VII.
SUNGURLU'DAN SAMSUN'A
8/1/1922 — 13-1-1922
(…)
Merzifon’la Havza arasındaki mesafe
çok değil. Topu topu 35 verst. Aşağı yukarı saat dörtte bizi karşılamaya gelen
dostlarla birlikte Havza’ya giriyoruz.
Çayımızı içip kendimizi tam olarak
kendi evimizde gibi hissettiğimiz dostlarımızla konuştuktan sonra hemen Havza
kaplıcalarında sıcak su banyosu yapmamız için bize hazırlanan yere gidiyoruz.
Ertesi gün Havza'dan ayrılırken pek o
kadar acele etmiyoruz. Çünkü önümüzdeki konaklayacağımız yer olan Kavak,
yalnızca 40 kilometre uzakta.
Havza bu günlerini, çevre bölgedeki
Rum (Yunan) isyancıların bastırılması, imhası işinin etkisi altında geçiriyor.
Bu isyan hareketi Rum halkı için
yalnız Samsun bölgesinde değil, Rumların yaşadığı tüm Anadolu köylerinde korkunç
bir trajediyle son buluyor. Rum Pontus Devleti kurma hayalleriyle İstanbul ve
Atina’dan gelen ajan ve propagandacılar tarafından sistemli bir şekilde
hazırlanan isyan, 1921 yılı başlarında patlak vermiş. Hükümetin Yunanistan'la
savaşa karar verip seferberlik ilân etmesi bu isyanın en büyük nedeni olmuş.
Rumlardan göreve çağrılanların büyük çoğunluğu başlangıçta seve seve koşmuşlar
çağrıldıkları göreve. Ama kısa bir süre sonra Yunanlılarla savaşa girdiklerini
öğrenince, propagandanın da etkisiyle kütle halinde silâhlarını da alarak askerden
kaçmaya başlamışlar. Başlangıçta bu hareket isyan karakteri taşımıyormuş. Bir
yandan Hükümetin ceza tedbirlerinin etkisi, öte yandan gitgide artan
propaganda, Anadolu kıyılarında bulunan Yunan filosunun güvencesi ve onun
askeri gereç yardımında bulunmasıyla artan bir hızla alevlenmeye başlamış.
Sonunda karşılıklı, gaddarca bir genel katliama dönüşmüş.
Şunu da belirtmek yerinde olacaktır
ki, konuşma olanağı bulabildiğimiz bütün Türkler aynı düşüncede birleşiyorlar: Hristiyanlar
isyandan önce çevrelerindeki Müslüman halkla çok iyi ilişkiler içindeymişler.
Emperyalist savaş sırasında Rum köylüler de asırlık geleneklerini bir yana
bırakarak (Osmanlı devletinde Hıristiyanların askerlik yükümlülüğü yoktu, bunun
yerine belirli bir vergi ödüyorlardı.) devletin rızasıyla seve seve askere
gitmişler ve bütün Türk cephelerinde savaşmışlardı.
Şimdi ise Türkiye’nin bütün bu zengin
ve kalabalık bölgesi inanılmaz bir yıkıma uğradı. Birkaç yüz Türk ve Rum köyü
yakıp yıkıldı. Samsun, Sinop ve Amasya’da yaşayan 200 bin Rum’dan yalnızca
dağlarda dolaşan birkaç çete kaldı. Yaşlılar, kadınlar ve çocukların hemen hepsi
ülkenin başka yerlerine, Diyarbakır, Harput, Konya bölgelerine göç ettiler.
Bunlar öyle bir zamanda ve öylesine yokluk içinde gittiler ki, yeni yerlerinde
yoksulluk ve kölelik hayatı yaşayan, sürünen bütün bu kitleden birkaç bin
kişinin bile sağ kalmadığını söylemek mümkün.
Bizim Havza'lı dostlarımızdan, tenkil
müfrezelerinin kentte olsun, isyana katılmayı kabul etmeyen Rum köylerinde olsun
ne tür vahşetler yaptıklarını parça parça anılar olarak dinleme olanağı bulduk.
Bu konuda özellikle daha önce sözünü ettiğim Lâz’ların reisi Osman Ağa büyük ün
yapmış. Bütün bölgeyi azılı çetesiyle kan ve ateşe boğmuş. Sanırım şunu
söylemek yeter bu konuda: Buradaki Türkler bile onun yaptıklarından korkuyla söz
ediyorlar ve asla onaylamıyorlar. Benim için hiç ummadığım bir bilgi olmuştu
doğrusu.
Ankara’da bulunduğum sırada Lazistan
Mebusu Osman Bey’le tanıştım. Sevimli, hoş bir insandı. Batum’da yaşamış, hattâ
orada gimnaziya’da (lise) okumuş. Bu yüzden oldukça iyi Rusça konuşuyordu. O
sırada gazetelerde çıkan küçük bir makale hakkında görüşmek için, daveti
üzerine onun konuğu olmuştum; ayrılıp evime döndüğümde pek çok kişi tarafından
soru yağmuruna tutuldum. Osman Bey’in konuğu olduğumun doğru olup olmadığı merak
konusuydu. Ben de doğru olduğunu söylemiştim. İş öylece kapandı. Ama cevabımın
pek hoş karşılanmadığını da anlamıştım. İşte şimdi Havza’da açığa çıktı bu
merakın ve memnuniyetsizliğin sebebi. Aynı soruyla burada da karşılaştım. Doğru
olduğunu öğrenince de bu adamın nasıl biri olduğunu ve onun neler yaptığını bilip
bilmediğimi sordular. Ben az da olsa bildiğimi söyledim. Osman Ağa’yı gözümün
önüne getirerek. Konuşma ilerleyince benim tanıdığım Osman Bey ile Osman Ağa’nın
aynı kişi olmadığı ortaya çıktı. Bundan karşımdakiler de çok memnun oldular.
Öğrendim ki, Osman Ağa' nın çeteleri Havza'da korku salmış, yakmış, ırza
geçmiş, önüne gelen tüm Rum ve Ermenileri öldürmüş, köprüleri yıkmış... Sözün
kısası Müslümanlarla Hristiyanlar arasında süregelen tarihi ve ulusal
çatışmaların eskilerden bugüne değin çözümlenemeyişine işte bu yapıda adamlar ve
bu acımasız usuller sebep olmuş.
Bu arada adaletli konuşmak gerekirse
şunu belirtmek zorundayım ki, iki taraf da aynı biçimde davranıyor; Yunanlılar
Batı Anadolu’da Müslümanları aynı biçimde imha ediyor.
Yalnız burada, tümüyle bir halkın
diğerine saldırmasında, ne yere, ne yaşa aldırmamasında, ne acıma, ne merhamet
bilmemesinde, vahşice bir ulusal dövüşte «uygar» burjuva Batı'nın tam anlamıyla
iğrençliğini ve alçaklığını, ikiyüzlülük ve çirkefliğini hissetmek ve görmek mümkün.
Bu «Bir denizden öteki denize değin
Büyük Ermenistan» gibi erişilmez hayali, Ermeni milliyetçiler grubuna aşılayan
da Antant’tan başkası değildi. İşte bu yüzden, bu boş ve aptalca hayal yüzünden
yüz binlerce Ermeni köylüsü, komşuları Türk ve Kürtler tarafından topraklarından
sökülüp atıldı. İşte Antant’la ilişkileri yüzünden üç yıldır Anadolu'nun dağ ve
tarlalarında sel gibi kan akıtılıyor. Ve İşin en kötü yanı da bunu hiçbir zaman
olanların hesabı sorulmaması gereken kişiye ödetmeye çalışıyorlar.
Bizim Kavağa geldiğimiz aynı gün oraya
isyancı çetelerden bir temsilci gelmiş. Niçin Türkler ve onların her zaman
şerefle hizmet ettikleri Türk yönetimi şimdi onları vahşi hayvandan daha kötü
bir şekilde zehirliyor, diye sormuş. Doğrusunu söylemek gerekirse bu
isyancıların büyük çoğunluğu en ücra köşelerdeki köylerde yaşıyorlar ve
gerçekten de işin aslını bilmiyorlar. Şurası belli ki, kentlerde oturanlar ve
bütün bunların ceremesini hayatlariyle değil de, eninde sonunda parayla çekecek
olanlar aldırmıyorlar bile bu köylülere. Onları İtip kakıyorlar ve onlar
sonunda topraklarından koparılarak atılacakları günü bekliyorlar.
Bir yıldır orman ve dağ kovuklarında,
inanılmaz yokluklar içinde yaşayan isyancılardan çoğu teslim olmaya başlamış.
Hele Mustafa Kemal Paşa'nın teslim olanları öldürmeyi kesinlikle yasaklayan
emrinden sonra iyice artmış teslim olanların sayısı. Ama yine de geride kalan
büyük bir bölüm, Yunanlılarla savaşın bitmesine değin dövüşmeye devam etmeyi
tasarlayarak inatla sürdürüyorlarmış
direnişlerini. Türklerin
anlattıklarına göre bunların arasında Yunanistan ve İstanbul'dan gelen Yunan
subayları da varmış.
Aşağı yukarı saat on İkiye doğru yola
çıktık Kavağa doğru. Havza’dan on verst kadar ayrıldıktan sonra 60 – 70 kişilik
ufak bir grupla karşılaştık. Silâhlarım bırakan Rumlardı bunlar. Hepsi de iyice
zayıflamıştı. Yüzleri bitkin, kurumuştu; bazısının iskeletten farkı yoktu.
Elbise yerine omuzlarına yırtık pırtık bir paçavra asmış gibiydiler. Çoğunun
ayaklarında bir bez bile yoktu. Grubun ortasında uzun boylu cılız, silindir
şapkalı bir papaz yürüyordu. Hava pek de ılık sayılmazdı; soğuk bir rüzgâr
esiyordu. Bütün bu kalabalık, başlarındaki askerlerle birlikte Havza’ya doğru
zıplaya zıplaya koşuyordu. Bir kısmı bizi görünce yüksek sesle ağlamaya, daha
doğrusu ulumaya başladı. Çünkü onların göğüslerinden çıkan ses bir vahşi hayvan
ulumasını andırıyordu. Bir an için durdurdum konvoyu. Bu acıklı yürüyüş yeniden
başladı sonra. Kavak’a alacakaranlıkta vardık. Bizi buranın en zengini, 72
yaşındaki ihtiyar Hacı Bey'in evine yerleştirdiler.
Ev gerçekten de zengindi. Son derece
güzel halılar ve aynalar vardı. Hatta mobilyaları bile vardı. Şimdiye değin
Ankara'da bile gittiğimiz hiçbir yerde görmemiştik böylesini. Pek büyük değilse
de ihtiyarın asıl zenginliği toprak ve hayvan yönünden; 300 dönüm, yani
yaklaşık 30 desyatin toprağı var. Hayvanı eskiden çokmuş; şimdi ise ancak
topraklarını sürebilecek kadar kalmış elinde.
İhtiyar hâlâ sağlam ve dinç bir erkek.
En büyüğü 55, en küçüğü 32 yaşlarında yedi oğlu var. Bütün oğulları korkuyor
ondan. Beşinin ayrı evi olmasına rağmen hepsi birlikte tek ataerkil aileyi
oluşturuyorlar. Hacı Bey 14 yaşındayken evlenmiş. Karısı ise kendisinden 4 yaş
büyükmüş. Birlikte bir yüzyıla yakın anlaşmışlar, yaşam sürmüşler. Karısı da
hâlâ sağlam, diri bir ihtiyar. Benim, «kaç karın var?» soruma ihtiyar gururla
«yalnız bir tane ve şimdi de onunla yaşıyorum» diye karşılık verdi. Evde yabancı
olarak tek bir kadın var. Hizmetçileri.
Akşam geç saatlerde bizim kervan da ğeidi.
Kavak'a (75 kilometrelik bir yol) değin durmadan ilerlemeğe karar vermişler ve
dediklerini de yapmışlar. Böylece ertesi gün Samsun'a birlikte hareket
edebilecektik.
13 Ocakta, saat yedide çıktık
Kavak'tan. Yağmur yoktu, ama hava bulutluydu ve insanın iliklerine işleyen soğuk
bir rüzgâr esiyordu. Arabalardan biraz daha geç çıktık yola. Bazısı bizi dört
verst kadar geçmeyi başarmıştı bu arada. Kavak’tan bizimle birlikte, daha
önceki gelişimizde tanıştığımız askeri Komutan, Binbaşı da geliyordu. Bu bölgede
eşkıyalığın çok olması yüzünden işlerinin ağırlığından yakınıyordu.
Hemen hemen Kavak’tan çıkar çıkmaz
Hacılar geçidine doğru bir yokuş başlıyordu. Yükseklerde güneşin varlığına
rağmen keskin ve şiddetli rüzgâr yüzünden soğuk oldukça etkiliydi. Geçidin tam
tepesinde bir başka kervanla karşılaşıyoruz. Bakıyorum, üstü açık arabalarda siyahlara
bürünmüş kadın figürleri oturuyor ve yatıyor. Aralarında çocuklar da var.
Kadınların da, çocukların da giyimleri çok kötü; soğuktan titriyorlar. Gerideki
arabalara bakıyorum, arabalardan birinin arkasından yürüyen
bir asker, yırtık pırtık giysiler
içindeki bir kız çocuğunu kaldırıp arabaya oturtuyor. Kızcağızın her yeri soğuktan
morarmış, tüm vücudu titriyor. Başını arabada bir eleğin altına gizlemeye
çalışıyor. Şaşkınlık içinde ne olduğunu soruyorum Binbaşıya. O şöyle açıklıyor:
«Haydutların ailelerini götürüyorlar. Onları Amasya'ya yerleştirecekler.»
Bir süre asık yüzle ses çıkarmadan
durduk, sonra Samsun’a doğru yolumuza devam ettik. Her yanda yıkıntı izleri
vardı. Her tepede devriyeler kol geziyordu. Nöbetçiler dikkat kesilmiş
bekliyorlardı. Hemen burada, yakın bir yerde düşmanın gizlendiği seziliyordu,
kuşkulanılıyordu. Bu yol tüm yaşantım boyunca belleğimden çıkmayacaktır hiçbir
zaman. 30 verstlik yol boyunca aralıksız olarak cesetlerle karşılaştık hep. Ben
yalnız başıma 58 tane saydım. Ooğu zorbalığın ve şiddetin izlerini taşıyordu. Bir
yerde güzel bir kız cesediyle karşılaştık. Başı kesilmiş ve elinin yanına
konmuştu. Bir başka yerde çok güzel bir başka kız cesedi daha; 7 - 8
yaşlarında, sarı saçlı, yalınayak, sırtında yalnız eski bir gömlek bulunan bir
kız cesedi... Kız anlaşılan ağlamış; yüzünü toprağa gömmüş yatmış. Askerin
süngüsüyle de yere öylece mıhlanmış.
İşte Samsun göründü sonunda. Kente 2 -
3 verst kala bizi karşılamaya gelmişler. Bir şeref kıtası hazırlanmış. Mutasarrıfın
kendisi ve 10 uncu Tümen Komutanı da buraya kadar gelmişler. Yanlarında
Avrupalı tipinde giyinmiş biri daha var. Yaklaşıyoruz ve o zaman tanıyoruz ancak:
Rusya Federatif Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti' nin Türkiye’ye yeni atadığı
delege yoldaş Aralov’du bu.
Yolda gördüklerimizin etkisi altında
Samsun'un yöneticileriyle karşılaşmamız soğuk olmuştu biraz. Mutasarrıfın daveti
üzerine birlikte onun arabasına bindiğimiz zaman yolda bütün gördüklerimizi
anlattım. Konvoyun muhafızları hakkında bir an önce soruşturma için tedbir
almasını, bundan sonra nakledilecekler için de gereken emirleri vermesini rica
ettim. Faik Bey, son derece heyecanlandı ve ona anlattıklarım hakkında hemen gerekeni
yapacağını söyledi. Sonra da bu gruptan 80 kadar öksüz çocuğun Samsun'da
Amerikan Kızılhaç cemiyetinin eline bırakılmasını, kalanların da annelerine
verilmesini sağlamak üzere emirler verdiğini anlattı. O grupla birlikte bir
özel hekim gönderdiğini ve bu gibi durumlarda yapılabilecek her şeyi yaptığını
anlattı. Sonradan açıkladığına göre askerler ve Türk köylüleri öylesine kinle doluydular
ki, yöneticiler ne emir verirse versin yine de şiddetten vazgeçmiyorlarmış.
Ayrıca son zamanlarda Samsun sancağındaki topraklar Rum eşkıyalarının
vahşetiyle çalkalanıyormuş yeniden. Rum çeteleri Türk köylerini yakıyor, Samsun
- Ankara yolunda sık sık baskınlar yapıyor, hemen her gün birkaç asker
öldürüyorlar ve korkunç bir faaliyet gösteriyorlar, diye anlattı Mutasarrıf.
Bu durum
üzerine kesin tedbirler alınarak bütün Rum halkını ülkenin içlerine gönderip
yerleştirmeye karar vermişler.
Bütün bu anlatılanların doğru olduğuna
kuşku yoktu. Köylerin nasıl yakılıp yıkıldığını kendi gözlerimle de görmüştüm.
Aynı şekilde yol boyunca alınan koruma tedbirlerini de görmüştüm. Birbirinden
birer verst aralıklarla yerleştirilen seyyar karakollar, on verstte bir ise siperli,
tel örgülü, engelli bir İki bölükten oluşan büyük karakollar kurulmuştu. Ve her
yerde gergin, telâşlı bir hava hakimdi. Bununla birlikte o dışardan belli olan
öfkeli halimi bir türlü yenemedim ve Faik Beyle sohbetimiz çok soğuk ve gergin
geçti.
Bütün kent bizim gelişimiz onuruna
bayraklarla donatılmış. Halk bizi karşılamaya çıkmıştı. Akşama doğru hava son
derece güzelleşmişti. Bu bayram havasındaki kalabalığa baktığım zaman geride kalan
İşkence edilenleri görür gibi oldum. Bir tek şey istedim o anda. Çabuk, bir an
önce bizim kıtlık içindeki yoksul yurdumuza dönmek. Orada da pek çok üzüntü, pek
çok acı vardı. Ama orada canlı, İyiye giden bir halk ruhunun çarpıntısı duyulur
ve halkın sorunları tamamen ayrı bir biçimde çözümlenir.
Bizi en çok sevindiren şey Samsun
limanında, Rus heyetini Samsun’a getiren gemimizin bulunması oldu. Bu «Feliks
Dzerjlnskiy» gemisiydi. Daha önce bizim Karadeniz Filosunu ziyaret ettiğim
zaman Odessa’dan Tendra'ya kadar bir yolculuk yapmıştım bu gemide. Artık yarın
yola çıkabilecektik demek kİ. Akşam, yeni gelen heyet üyeleriyle karşılıklı
bilgiler, izlenimler, haberler alıp verdik ve doya doya konuştuk. Sabahleyin
çabucak direğinde Rus Ukrayna bayrağı dalgalanan «Feliks Dzerjlnskiy» gemisine
bindik.
Samsun limanında eskisi gibi bir
Amerikan mayın tarama gemisi vardı. Ayrıca «Dzerjlinskiy»in biraz ilerisinde bizim
«Meçta» gemisi duruyordu. Bu gemi Fransa bayrağı altında yüzüyordu. «Meçta»daki
tayfaların çoğu ve tüm idarecileri Rus idi. Tayfaların hareketlerinden sorumlu olan
Komutan Fransızdı yalnız. Buna rağmen gemilerimizin tayfaları arasında hemen
bir ilişki kuruluvermişti. «Meçta» dakiler Rusya'daki işlerin durumuyla
yakından ilgileniyorlar, bir Rus gazetesi vermemizi istiyorlar, yurt dışındaki
hayatlarının ağır maddi ve manevi koşullarından şikâyet ediyorlar, gemi
tayfalarının hepsinin bizden, Vrangel taraftarlarından olduğunu, yeniden yurda dönüş
umuduyla yaşadıklarını söylüyorlardı. Yalnız «ÇEKA»nın tehlikesinden endişe
ediyor çoğu. Karadenizde yabancı birçok devletin bayrağı altında bizim pek çok eski
gemimiz dolaşıyor. Çoğu da Fransız bayrağıyla. İçlerinden bir kısmı Sovyet
topraklarına, Batum limanına bile uğramışlar ve uğruyorlar.
VIII.
SAMSUN'DAN BATUM'A
14 Ocak — 16 Ocak 1922
14 Ocakta, saat üçte demir alıyoruz.
Barometre çok düşük ama hava iyi gidiyor. Kaptan, kuvvetli bir karayel çıkacak
diye korkuyor. Bizim «Dzerjinskiy» deniz yolculuğuna göre hazırlanmış bir gemi
değil; basit bir çarklı nehir gemisi. Yine de takdirle anmak gerekir ki, bundan
iki hafta önce Odessa’dan Batum’a giderken büyük bir fırtınaya tutulmuş ve
kaptanın söylediğine göre yüzünün akıyla sıyrılmış. Ama böyle talihe güvenmek
doğru değil. Kaptan bir karayel belirtisi sezer sezmez en yakın Türk limanına
sığınmaya çalışacağını söylüyor.
Saat 4.30 oldu. Deniz çok güzel. Hava
kararmaya başlıyor. Artık Samsun, limana doğru inen yamaçlarındaki evleriyle
güçlükle seçilebiliyor. Tam karşımızda, kıyıdan biraz ilerideki tepelerde iki
büyük yangın görünüyor. Anlaşılan birbirinden 4 - 5 verst uzaktaki iki köyü yakıyorlar.
Kim yakıyor?.. Kendi ocaklarından sökülüp sürülen Rumlar mı, yoksa Türkler mi,
bilmiyoruz. Yalnız bu karamsar kızıltı, zengin, ama şimdi böyle mutsuz bu ülke
ile aramızdaki son halka oluyor.
(Sayfa: 106 - 115)
(SON)
KAYNAK: M.V. FRUNZE, Türkiye Anıları, Kasım
1921 - Ocak 1922, Cem Yayınevi, İstanbul 1978.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder