Eminim fark ettiniz, bu dünyanın bütün güzel kentlerinin içinden bir nehir akar. Ve üstlerinde köprüler iki yakayı birbirine bağlar. Köprüler. . . Köprüler. . . Köprüler. . .
Mostar’dan Prag’a, Floransa’dan İstanbul’a, Budapeşte’den Paris’e,Toledo’ya, Venedik’ten taa Kahire’ye.
Üstlerinde durduğum, akıp giden suya baktığım köprüler. Tam ortalarında durup iki tarafını da sevdiğim köprüler.
Köprüler. . .
Bazıları sadece kendine ait. İki yanındaki kente değil, kendine tutunur sanki kolları. Kenti bağlamaktan öte görevleri.
İşte, üstündeki heykelleriyle sanat galerilerini andıran bir Prag köprüsü. Vltava Nehrini bağlamak değildir de, mermer heykellerine ev sahipliği yapmaktır, var oluş nedeni.
Ya da zengin Floransalı kuyumcuları barındıran ışıklı dükkânlarıyla “Ponte Vecchio” , Arnaud nehrinin kibirli ortağı. Ya da Tuna’nın üzerinde, bir kraliçeye yaraşır haşmetiyle duran “Elizabeth Köprüsü”.
Venedik’te suların büyülü başkentinde, köprüler, köprüden öte anlamlar taşır. Daha kentin girişinde yakalar sizi, acıklı öyküsüyle ve gizemli ismiyle.
“Gözyaşı Köprüsü”.
Bir kolu, Dükler Sarayındadır, diğer kolu hapishanede. Suçluları ölüme taşır, üstündeki küçük pencerede belki bir an bir yüz yansır. Dışarda mahkûmun ailesi o pencereye bakmaktadır, ölüme gideni son bir kez daha görebilmek umuduyla. Bu yüzden yüzyıllardır “Gözyaşı Köprüsü” der ona Venedikliler. Zaten her köprü, ayrı bir öyküdür Venedik’te.
Sadece Venedik’te değil, bütün kentlerin bütün köprülerinde, altlarından su akar , üstlerinden öyküler akar. Köprünün kendi öyküsüyle, insanların öyküleri birbirine karışır; birbirine benzer. Su hep akar da, eğer bir gün öyküler durursa, işte o zaman kötüdür işler. Çünkü o zaman, yine kötülük işbaşında demektir. Savaş ve düşmanlık, lânetli bombalar, dinamit lokumları, tanklar ve tüfekler. İlk bomba hep köprüleredir çünkü. Kenti başka kentlere, insanı başka insanlara bağlayan köprülere.
II. Dünya Savaşında, “Kuvai Köprüsü” yıkılır gider, ama şarkısı kalır.
“Mostar Köprüsü”nün ağır taşları, bombalarla suya gömülür.
Kente adını veren Mostar Köprüsü ki, bilirsiniz, Balkan dillerinde “köprü” demektir “Most”.
Osmanlı’nın görkemli eseri. Mimar Sinan’ın dehası ,
Balkan coğrafyasının sembolü, Mostar Köprüsü bu gün yeniden var. O; koca ordunun Tuna kıyılarında noktalanacak uzun yürüyüşünün ilk adımlarından biriydi. Köprünün, yuvarlak ve yumuşak hatları, iki dinin, iki dilin, bu topraklarda, beş yüz yıl sürecek dostluğunu, hoşgörüyü ve sevgiyi hatırlatırdı. Artık yok. Birkaç yıl önceki Bosna savaşında sulara ve tarihe gömüldü Mostar’ın taşları.
Ama iki kıtanın öpüştüğü o muazzam coğrafyada, bu Mayıs sabahında mor erguvanlarla süslü yeşil şalını omzuna almış mavi yüzlü Boğaziçi’nde, onun ak pak göğsünde hâlâ iki sıra inci kolye var.
“Boğaz Köprüleri”.
Canım Boğaz Köprüleri. Bir nehrin değil, bir denizin kıyılarını, bir şehri değil, kıtaları birbirine bağlayan. Boğaz Köprüleri.
Ceneviz’den,Doğu Roma’ya, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e uzanan bir tarihin üstünde yükselen, teknolojinin etkileyici eseri. Üstünden geçmek, harikulade bir serüven Aşağıya bakmak, bitmesin istediğiniz bir rüya. Boğazın üstünde, köprünün üstünde olmak...Gökyüzünde olmak ve sadece sizin için açılan bir pencereden yeryüzüne bakmaktır. Dünyanın en güzel kentine, onun su içindeki evlerine, iki denizin ve farklı iki dünyanın burada buluşmasına bakmaktır.
Sadece çelikten ve betondan yapılmış şeyler değildir, İstanbul’un Boğaz Köprüleri. Adeta tanrısal bir şeyler de katılmıştır onların harcına, temeline, taşına, betonuna. “Dört nala gelip Uzak Asya’dan Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan” Anadolu’nun ve Anadolu insanının kıpır kıpır ruhundan bir şeyler vardır görüntüsünde.
“Uçtuk Mohaç ufkunda görünmek hevesiyle /Canlandı o meşhur ova, at kişnemesiyle”, diyen şairin coşkusundan bir şeyler dokunur yüzünüze. Sadece Boğaz’ın köprüleri değildir onlar. Doğunun batıya, batının doğuya açılan köprüleridir. Anadolu’dan geçen bütün uygarlıkların tozu uçuşur üstlerinde. O Anadolu ki , orada görürsünüz; eskiyle yeninin, tevekkülle isyanın, bilge bir sükûnetle, çılgın bir koşunun eşsiz uyumunu.O Anadolu ki , Asya ile Avrupa’yı bağlayan bir köprü olur da, en batıda Edirne’de, Kırklareli’nde sisin içinde uzayıp gider, “Meriç’in Köprüleri”yle.
Sanki hâlâ Balkanlar’ı özler “Meriç’in Köprüleri” çoktan yitirilmiş, bir rüyayı özler gibi. Edirne’de “Meriç Köprüsü”dür adı, Kırklareli’nde “Uzun Köprü”. Rüyalıdır, ince, uzun ve hülyalıdır “Meriç’in Köprüleri”.
İstanbul’un Yıldız Parkında, Belgrad Ormanında koyu yeşilin içinde bir hayalet gibi, bir görünür bir kaybolur eskimiş tahta köprüler. Altı yüz yıllık bir cihan imparatorluğunun ağırbaşlı sadeliğini anımsatarak. Oysaki, Kuzey’de , Karadeniz ormanlarında, sanki, asırlardır hiç bir şey değişmemiş gibi durmaktadırlar. Denize koşan irili ufaklı akarsuların üstünde, solgun bir saltanat tacı gibi zamana direnerek hâlâ durur eski ve yaşlı köprüler.
Hopa’da, Bolu’da, Çaykara’da,Rize’de. Hele de, Fırtına Deresinde. Anadolu’nun özetidir Anadolu’nun taş köprüleri. Hem mütevazıdirler hem de alabildiğine mağrur, Aynı zamanda hem soyludurlar hem alçakgönüllü. Çoğunun adı sadece “Taş Köprü” dür ve akıp giden suya bir “hilal” gibi yansır görüntüleri. Antalya’nın “Köprülüçay”, Uşak’ın “Çlandras” ve Ihlara’nın ve Afyon’un köprüleri. Sadece “Taş Köprü”dür adları.
Sonra Kızılırmak.
Adı ırmaktır ya, onun köpüren, kabaran hışmına sadece barajlar gem vurabilir. “Allı pullu Anadolu gelinleri” ise, onun hiddetine mütevekkil boyun eğerler ve acılı türküler yakarlar ardından.
“Köprüden geçerken köprü yıkıldı,
Beş yüz atlı birden suya döküldü
Koç yiğidin evde beli büküldü
Kızılırmak n’ittin allı pullu gelini ”
Van’da “Hoşap , Mardin’de “Hasankeyf”, Aydın’da “İnce”, Antalya’da “Aspendos” Köprüleri. 2.200 km . karelik koca Anadolu’da farklı iklimlerin farklı köprüleridir onlar, ama hepsi de, bir “kral yolu” görkemiyle ve bir eski zaman hükümdarının soylu tavrıyla yol verirler gelip geçene.
“Malabadi”nin ağır taşları, Hititler’den Selçuklu’ya doğru uzanan bir gizemi saklar. Adana’da Seyhan üzerindeki “Kuru Köprü”de, havaya karışan, pamuğun ve alın terinin kokusudur.
İstanbul’da,Haliç ‘te, “Galata Köprüsü”nde de duyarsınız aynı kokuyu. Şimdilerde, eski görkemini yitirse de, bir kenarda emeklilik yalnızlığını yaşasa da, hepimizin aklının bir köşesinde durur, arabesk desenli parmaklıkları. Zaman zaman eski filmlerde bir görünür bir kaybolur “Galata Köprüsü.” Öte yanda, İstanbul’un beki de en güzel köprüsüdür “Büyük Çekmece Köprüsü”.
Demirin ve taşın eşsiz uyumudur. Taşın, akan suya ve yüzyıllara hâkimiyetidir. Ama bu satırların yazarı için köprülerin sultanı bir başka Taş Köprü’dür elbet. Öteki adıyla “Kamen Most”. Balkan toprağında, Makedonya’da, Üsküp’te. Vardar nehrinin üstünde.Kalın kemerli ayaklarıyla, nehri mağrur kesen, harcına mimarının karısının kanının karıştığı söylenen, müthiş siluetiyle içimi ürperten Taş Köprü. Bunca sene sonra hâlâ , gözlerimin önünde duran, Vardar’ın Taş Köprüsü. . .
Kentin yoksul müslüman mahallelerini geniş bulvarlara, ışıklı meydanlara bağlayan 15. Yüzyıl Osmanlı eseri. Bir rüyadan arta kalmanın hüznü içinde, ovanın yeşili ile, göğün mavisi arasında sessiz akan Vardar’ın yaşlı köprüsüdür Taş Köprü. Parke taşlarının üstünde ufak tefek şeyler satar, işportacılar. Bir ucu eski Türk çarşısına, diğer ucu, kentin modern meydanına açılır.
Geçerim köprüden .
Adımlarım beni sağ kaldırımdaki tatlıcıya götürür... Tabelasında “Patiesseria” değil, gerçekten “Tatlıcı” yazar. Eski çarşının insanları, altıncılar, saraçlar, kunduracılar, küçük zanaatkarlar. Evet, onlar da birer köprüdür bu çok kültürlü toplumda. Balkanların, Bulgaristan’ın, Makedonya’nın,Romanya’nın Türk azınlıkları, Avustralya’nın Türk yurttaşları... Kültür köprüleri iki dünyanın. Kalpleri burada, kendileri orada, bir köprüdür varlıkları.
Bir yazı da bir köprüdür.
Her yazı bir köprüdür. Dünden bu güne, şimdiden yarınlara uzanacak tek köprüdür “yazı”.Kimi yazı bir “şah eser”dir, görkemle uzanır yarınlara. Kimi yazı, bir güçlü bağdır, insandan insana. Ama her yazı bir köprüdür, belki de hiç bakmadıklarımızı görmeye. Zamanın tozunu üfleyip düne bakmaya.
/Çiğdem ÜLKER
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder