peyda eylemişti.

 Şimdiki Çanakkale mahrecini teşkîl eden i’tikal vadisi henüz sular altında bulunuyor, yalnız bu pek geniş BolayırBoğazının cenubunda ve Anadolu sahili önünde bir takım küçük adalar sıralanıyordu. (Şekil 6). Tereffü devam ettikçe, şimdiki Gelibolu Yarımadası’nın en yüksek tepelerini teşkîl eden bu adacıkları sular altında birbirine birleştiren kademeler deniz seviyesinden hâricde kalarak adalar yekdiğeriyle ittisal peyda ediyordu. Nihâyet tereffülerle Bolayır sırtları tamamıyla sulardan dışarıya çıkarak burada iki denizin rabıtası kesildi ve Akdeniz’in tuzlu suları adalar arasındaki üç koldan Marmara’ya geçmeye başladı. Bu mahreclerden biri Maydos’dan. Biri Kilya limanından geçiyordu.

Şimdi bu iki mevki arasında yükselen Kakmatepe o zaman küçük bir adadan ibâretti. Üçüncü mahrec şimdiki boğazdı. Lakin mütemadiyen tereffüler devam ediyor, mütemadiyen adalar arasını ayıran az derin yerler sulardan hâricde kalarak dağınık parçaları birbirine rabt ediyor, büyük münhaniler çevirerek ilerleyen sahil hatları arasındaki körfezleri, buraya dökülen nehirler lahıklarıyla, deniz dalgaları burunlara yığdıkları kordonlarıyla mütemadiyen dolduruyor ve mütemadiyen iki deniz arasındaki kolların adedi azalarak bütün sular yalnız bir koldan, şimdiki mahrecden geçmeye mecbûr oluyor, bu sûretle cereyanın şiddet ve kuvveti pek arttığı cihetle boğazı a’makta tahrîb ediyordu.İşte tereffü kuvvetinin aksine çalışan bu i’tikal tesirleri sayesindedir ki boğazın ka(rı mütemadiyen yontulmuş ve iki deniz arasındaki irtibat temîn edilebilmiştir. Görülüyor ki evvela iltivaların, sonra i’tikaller, inhidamlar ve inşikaklarla tereffülerin hazırlamış olduğu bugünkü eşkalin husul ve idâmesinde deniz cereyanlarının büyük bir vazîfesi vardır. Karadeniz’in nisbeten tatlı suları satıhtan mütemadiyen İstanbul Boğazı, Marmara Denizi ve Çanakkale Boğazı vâsıtasıyla Adalar Denizi’ne akmamış ve bilmukabele Akdeniz’in tuzlu ve ağır suları bu cereyanın altından aksi istikamete Karadeniz’e doğru şiddetle geçmemiş olsaydı, bu kuvvetli cereyan i’tikalleri mevcud olmayacak ve tereffülerin temadisi halinde denizler arasındaki irtibatın inkıta’ı da mümkün olabilecek ve bugünkü Boğaz’ın birini işgal edecek olan birberzah Marmara Denizi’ni ve Karadeniz’i her taraftan kapalı büyük göller haline getirecekti.

Dârülfünun müderrislerinden
FAİK SABRİ

ÇANAKKALE
5-18 MART 331/1915
YENİ MECMUA’NIN FEVKALADE NÜSHASI

Yayına Hazırlayan
Prof. Dr. Mehmet KANAR

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder