Direniş Hazırlıkları
(…)
Samsun'da görevli İngiliz komutanı, Yunanlıların bağımsız bir Pontus krallığı kurmak hülyasını güttükleri bu bölgedeki durumu açıklayan bir rapor göndermişti. Yüksek Mütareke Komisyonu bu raporu, Damat Ferit Paşa'ya ileterek hükümetin Rum köylerini Türk tecavüzünden korumak, kanun ve düzeni yeniden kurmak için derhal önlem alması dileğinde bulundu. Komisyonun düşüncesine göre bu bir insanlık göreviydi. Hükümet bunu yapmazsa, işgal kuvvetleri duruma el atmak zorunda kalacaklardı. (…)
Mehmet Ali Bey, İngilizlerin raporundan durumun artık İstanbul'dan denetimine olanak kalmadığı gibi, yerel makamların da bununla başa çıkacak güçte olmadıklarının anlaşıldığını söyledi. Ona kalırsa, tek çözüm yolu, hükümetin kendisine güvenebileceği genç ve enerjik bir subayı Samsun'a göndermekti. Görevi, askeri ve idari unsurları, kanun ve düzeni sağlayabilecek güçlü bir yönetim altında toplamak ve böylece İngilizlere güvenlik vermek olacaktı. Ferit Paşa bu işi yapabilecek bir subay göstermesini isteyince, Mehmet Ali Bey, Mustafa Kemal'i öne sürdü.(…)
Mustafa Kemal, sadece Samsun dolaylarında Rumlara karşı koyan Türkleri cezalandırmakla kalmayacak, yakınlarında bulunan çeşitli milliyetçi kuruluşları da dağıtmakla görevlendirilecekti. (…)
Başbaşa, Mustafa Kemal'e geniş bir çalışma alanı sağlayacak birtakım yetkiler uydurmaya koyuldular. Bu bir 'müfettişlik' görevi olacaktı. Asıl önemli nokta, kendisine geniş bir yetki sağlayabilmekti. Bütün Anadolu'ya emir verebilecek durumda olmalıydı. İki madde daha eklemek gerekiyordu: Samsun'un doğusundaki birliklere de komuta edebilmesi ve taşradaki valilere duyuruda bulunabilmesi için.(…)
Mustafa Kemal, Samsun için planlarını yaparken, Lloyd George'la Venizelos da İzmir'le Batı Anadolu'da girişecekleri harekâtı tasarlamaktaydılar.
O sırada Mr. Balfourun yerine İngiliz Dışişlerine bakan Lord Curzon, Türkiye'deki durumu artan bir endişeyle izliyordu. Mart sonlarına doğru kabineye verdiği muhtırada barış konferansının gecikmesi ve müttefiklerdeki galibiyet azminin azalması yüzünden, Türklerde direnme duygusunun canlanması tehlikesine işaret etmişti. 'Eski rejimi hortlatmayı uman ihtiyar Türkle, mümkün olsa zaferimizin ganimetlerini elimizden kapıp kaçmak isteyen genç Türk… (…)
İstanbul’da Son Gece
Mustafa Kemal, İstanbul'daki son gecesini Beşiktaş'taki evde annesi ve kız kardeşiyle beraber geçirdi. Zübeyde Hanımın yatağının başucunda bir sininin çevresinde bağdaş kurup oturdular. Kendilerine, nereye olduğunu bildirmeden 'çok önemli bir görevle' derhal yola çıkmak üzere olduğunu söyledi. Haber almalarına kadar birkaç gün geçecekti. İşi başarabilmesi için kafasının rahat olması gerekiyordu. Ne onlar kendisi için üzülmeli; ne de o, onların üzüntülerini kendisine tasa etmeliydi. Bankaya para bırakmıştı, ihtiyaçları oldukça ya kendi mühürleriyle ya da onun mührüyle çekebilirlerdi.
Zübeyde Hanım haberi duyunca fenalık geçirdi. Sonra sağlığına ve başarısına dua etti. Makbule, şaşkınlığını gizleyemedi. Eskiden savaşa giderdi, çarpıştığını bilirlerdi. Ancak bu sefer nereye, ne yapmaya gittiğini kestirmek zordu. Kemal, son kez vedalaşmak için Şişli'ye geldi. Kemal gittikten sonra da Makbule'yi teselli ederek bir asker kardeşi olarak hiçbir zaman gözyaşı dökmemesini, yabancıların önünde kederini ortaya vurmamasını tembih etti. Sonra oturarak, belki de günlerce, onun sağ salim gideceği yere vardığını kendilerine bildirecek olan telefonun çalmasını beklemeye başladılar.
Bir Yunanlıdan satın alınmış İngiliz yapısı küçük bir şilep olan Bandırma, rıhtıma yanaşmış bekliyordu. Rauf Bey Mustafa Kemal'i rıhtıma kadar geçirdi, ama uğurlamaya gelecek olan Mehmet Ali Bey, ikisini bir arada görmesin diye, çabuk ayrıldı. Kendisi de bir hafta sonra birkaç arkadaşıyla birlikte gizlice yola çıkacaktı. Kafileye son dakikada katılan Refet Bey'in vizesi yoktu. Ancak o böyle şeylere aldırmayacak kadar becerikli bir subaydı. Ağabeysinin kendisi için satın almış olduğu bir düzine atı, vapura yüklemek bahanesiyle, rütbe işaretlerini çıkararak içeriye girdi.'Vapur Boğaz'dan çıkıncaya kadar atların arasında saklı kaldı.
Bandırma, 16 Mayıs akşamı yola çıktı. Mustafa Kemal, İngilizlerin vapuru yolda batırmaya, ya da kendisini yakalamaya kalkışmalarından çekiniyordu. Rauf bu düşüncede olmadığını söylemişti. İngilizlerin böyle bir niyeti olsa kendisini yola çıkmadan alıkoyarlardı. Refet Bey de korkusunun boş olduğunu söylüyordu. Ancak, Mustafa Kemal işi rastlantıya bırakmak niyetinde değildi. Bindikleri vapur, açık denize dayanacak bir tekneye benzemiyordu, pusulası bozuktu, süvarisi de pek usta görünmüyordu. Mustafa Kemal ona rotasını değiştirmesini ve kıyıya yakın gitmesini emretti. Böylece bir düşman gemisi yollarını kesecek olursa kendilerini çabucak karaya atabilirlerdi.
Bu arada İngilizler, Mustafa Kemal'in bu yakın zamanda yola çıkışının arkasından neler gelebileceğini nihayet anlar gibi olmuşlardı. Yüksek Komisyonda ataşemiliter olarak bulunan Wyndham Deedes,(5) geceyarısı Babıâli'ye, Sadrazamı uyarmaya koştu. Ancak, Ferit Paşa koltuğunun arkasına yaslandı. İki parmağının ucunu şaklatarak yavaşça, 'Çok geç kaldınız, ekselans,' dedi. 'Kuş uçtu bile.'
Buna rağmen İngilizler, vapuru yakalamaya kalkışmadılar. Bandırma, 19 Mayıs 1919'da fırtınalı bir havada Samsun limanına demir attı.(6)
M.Kemal Samsun’da
Yeni genel müfettişi ve maiyetini karaya çıkarmak için kıyıdan kayıklar geldi. Mustafa Kemal, küçük limanda rıhtım işi gören derme çatma tahta iskelelerden birine çıktı. Küçük bir birliğin başında üç subay ile şehrin ileri gelenlerinden iki kişi tarafından karşılandı. Kendisini bir Rum evine götürdüler. Karargâhını burada kurdu. Evin bulunduğu tozlu caddenin birkaç yüz metre aşağısındaki yerel banka binasında da bir Fransız ve iki İngiliz denetim subayı oturuyorlardı.
Böylece, Yunanlıların Ege kıyılarına işgal bayrağını dikmelerinden birkaç gün sonra, Mustafa Kemal de kurtuluş sancağını Karadeniz kıyılarına dikmiş bulunuyordu. Şimdi Anadolu savaşı başlayacaktı. Türk milletinin tarihinde yeni bir yaprak açılmıştı.(…)
Samsun’daki M. Kemal’in Hal-i Pür Melali
MUSTAFA KEMAL, hem kendisi, hem de yurdu için büyük önem taşıyan bu döneme, kırkına yaklaşmış, olgun ve kendine güvenen bir savaşçı olarak başlıyordu. Geride bıraktığı on dört çetin savaş yılında askerlik alanındaki değerini ortaya koymuştu. Şimdi, siyaset ve devlet adamı olarak da kendini göstermesi gerekiyordu. İçin için kaynadığı halde istediğini yapmaya olanak bulamadığı yıllardan sonra, aradığı zor ve atılganlık isteyen iş, şimdi karşısına çıkmıştı.
Mustafa Kemal'in son zamanlarda vücudu gelişmiş, yüzü toplamış ve üzerinde çizgiler belirmeye başlamıştı. Saçlarının, bıyıklarının rengi donuklaşmıştı. Ama teninin açıklığı, bakışlarının canlılığı, tepkilerinin çabukluğu onu olduğundan daha genç gösteriyordu. Dik duruşu, yüzünün keskin çizgileri ona tam bir asker hali veriyordu. Ancak kendisinde, çevresindeki arkadaşlarını, ölçüsü, ritmi, temposuyla çok gerilerde bırakan gizli ve başka türlü bir üstünlük vardı. Vücut yapısı daha inceyken onlardan daha iri görünür, adımları ağır olduğu halde daha hızlı yürüyor sanılırdı. Solgun teni, geniş çıkık elmacık kemikleri, ince parmaklı uzun elleri ve süratli hareketleri bile onu ötekilerden ayırmaya yeterdi.
Ancak Mustafa Kemal'deki diğer farklı unsuru asıl yansıtan şey, o açık renkli, sert ve kırpılmayan gözleriydi. Bu gözler, geniş alnı ve yukarıya doğru kıvrık kaşları altında, meydan okur gibi sabit, soğuk bir ışıkla parıldar; her an bir şeyi görür, saptar, yansıtır; bundan başka, akıl ermez bir şekilde, sanki aynı zamanda her tarafa birden bakıyor gibi görünürdü. Bu gözleri, büyük başı ve sağlam, çevik bacaklarıyla huzursuz bir kaplana benzerdi. Askerce bir deyimle, çeliğe özgü sertlik ve esnekliği kendinde birleştirir, yüksek sinirsel gerilimi ile, her an boşalmaya hazır bir yayı andırırdı.
Hepsinin içten arzuladıkları milli savaşın bu ilk döneminde arkadaşlarının gereksinme duydukları şey, Mustafa Kemal'de gördükleri bu olağanüstü haldi. Onun düşünceleri ötekilerden her zaman bir adım daha ileride, hareketleri bir derece daha kesin olmuştu. Ötekilerin çoğunda eksik olan önderlik niteliği onda vardı. Rauf Bey, prensip sahibi, ama kısır görüşlü; Kâzım Karabekir, dürüst, ama esneklikten yoksundu. Refet, atılgan, ancak ihtiyatsızdı. Ali Fuat'ın elinden iş gelir, ama zekâsı fazla işlek değildi. Hepsi yurtlarını seven, kafaları çalışan sağduyu sahibi, usta askerlerdi. Ancak aralarında iç ve dış sorunları etraflı biçimde kavrayan, özel bir akıl ve içduyu karışımına sahip olan tek insan, Mustafa Kemal'di. Üstelik, böyle tehlikeli bir işi başarılı bir sonuca ulaştırmak için gerekli olan irade yalnız onda vardı.(…)
Hareket Başlıyor
İşe elverişli bir durumda başladı. İzmir'in İtilâf Devletlerince işgali, eline rahatça kullanabileceği umulmadık bir koz vermişti. Ancak, Anadolu halkını bu işgalin niteliği ve doğurabileceği sonuçlar konusunda uyarması gerekiyordu. Samsunluların çıkarma hakkında pek az bilgi edinmiş olduklarını gördü. İlk yaptığı işlerden biri, Abdülhamit'in kendi casusluk sisteminin iyi işlemesini sağlamak için kurduğu mükemmel telgraf şebekesinden yararlanarak, yetkisi altındaki idari ve askeri makamlara haber salmak oldu. Her yerde protesto mitingleri düzenlenmesini ve Babıâli ile yabancı devlet temsilcilerine, Türk milletine karşı işlenen haksızlığın onarılmasını isteyen telgraflar yazdırılmasını bildirdi. Samsun'un içinde de, halkta bir direnme duygusu uyandırmak amacıyla, Büyük Cami'de mitingler düzenledi. Askeri alanda, Anadolu ve Trakya'da kalmış birliklerle hemen ilişki kurdu; siyaset alanındaysa, çeşitli Müdafaa-i Hukuk grupları arasında bağlantı sağlamaya girişti ve kendisine verilen emre uyup da bunları dağıtacak yerde, yenilerini kurmaya koyuldu.
Bir yandan da, mütareke sırasında Adana'da yaptığı gibi, Harbiye Nezaretine, İngilizlerden şikâyetle dolu telgraflar yağdırmayı sürdürüyordu. Türk makamlarına haber vermeden bölgedeki kuvvetlerini çoğaltmışlardı. İngilizler, mütareke koşullarına aykırı olarak daha içerilere girmeye hazırlanıyor, işgalin daha da yayılmasını ve bir Pontus devleti kurulmasını isteyen Rum çetecilere göz yumuyor, yardım ediyorlardı.
İngilizler Endişeli
İstanbul'da İngilizler telâşa düşmüşlerdi. Mustafa Kemal'in Anadolu'ya geçişinden tehlikeyi çok geç sezdiği için yola çıkışını önleyememiş olan Başkomutanları Sir George Milne, şimdi onu geri çağırsınlar diye Harbiye Nezaretini zorluyordu. Kendisine önce, Mustafa Kemal'in Anadolu'da bulunmasının huzur bozucu değil, yatıştırıcı bir etki yaptığı cevabı verildi. Kabine, Kemal'in yetkilerini kısıtlamak yoluyla uzlaşmayı öngören bir teklifi görüşmek üzere toplandı. Nazırlardan birkaçı, İngiliz komutanının kuşkularını paylaşmaktaydılar. Kemal'in telgraflarındaki, sanki onların Anadolu'daki durum üzerindeki bilgisizliklerini yüzlerine vuran ve işleri dilediği gibi yönetmek kararını belirten, horlayıcı, saygısız ifade onları gittikçe düşündürmeye başlamıştı. Mustafa Kemal, yapacağı işler için önceden izin almayı gerekli görmüyor, sadece sonunda onlara bilgi vermekle yetiniyordu. Bu telgraflar, nazırlara okunduğunda, içlerinde hâlâ İttihatçıları tutanlar, 'Biz demedik mi?' gibilerden gülümseyerek Damat Ferit'e baktılar. Sadrazam, 'Müfettiş Paşa bizi boyuna azarlıyor âdeta, ' dedi. 'Sanki, ben yapacağımı bilirim, siz kendi işinize bakın, der gibi.' Bunun üzerine kabine, Mustafa Kemal'in geri çağrılmasını kararlaştırdı. Sonuç, İngiliz Başkomutanına bildirildi.
Samsun Merkez Tehlikeli
Bu arada Müfettiş Paşa -Gelibolu kahramanı olduğunu açıklamayı henüz uygun görmediği için Samsun halkı onu böyle tanıyordu- burada kendini yeteri kadar serbest hissetmemeye başlamıştı. İngiliz denetim subaylarının bu kadar yakında bulunmaları onu tedirgin ediyordu. Zaten Refet Bey de onun verdiği demeçler ve giriştiği propaganda çalışmaları karşısında telâşa kapılmış görünüyordu. Mustafa Kemal, daha serbestçe çalışabilmek için, Samsun'da bir hafta kaldıktan sonra, karargâhını seksen kilometre içerideki Havza'ya taşıdı. Buna da bahane olarak, Samsun'a geldiğinden beri yeniden başlamış olan böbrek sancılarına karşı, Havza kaplıcalarından yararlanmak istediğini ileri sürdü.
Küçük subay grubu böylece, arızalı, ve dönemeçli bir yoldan, geniş Anadolu yaylasına doğru tırmanmaya başladı. Denizden 1200 metre yükseklikteki bu yayla, doğuda İran ve Rusya sınırlan ile Ağrı dağından başlayıp, batıda Eskişehir'e, ve Ege ile Marmara kıyılarındaki dağlara kadar bin beş yüz kilometre boyunca uzanıyordu. Mustafa Kemal'in eski otomobiliyle, olgunlaşmaya başlayan mısır ve buğday tarlaları ve yeni yeşeren orman kümeleri arasında yükseklere doğru çıkarlarken, aşağıda Yeşilırmak kıyılara doğru kıvrılıp bükülerek akmaktaydı. Türklere mi, Rumlara mı ait oldukları minarelerinden ya da çan kulelerinden belli olan, kerpiç duvarlı evleri çökmeye yüz tutmuş köylerden geçtiler. Yolculuk sırasında, araba birkaç kez bozuldu. En sonunda Mustafa Kemal arabadan indi ve iki arkadaşıyla birlikte yola yaya olarak devam etti. Dağların temiz havasını ciğerlerine dolduruyor, bereketli toprağın kokusunu kokluyorlardı. Çevrelerindeki özgürlük havasına uyan subaylar bir şarkı mırıldanmaya başlamışlardı. 'Başını duman almış dağlardan, ağaçlardan, kuşlardan, gümüş derelerden' söz eden romantik bir İsveç şarkısı.
'Yürüyelim, arkadaşlar!
Sesimizi yer, gök, su dinlesin,
Sert adımlarla her yer inlesin,
inlesin!'
Bu şarkı, sonradan genişleyerek bütün Anadolu'yu kaplayan 'arkadaş' gruplarının ağzında ihtilâl şarkısı olacak ve sonraları -yabancı bir kaynaktan geldiği bile unutulup- genç Cumhuriyet çocuklarının okul marşı olarak kutsal bir emanet gibi saklanacaktı-.
Havza’nın Genel Durumu
Havza, Yunan çetecilerinin en çok faaliyet gösterdikleri bölgeydi. Hükümet, Birinci Dünya Savaşı sırasında kargaşalık çıkaran Rumları doğuya sürmüş, onlar da mütarekeye kadar orada uslu durmuşlardı. Şimdi, Pontus devleti uğruna kurulmuş bir siyasi örgüt, bir Rum patriğinin önderliği altında Rumları tekrar ayaklanmaya zorluyordu. Mustafa Kemal, -tıpkı gençliğinde Makedonya'da olduğu gibi- bellerine fişeklikler dolamış, karalar giymiş Rum çetecilerinin Türklere korku saçtıklarını, yolcuları soyup öldürdüklerini, Türk köylerini yaktıklarını, ileri gelenleri dağa kaldırdıklarını, Türk askerlerini pusuya düşürdüklerini duymuştu. Buna karşı Türklerin elinden pek bir şey gelmiyordu. Çünkü İngilizler, bir yandan karışıklığa onların sebep olduğunu ileri sürerek, mütareke hükümlerine göre ellerinden silahlarını alırken, öte yandan Rumların elindeki silahları bırakmaktaydılar.
Böylece Havza ve dolaylarındaki köyler, bir direnme hareketinin başlangıcı için elverişli bir ortam yaratıyordu. Gelibolu kahramanı olduğu artık öğrenilmiş olan Mustafa Kemal, şehrin eşrafını karargâha toplayarak:
'Düşman bizi öldürmek isteğinde değildir,' dedi.
'Düşmanın niyeti bizi mezarımıza diri diri gömmektir.
Şimdi çukurun tam kenarında bulunuyoruz. Fakat son bir gayretle toparlanırsak, kendimizi kurtarmamız mümkündür. Sonra onlan kendi aralarında konuşmaya bırakıp Belediye Başkanına, kendi askeri usullerine göre, uzun bir soru listesi verdi. Bu bölgedeki Müslüman ve Hıristiyan halkın ne oranda olduğunu, ne gibi siyasi eğilimler beslediklerini, aradaki anlaşmazlığın nedenlerini ve buna bir çözüm yolu bulmak için alınacak önlemleri öğrenmek istiyordu. Türklerden ileri gelenlerin adlarını, davranış ve karakterlerini gösteren bir de dosya istedi. Halkın vergi borcu var mıydı, varsa ne kadardı? Mustafa Kemal şimdi nereye gitse, bu çeşit pratik ve dikkatli araştırmalarla, ihtilâl amacıyla, ülkenin durumu üzerinde bilgi toplamaya çalışıyordu.
Direniş İçin Örgütlenmeler Başlıyor.
Bu arada şehrin ileri gelenleri, kendisinin isteyerek katılmadığı iki toplantı sonunda, direniş konusunda görüş birliğine varmışlar, bunun temelini oluşturmak üzere Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti'nin bir şubesini kurmuşlardı. Camide büyük bir kalabalık toplandı, dualar edildi. Arkasından şehrin küçük meydanında bir toplantı düzenlendi. Hâlâ doğrudan doğruya işe karışmış görünmek istemeyen Mustafa Kemal, halkın tepkisini ölçmek için subaylarını kalabalığın arasına göndererek, toplantıyı karargâhın penceresinden izledi. Konuşmacılar, yurdun tehlikede olduğu ve düşman çizmesi altında can vermek istemiyorlarsa, bütün Müslümanların silaha sarılmaları gerektiği üzerinde durdular. Din kurallarına uygun şekilde and içildi. Mustafa Kemal, bunu izleyen aylar içinde yurdun çeşidi yerlerinden birçok benzeri kurulacak olan direniş yuvalarından birincisinin temelini atmıştı.(…)
Şimdi Mustafa Kemal'in Havza'dan da ayrılması gerekiyordu. Topu topu otuz kilometre ötede, Merzifon yolu üzerinde konaklamış olan İngilizler, açık hava toplantısının haberini almışlardı. Bundan başka, Havzalılar İngilizlerin doğudaki Türk kuvvetlerinden alıp hayvan sırtında Samsun limanına gönderdikleri on bin kadar tüfek mekanizmasını ele geçirmişler, onlan gülünç duruma düşürmüşlerdi. Yurtsever Türklerden kurulu bir çete, taşıt konvoyunu pusuya düşürerek ele geçirdiği silahları bir depoda saklamış, hayvanları da direniş hareketine para sağlamak için satmıştı. Amasyalılar, Mustafa Kemal'e bağlılıklarını bildirmek için bir heyet göndermiş bulunuyorlardı. İngilizlerin daha sert davranmaya başlayacaklarını sezen Mustafa Kemal, daha uzak ve daha önemli bir şehir olan Amasya'ya gitmeyi uygun buldu.
Havza halkına sivil giyinmiş olarak veda etti. Böylece artık yalnız askeri değil, sivil bir direnmenin de söz konusu olduğunu göstermek istemişti. Şehrin dışındaki köprüde kendisini bekleyen arabasına kadar, halkla beraber yürüyerek gitti. Belediye Başkanına son talimatını bildirirken, Merzifon Amerikan Kolejindeki Amerikalıları taşıyan iki otomobil yanlarında durdu. Başkan sesini alçalttı. Kemal'e de yavaş sesle konuşmasını söyledi. Ama o, inadına, meydan okur gibi daha yüksek sesle: 'Saklayacak bir şeyimiz yok,' dedi. 'Varsın duysunlar. Bu işte o kadar ileri gittik ki, artık geri dönemeyiz.'
Mustafa Kemal'in kafası da gözleri gibi, aynı zamanda iki ayrı yönü görebilecek nitelikteydi. İçeride Anadolu'ya baktığı gibi, dışarıda dünyayı gözünden kaçırmıyordu. Mütarekeden beri, Türkiye'nin tek umudu, Başkan Wilson'un On Dört İlkesi'ne dayanıp kalmıştı. Aydınların kurduğu bir Wilsoncular Derneği, Türkiye kendine gelinceye kadar, Amerika'nın garantisini ve yardımını sağlamak için bir tasarı hazırlamıştı. Şimdi, yurdun bölünmesi tehdidi karşısında Paris'te doğan buna benzer başka bir görüş, İstanbul'da taraftar kazanmaya başlıyordu: Türkiye'nin bütününün ya da bir parçasının bir Amerikan, İngiliz ya da herhangi bir büyük devlet mandası altına verilmesi.(…)
Ortodoks papazının emrindeki Rum çetecilere karşı koymak için Türk gönüllüleri de bir Müslüman hocanın çevresinde toplanmışlardı. Hoca hemen Mustafa Kemal hesabına çalışmaya koyularak camide bir vaaz verdi.
Mustafa Kemal’ de söz alarak, millî direniş hareketinin üç ayrı cephede başlamış olduğunu halka bildirdi: Batıda, Yunanlılara karşı İzmir'de; güneyde, Fransızlara ve Ermeni yardakçılarına karşı Adana'da; doğuda, Ermenilere karşı Erzurum'da, 'Amasyalılar,' dedi, 'daha ne bekliyorsunuz?. Düşman, Samsun'a ayak basacak olursa, ayağımıza çarıklarımızı giyip dağlara çıkmamız, vatan toprağını son kaya parçasına kadar savunmamız gerekecek. Eğer, Tanrının iradesi bizim yenilmemizi uygun görmüşse, yapacağımız şey evimizi, barkımızı ateşe vererek, yurdu harabeye çevirdikten sonra ıssız bir çöle çekilmektir. Amasyalılar, hepimiz bunu yapacağımıza yemin etmeliyiz.' Amasya halkı, Mustafa Kemal'in emirlerini yerine getirmeye hazır olduklarını bildirdiler.
Atatürk: The Rebirth of a Nation / Lord Kinross
http://www.1001kitap.com/Tarih/Kinross/ataturk/index.html
http://www.1001kitap.com/Tarih/Kinross/ataturk/index.html
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder