IV.
SAMSUN'DAN
ÇORUM'A
Yağmur yoktu ama sabah hava kapalı ve
sisliydi. Yol, yine kötü; şose hep çukurlarla dolu yapış yapış bir çamur
tabakasıyla örtülü. Dik yerleri tırmanırken atlar arabaları güçlükle
çekebiliyorlardı.
Bizim arabacıların araba sürüşleri de
çok ilginç. Yerlerinden hemen her zaman güçlü bir tırısla, bazen dörtnalla
kalkıyorlar. Dümdüz bir yolda mı, yoksa dağ yolunda mı gittiklerine
aldırmıyorlar bile. Genellikle 50 - 60, bazen da 70 verst hiç mola vermeden
gidiyorlar. Böylece atlar 10-13 saat içerisinde yolda, arada soluk aldıkları sayılmazsa
hep aralıksız ilerliyorlar. Atları arpa, «saman» denen buğday, ya da arpa
saplarıyla besliyorlar.
Oldukça yüksek bir dağın çevresini
dolaşan yol bir boğaza ulaşıyor. Burada küçük bir dere akıyor. Dağ, boğazın her
iki tarafında da yer yer aralarından geçilmeyecek ölçüde sık çalılıklarla
örtülü. Bu gibi yerlere burada «orman» diyorlar. En çok görünen ağaç türü bodur
meşeler. Arada bir küçük çam koruları da görülüyor. Geçite en yakın son ve
önemli yokuşun dibinde, askerlerle birlikte zikzaklarla kesilen yan patikaya
saptım. Keskin bir dönemeçte bir cesetle karşılaştık. Bir erkek ölüşüydü bu.
Sırtında Türk köylülerinin giysilerinden vardı: Mavi şalvar ve ceket,
ayaklarında eski pabuçlar... Her şeyiyle yoksul biri olduğu anlaşılıyordu.
Kafası parçalanmıştı, omuzunda bir kurşun yarası görünüyordu. Öldürüleli çok
olmamıştı; biz gelmeden yarım, ya da bir saat önce öldürüldüğü belliydi.
Yanımdaki askerler kendi aralarında bir şeyler konuştular, sonra içlerinden
biri attan indi, ölüye yaklaştı, şalvarını çözdü ve araştırmaya başladı. Ben
hem bakıyor, hem de düşünüyordum: «Acaba ölünün eski püskü giysilerini mi
alacak?» diye. Birden askerin «Rum!» diye mırıldandığını duydum. Sonra asker, hoşnut
bir görünüşle atına atladı. İş anlaşılmıştı: Demek ölünün hangi ulustan
olduğunu öğrenmek istemişlerdi. Bunu da, Hristiyanlardan Müslümanları ayıran o
bilinen işarete bakarak anlamışlardı: Rum; bu Yunanlı demek oluyor. Türkler
genellikle Anadolu'da yaşayan, Anadolulu Yunanlıları asıl Yunanistan'daki
Yunanlılardan ayırmak için böyle söylüyorlar. Yunanistan'dakilere ise «Yunan» diyorlar.
Sonra yeniden yola koyulduk. Görünüşe göre buraları pek tekin yerler değildi.
Çünkü konvoy komutanı olan ciddi ve sert yüzlü, yaşlı, bıyıklı asker bütün
konvoydaki erlere silâhlarını hazır tutmalarını emretti. Kendisi de tüfeğini
eğerin üstüne enine kovarak ileri çıktı ve çevreyi sıkıca kontrol etti. Geçidin
tepesinden biraz beride 12 jandarmalık bir Türk karakolu vardı. Küçük, yarı yıkık
bir kulübede kalıyorlardı. Böyle yerlere burada «karakol» adı veriliyor ve
yaklaşık 10-12 verst aralıklarla yerleştiriliyor. «Karakolda öğrendiğimize göre
şafakta yola araştırma için çıkan müfreze ile küçük bir Rum çetesi arasında bir
çatışma olmuş. Bizim gördüğümüz ceset de bu çetenin çatışmada verdiği ölüymüş.
Tam geçide ulaştık. Sıcaklık
kesinlikle değişmişti. Aşağılarda 8 -10 dereceden aşağı düşmeyen ısı burada hafif
bir ayaza dönmüştü. Yer yer kar yağıyordu. Karşıki dağların yüksek tepeleri
baştanbaşa kar tabakasiyle örtülmüştü. Geçidin tepesinde, karların arasından
soluk sarı renkli bir çiçek kopardım. Türkler buna «koyun gözü» diyorlar.
Gerçekten de görünüşüne bakılırsa bu ad tam yerinde takılmıştı çiçeğe.
Hacılar geçidinden sonra yokuş aşağı
inen yol, Kavak köyüne kadar böyle devam ediyordu. Kavak’ta bizi bir gün önce
bekliyorlarmış; Müdür, nahiye kurulu üyeleri, askeri amir ve buranın korunması
için görevli jandarma birliğinin komutanı tarafından karşılandık. Nahiye müdürlüğü
binasına alındığımızda çay ve kahvaltının hazır olduğunu gördük, bizi elden
geldiğince iyi karşılamaları için yukardan emir aldıkları anlaşılıyor.
Niçin bu hizmetlerin bizim onurumuza
düzenleneceğini pek de bilmeden umutsuzluk içinde koşuşuyorlar, telâşlanıyorlardı.
Çay ve kahvaltı sırasında birbirimizle tanıştık, konuştuk, bizim heyetin amacı
ve öteki konuları anlattık. İki saat süren, son derece ilginç ve dikkat çekici
sohbetlerimiz sonunda gerçek dostlar olarak ayrıldık. Biz içerde çay içerken
Müdürlük binasının önünde asker, köylü, kadınlardan oluşan büyük bir kalabalık toplanmış.
Onlarla son derece sıcak karşılanan kısa bir konuşma yaptım.
Kavak oldukça büyük bir köy. Bucak
merkezinde, askeri komutanlığın bölgesi içinde yaklaşık olarak 300 ev var.
Halkın en önemli geçim kaynağı ziraat ve biraz da hayvancılık. (Koyun ve yalnız
birkaç kişide bulunan öteki hayvanlar.) Yaşama koşulları çok güç. Savaş her şeyi
mahvetmiş. Ve yukarıda adı geçen Rum isyan hareketinin yerel yaşam üzerinde çok
etkisi olmuş. İsyan genel olarak bastırılmış, ama şimdi bile tehlike tümüyle geçmiş
değil. Hareket artık geceleri akıl almaz bir biçimde sürüyor. Gündüzleri ise
daha ihtiyatlı davranılıyor. Müdürün söylediğine göre 5000 kişinin yaşadığı
nahiyede her gün birkaç kişi ölüyormuş.
Bölgenin verimliliği oldukça iyi: Bire
10-12... Ama ekili alanların oranı önceki yıllara göre çok azalmış. Müdürün ve
kurul üyelerinin sözlerine göre önceden ekili olan alanların yarısı şimdi boş
duruyormuş. Yalnız buğday ve arpa ekiyorlar. Ekim işi genellikle ilkbaharda
yapılıyor; bu arada kışın yapılan ekim de az sayılmaz. Kışın, ta aralık ayına
kadar ekim yapılabiliyor. Köyden, bizi uğurlamaya gelen köylülerin arasında çıktık.
Davranışlarının içten ve dostça olduğu hemen anlaşılıyor. Köyün dışında bize
refakat eden konvoydakilere soruyorum: «Niçin siz ve tüm halkınız bize, Ruslara
ve yabancılara karşı böyle iyi davranıyorsunuz?» diye. İçlerinden yalnız biri,
Şapsugi kabilelerinden gelme, Çerkez, Hamid adlı biri cevap veriyor. Bu, çok
konuşkan, terbiyeli bir asker. Bana şöyle karşılık veriyor: «Peki, başka ne
yapabiliriz ki?.. Siz Russunuz ve bizim dostumuzsunuz. Siz olmasaydınız biz
çoktan ölürdük...»
Bizim devrimimizi ve Sovyet yönetimini
anlatıyorum onlara. Konvoydakilerin hepsi büyük bir doymazlıkla ve dikkatle
dinliyor beni. Konuşmamız bir tercüman aracılığıyla yapılıyor. Arada ben de çok
az bildiğim Kırgızcayla yardımcı oluyorum. Kırgızca, Türkçeye çok yakın. Daha sonra
Türkiye’deki yaşam koşulları üzerinde konuşuyoruz. Askerlerin, köylülerin
yaşamlarını, onların savaşa karşı duygularını soruyorum. Hepsi de,
birbirleriyle yarış edercesine atılıyorlar ve halkın çok yorulduğunu,
savaşmanın anlamsız olduğunu elde hayvan bile kalmadığını, kimsenin
çalışamadığını anlatıyorlar. Kürt Halan adlı bir asker eliyle işaret ederek:
«Askerler ancak 3 - 4 ay daha savaşabilirler, sonra hepsi de kaçarlar...» dedi.
Ama iki kişi hemen itiraz ettiler bu sözlere: «Evet, durum ağır olmasına ağır,
ama dövüşmek gerek yine de. Aksi halde sonuç aynı olur bizim için...» Benim
konvoy, ırk yönünden ötekilerin hemen hepsinden değişikti. Sırf Türk'lerden
oluşmuyordu. Çerkezler ve kısmen de kürtler vardı. Bu köken ayrılığı kuşkusuz
onların savaşa, yönetime, vs... karşı davranışlarında da ortaya çıkıyor. Çerkezler,
bu içinde bulunulan savaşa karşı özel bir girişkenlik göstermiyorlar. Cephe
gerisi hizmetlerde çalışmayı tercih ediyorlar. Cepheye gönderildikleri zaman da
genellikle kaçıyorlar. Kürtler için de aynı sözler söylenebilir. Fakat hepsi
yönetimi, özellikle Mustafa Kemal’i içtenlikle destekliyorlar.
Kürtlerin kendi bölgelerindeki
durumları ise oldukça ilginç. İki gruba ayrılıyorlar. Kabileler (aşiretler) ve
kabile olmayanlar, ki bunlara «Kürt - reaya» adı veriliyor. Birinciler kendi
aralarında Sünni Kürt Aşiretleri ve Kızılbaş Kürt Aşiretleri (daha çok Dersim
ve Kozuçen bölgesinde) diye ikiye bölünüyorlar. Sünni Kürt Aşiretleri eskiden
Hamidiye adı altında özel, düzensiz süvari alayları kurarak (bütün aşiretler
için söz konusu olmamakla beraber) askeri hizmetlere katılıyorlarmış.
Emperyalist savaşın başlarına değin 51 büyük aşiretten yalnız 13 tanesi aşiret alayı
(Hamidiye) oluşturmuş. Kızılbaş Kürt Aşiretlere gelince, bunlar hiç bir hizmete
katılmıyorlar. Her zaman Türk devletinin Anadolu halkları arasında en az
güvenilir topluluk olmuşlar. Bu durum şu anda da süregeliyor. Bunlar yalnız
askeri hizmetlere girmemekle kalmıyorlar, ayrıca öteki isyan hareketleri
sırasında hükümet için büyük telâşa sebep oluyorlar.
Yine de, genel olarak bu aşiretlerin
Türklerle aynı askeri yükümlülüğü taşıdıkları kabul edilebilir. Demin sözünü
ettiğim Halan'ın Kızılbaş Kürtlerden olduğu anlaşılıyordu. Onların örf ve
adetleri çok ilginç. Hele Müslüman köylerin arasında durumları tümüyle ayrı oluyor.
Dinleri Hristiyan kurallarının, ilk çağ Hristiyan inançlarının Müslüman diniyle
ve Şiilikle (İran'ın etkisiyle) karışımı bir özellik gösteriyor. Bu nedenle
gerçek Müslüman olanlar onlara nefretle bakıyorlar ve inançlarını son derece
karışık ve uydurma buluyorlar. Son zamanlara değin onları bir çember içinde,
kendi hallerinde tutuyorlar. Devlet memurluklarına girmelerine de izin
vermiyorlar. Kızılbaşlar, dıştan bakınca boyun eğmiş gibi görünüyorlar bu
duruma ve sünnilerln dinsel törenlerine katılıyorlar. Ama fırsatını bulunca,
Türklere (askerlik, v.s... sırasında) gizli gizli düşmanlık yaparak bunun
karşılığım veriyorlar. Kızılbaşlar da öteki Kürtler gibi iki Kürt dili konuşuyorlar:
«Kürmanci» ve «Zaza» dilleri. Kürt dili İran'dan çıkmış ve İran dili grubuna
çok yakın.
Kürtlerin ırk olarak nereden geldiği
sorununa gelince, aşiretler bugüne değin bu soruya kesin bir karşılık bulamamışlar.
Ermeni tarihçileri onların Ossldyan’ların soyundan geldiklerini belirtiyorlar.
Bazı Avrupa bilginlerinin fikirlerine göre Kürtler, çok eski çağlarda Tigra
nehri havzasında ticaretle uğraşıp, orada yerleşen İran Haldey'lerinin soyundan
geliyormuş. Ne olursa olsun, doğru olan şu ki, Kürtler İran asıllı.
Türkiye'deki Kürtlerin nüfusu 1,5-2
milyon arasında. Genellikle Anadolu'nun Güney Doğu kesiminde yerleşmişler toplu
olarak. Ama tüm Doğu Anadolu’da ayrı köyler halinde bulunuyorlar.
Şose, Kavak köyünden çıktıktan sonra
ilkin verimli bir ova boyunca ilerliyor, daha sonra hafifçe kıvrılıyor ve Karadağ
tepelerine doğru tırmanıyor. Bu, oldukça yüksek bir dağ zinciri: tepeleri beyaz
bir kar örtüsüyle kaplı. Dağlar ormanlık, ama geride bıraktığımız ormanlarda
olduğu gibi ağaçlar son derece sık olmasına rağmen alçak boylu. İlerde bir
boğazda, ufak, yukarlardan hızla, köpükler içinde akan derenin üstündeki taş
köprünün yanında, sahipleri tarafından terkedilmiş, yarı yıkık bir bina
görüyoruz. Bu, Rum çetelerinin baskınlarıyla yıkılmış büyük bir kervansarayın
(han) kalıntısı.
Binanın hizasına geldiğimizde Hamid,
ateşli, sürekli el kol hareketleriyle burada isyancı Rum çetelerini nasıl yola getirdiklerini
ve halen bu işlemin nasıl sürdürüldüğünü anlatmaya başladı. Rum çeteler ormanın
derinliklerinde, girilmesi güç sık ağaçlıklar arasında, mağara ve inlerde
gizleniyorlarmış. Özellikle «işe» geceleri çıkıyorlarmış. Küçük Türk köylerine
ve yoldan geçenlere baskınlar yapıyorlarmış.
Bu yöredeki Müslüman halkın
erkeklerinin hemen hemen tümü askere gittiğinden baskınlar genellikle başarıya ulaşıyormuş.
Sonuç olarak bölgedeki büyük-küçük Türk köylerinin pek çoğu yakılmış, yıkılmış,
halkı da öldürülmüş. Hükümet de. 1921 yılı yazında bir tenkil müfrezesi
düzenlemiş. Bu müfreze bölgede bütün Rum köylerindeki halkın acımadan hakkından
gelmiş. Bunlar anlatılırken vadinin sol yanındaki büyük bir düzlüğe kurulmuş
olan böyle bir köyün hizasına gelmiştik.
Askerlerden biri
— «Burada, burada Rum köyü!»( Metinde
ttirkçs yazılmış) (İşte, işte bir Rum köyü) diye gösterdi bana. Durdum ve
dürbünümü çıkartarak dikkatle baktım. Büyük bir köymüş burası. Hemen hemen
300'den fazla ev vardı. Evler alt katı taştan, iki katlıydı. Çatıları kırmızı kiremitle
örtülüydü. Bahçe duvarları yoktu. Korkunç bir ölüm sessizliği hüküm sürüyordu.
Ne bir insan, ne bir hayvan, ne de bir kuş... Askerlere, köye yakından bakmak
istediğimi söyledim. Yoldan saptık, dereyi geçtik ve köyün bulunduğu düzlüğe
çıkan hafif eğimli yolu tırmandık. Birden gözlerimizin önüne korkunç bir harabe
tablosu seriliverdi. Kapılar, pencereler kırık; evlerin yanında türlü ev eşyası
kırıkları ve parçaları; tarım gereçleri, hayvan ve insan iskeletleri... Atımdan
indim ve bir evden içeri baktım: Yine aynı dağınıklık, perişanlık, üstü
çürümeye yüz tutmuş bir örtüyle örtülü iskeletler...
Askerlere soruyorum buradaki
kadınlarla çocukların nereye gittiklerini. Büyük bir kısmının erkeklerle
birlikte dağa kaçtıklarını, bir kısmının ise öldürüldüklerini söylediler. İşte
«uygar» ve «kültürlü» Antant’ın çabalarıyla başlatılan ve sürdürülen Türk -
Yunan savaşının bu barışsever, zavallı çiftçi halk üzerindeki sonuçları...
Oradan ayrıldık ve yine yola koyulduk.
Güneş artık batmak üzereydi ve çukurlar kararmaya başlamıştı. Akşama doğru hava
açılmış, bulutlar dağılmıştı. Hava sağlam ve taptazeydi. Çevremizde vahşi bir
doğa güzelliği vardı. Ama burada ölüm, çürüme ve yalnızca vahşi bir korku hüküm
sürüyordu... İnsan, ruhunda bir ağırlık duyuyor ve bir an önce bu korkunç
sessizlikten, ölüm durgunluğundan kaçıp kurtulmak istiyordu. Atlarımızı dört
nala sürüp ayrıldık oradan. İşte geçidin tepesine de ulaştık sonunda. Burada
daha taze, güçsüz ama soğuk bir rüzgâr esiyor. Birkaç dakika duruyor ve
çevredeki manzarayı doyasıya seyretmek istiyorum. İyi ama nasıl doyasıya
seyredebilirsin ki?.. Sağda ve solda beyaz tepeler yükseliyor; uzaklaştıkça bir
zinciri andıran tepeler... Aşağılarda ise, ötede beride büyüklü küçüklü açık
alanlarla bölünen geniş fundalıklar uzanıyor. Sağda ve solda köyler de
görünüyor. Kimi dağ boğazlarında kurulmuş, kimi tam dağların tepelerine kaçmış köyler.
Ama yazık!.. Bu köylerden çoğu görünüşe göre biraz önce gördüğümüz Rum köyü,
Karadak köyünün durumuna düşmüş. Hemen hiç birinde hayat belirtisi fark edilmiyor:
Kiremitli çatılardan hiç duman tütmüyor; yakınlarında ise ne bir insan, ne bir
hayvan, ne bir kuş görünüyor. Evlerin hemen yanı başındaki sürülmüş tarlalarda
çalışan bir tek insan bile yok. Yalnızca bir köyde, karakola çok yakın bir
köyde hayat izleri görülebiliyor. Yol arkadaşlarımın açıkladıklarına göre
buraya Yunan askerlerinin işgal ettiği Batı Anadolu’dan, gelen göçmenler
yerleştirilmiş kısa bir süre önce.
Tam boğazın tepesinde dururken bizim
araba konvoyumuz da ulaşmıştı tepeye. Aşağılarda bastırmak üzere olan
karanlıktan önce geceyi geçireceğimiz yere, Havza’ya varmak için elimizi çabuk
tutmak zorundaydık Havza’ya vardığımızda artık alacakaranlık iyice bastırmıştı.
Kasabadan üç verst beride bizi, atlı jandarmalardan bir tören kıtası ve
kasabanın tüm ileri gelen yöneticileri karşıladı: Kaymakam, garnizon komutamı,
kadı, belediye başkanı ve öteki memurlar. Karşılayanların arasında oldukça iyi
Rusça konuşan bir de askeri doktor vardı'. Emperyalist savaş sırasında bize
esir düşmüş ve sonra işgal sırasında öteki Türklerle birlikte Baku'ya gönderilmiş.
Orada bir Rus kadınıyla evlenmiş.
Şimdi burada, Havza'da birlikte yaşıyorlarmış
eşiyle. Bizi son derece gösterişli bir törenle, doğuya özgü konukseverliğe
uygun olarak karşılıyorlar. Ben de aynı teşrifat kurallarına uygun bir biçimde
karşılık veriyorum. Ama sonra hemen ses tonumu değiştirerek «diplomatik» değil,
her zamanki günlük konuşma diliyle konuşmaya başlıyorum. Başlangıçta bir an
şaşırıyorlar, ama sonra karşımızdakiler de o resmi karşılama inceliğini bir yana
bırakarak basit, içten davranmaya başlıyorlar. Bu karşılama töreni ve
selamlaşmalar yarım saat kadar sürüyor ve biz kente ancak karanlıkta
varabiliyoruz.
Burası Amasya sancağına bağlı küçük
bir kasaba. Yaklaşık 2500 kişi yaşıyor kaymakamlık sınırlarında. Kent, dağın
dik bir yamacında kurulmuş. Bu yüzden kentin yüksek kesimlerindeki evler, aşağı
kesimdekilerin üzerinde asılıymış gibi duruyorlar sanki. Yollar kaldırım; ama
bütün Türk kentlerinde olduğu gibi Arnavut kaldırımı. Yolcular için rahatlıktan
çok tehlike yaratıyor, birbirinden oldukça uzak konulmuş taşlar. Bir at, bu
kaldırımların üzerinde ayaklarını kırmadan çok güç yürüyebilir doğrusu.
Bizi, geceyi geçirmemiz için bir
hamama götürdüler. Aynı yerde bir de otel var. Hamam, topraktan fışkıran sıcak
su kaplıcasının üzerine kurulmuş.
Kendi odalarımıza çekildik, hemen
üstümüze başımıza çeki düzen verdik ve yöneticilerin bizim otelde onurumuza verdikleri
yemeğe indik.
Yemek son derece canlı geçti. Ta
baştan beri basit ve içten konuşma tarzı, resmi tumturaklılığın ve şekilciliğin
izlerini kaldırmıştı ortadan.
Görünüşe göre bizim Türkiye’ye karşı davranışlarımızla
ilgili sorunlarla ilgileniyorlardı daha çok. Heyetimizin görevlerini az çok
bildikleri anlaşılıyordu. Özellikle bize düşman olanların (Rus göçmenleri,
dağlılar ve ötekiler) doğurduğu konular üzerinde konuştuk. Bu yüzden, inanılmaz
bir yığın saçma sapan konuşmalardı bunlar. Özellikle Rusya'daki yaşantıyla
ilgileniyorlardı: Kadınların durumu, evlilik durumu, ev yaşantısı v.s...
Heyetimizin bütün üyelerini, özellikle kızılordu mensuplarını ve bizim
birbirimize karşı davranışlarımızı yakından izliyorlardı. Yemek şöleni
sırasında adet olduğu gibi kızılordu mensupları dahil, tüm heyet üyeleri
bulunuyordu. Böyle davranışlar, anlaşılan başlangıçta biraz şaşırtmıştı onları.
Ama sonra bu durumun görev sırasındaki disiplini hiç etkilemediğini ve üstlerin
verdiği emirlerin hemen yerine getirildiğini görünce bunu bile iyi buldular.
Doktor Fikri Beyin açıkladığına göre onların ordusunda, şimdi de, eskiden
olduğuna oranla büyük değişiklikler ve devrimler yapılmış. Subayların askerlere
karşı davranışı da ha da basitmiş. Tıpkı subayların kendi aralarındaki astlık üstlük
durumuna benziyormuş. Mustafa Kemal Paşa' nın Havza’ya gelişini anlattılar.
Burada tedavi için iki hafta kadar kalmış. Bizim evsahiplerinin anlattıklarına
göre
çok alçakgönüllü bir yaşantısı varmış.
Teklifsizce şehirlileri ziyaret etmiş, askerler arasında, özellikle basit halk
arasında dolaşmış ve bu davranışlarıyla büyük ün yapmış. Halk arasında yalnızca
«Paşa» adıyla tanınıyor.
Padişaha karşı takındıkları tavır da
pek ilginç. Ona özel bir duygu beslemiyorlar, ne kin, ne de sevgi duyuyorlar. Geçen
yılkı kardan ne denli söz ediyorlarsa ondan da o kadar söz ediyorlar. Bu
duygular yalnızca şimdiki padişah Sultan VI. Mehmet’e(37) karşı değil, genel olarak
sultanlık yönetimine karşı. İnsanlar son üç yıldır sultansız yönetilmeye ve o
olmadığı zaman temelin sarsılmayacağına alışmış. Şu kesinlikle anlaşılıyor ki,
padişahlık Anadolu halkı arasında tam olarak ölmediyse bile iyice sarsılmış.
Sohbet gecenin geç saatlerine değin
sürdü. Karşılıklı, kendimizi oldukça rahat hissediyor ve her konuda tam bir
dostluk, yakınlık kuruyoruz. Zamanın geç olmasına rağmen buradaki banyoya
gitmek istiyorum. Bu banyo, daha önce söylediğim gibi, kaynar su kaplıcasının üzerine
kurulmuş. Tüm Anadolu'da ün yapmış bir yer. Kaynak bir tane ama çok zengin.
Yirmi dört saatte 20.000 kova kadar fışkırıyor Kaynağın çıktığı toprağın önünde
üstü kapalı bir havuz yapılmış. Su buradan borularla hamamlara (3 tane) ve
öteki kurumlara gidiyor. Suyun sıcaklığı havuzdayken 50 - 55 derece, ama tam
topraktan çıktığı noktada 60 derece kadar. Hamamdaki büyük müşterek havuzda 30
- 37 derece arasında oluyor. Özel banyolarda ise daha yüksek, 40 derecenin
üstünde. Yıkanabilmek için biraz soğuk su katmak gerekiyor, başka türlü yıkanma
olanağı yok.
Doktor Fikri Bey'in söylediğine göre
kaynak, magnezyum ve demir yönünden zenginmiş. Ama anlaşıldığına göre doğru bir
analizi yapılmadığından ne o, ne de Havza'da bir başka kişi bunu kesin olarak
bilemiyor. Suyun tadı da çok hoş. Soğutulmuş olarak, içme suyu diye de
kullanılıyor. Doktorlar mide ve barsak hastalıklarına iyi geldiğini
söylüyorlar. Havza hamamlarında, hastane gibi, hastaların, özellikle katarlı
hastaların bolluğu dikkatini çekiyor insanın.
Yazık ki hamam her türlü, en ilkel
konfordan bile yoksun. Bir ısıtma düzeni bile yok. Hadi, kaynar su kaynağı olmasa
yakınında neyse. Ayrıca bir boru hattı döşenseydi, başka hiç bir şeye gerek
kalmazdı. Gerçekten de banyodan 40 derece sıcaklıktan çıkıyorsunuz ve soyunma odasına
gidiyorsunuz. Orada sıcaklık ancak 4 -5 derece; fazla değil. Döşeme her yanda
taş; bu da ısı; farklılığını daha çok artırıyor.
Tellâklarla konuştum. İşleri çok ağır.
Günde 12 saat çalışıyorlar. Patrondan ücret almıyorlar. Müşterilerden çamaşır
karşılığında aldıkları bahşişlerle geçiniyorlar. Hamamda çok sayıda çamaşır
kullanılıyor. Yalnız çarşaf değil, türlü büyüklük ve biçimde Türk el işi yapımı
havlu kullanılıyor. Bir kişiye (kişinin önemine göre) 6 ile 12 arasında havlu
veriliyor.
Şahane bir gece geçirdik. Çok iyi
uyuduk ve dinlendik. Sabah saat 10'a doğru yola çıktık. Tüm memurlar ve çok
sayıda meraklı kalabalığı geldi uğurlamaya. Bize öylesine yakın ilgi
gösterdiler ki, kendimizi, sanki kendimizden kişiler arasında hissettik...
Rahat edebilmemiz için özellikle Doktor Fikri Bey koştu durdu.
Yol Havza’dan sonra bir kıvrım yapıyor
ve oradan Tersakan - Su (eski adı Şeytan Deresi imiş) deresinin yüksek kıyısı
boyunca ilerliyor. Ama ben yolu kısaltmak için her zamanki gibi konvoydaki
askerlerle dosdoğru, kestirme yoldan gittim. Boğazda, nehir boyunca
uzunlamasına ilerledik epeyce. Belki on beş kezden fazla ırmağın geçit verdiği
yerlerden karşıya geçmek zorunda kaldık. Su, coşkun aktığı yerde oldukça bol,
ama geçitlerde derin değil. Atların karınlarından yukarı çıkmıyor. Küçük küçük
köylerden geçiyorduk. Bu köyler daha çok çiftliklere benzeyen köyler. İşe yarar
toprak çok az.
Buğday, nohut ve fasulye ekiyorlar.
Bazı evlerin önünde bahçeleri var. Burada ayva, vişne, ceviz, armut, erik
ağaçları yetişiyor. Üzüm yok, çünkü üzüm için çok yüksek burası. Küçük arı
kovanları da gördüm. Havza bölgesi balıyla da ün yapmış.
Havza'dan çıktıktan 7 verst sonra şose
de ırmak kıyısına iniyor ve yüksek kıyı boyunca ilerliyor. Burada boğaz daralıyor
ve tüm çevre şahane bir güzellikle gözler önüne seriliveriyor. Aşağıda,
kendisine katılan derelerle iyice büyüyen nehir köpükler saçarak kükrüyor, iki
tarafta tepeleri karla örtülü muazzam kayalar dimdik yükseliyor göğe doğru.
Gün, ta sabahtan beri çok güzel. Gökte tek bulut bile yok. Sabahleyin biraz serindi,
ama Havza plâtosundan bizi uzaklaştıran her verstte, giderek artan ısı, iyice
ılıklaştırmıştı ortalığı. Hele saat öğlenin ikisi olduğunda tamamen sıcaklık
bastırmıştı. Biz de bu arada Amasya kentine. Yeşil Irmak nehrine doğru akıp giden
Tersakan - Su’yu solumuzda bırakmış, nehrin çıktığı büyük ovaya doğru
sapmıştık. Bu ovanın ortasındaki düz yükseklikte, bizim bugünkü yolculuğumuzun
uğrağı olan Merzifon kenti kurulmuş.
Yol boyunca karşılaştığımız canlılık
bugün dünkünden daha fazlaydı. Sık sık eşek kervanları, bazan deve ve daha az
olarak da at kervanları görüyoruz. Arada 20 30 tane, öküz koşulu, iki
tekerlekli yük arabası da gördük. Bu arabalara burada «kağnı» diyorlar. İlkel
bir biçimde yapılmış. Ağaçtan bir dingil, parmaksız, dümdüz tekerlekler,
çok az yük alabilen bir gövde. 5 -7 pud arasında yük koyuyorlar, daha çoğunu
değil. Bu arabanın yaklaştığını ta uzaklardan anlayabiliyorsunuz kağnının çıkardığı
o tekdüze sıkıcı sesten.
Samsun'a arpa, un, yün, deri ve
yumurta götürüyorlar. Oradan da gaz, tütün, kibrit, manifatura ve tuhafiye malları
getiriyorlar.
Merzifon'a yaklaştıkça arazi daha
verimli ve zengin bir görünüm kazanıyor. Her yer buğday tarlası, çoğu da ekilmiş.
Birçok yerde çift sürüyorlar. Köylülerle konuştum ve tarım aletlerini inceledim.
Hepsi de son derece ilkel.
Tarlayı daha çok bir çift öküz, bazen
da manda koşulu karasabanla sürüyorlar Karasaban'a burada «saban» diyorlar;
hatta çoğu zaman demir ucu bile bulunmuyor sabanın ve sert ağacın sivriltilmiş
ucu bu ödevi görüyor. Bu tür sürüşte yalnızca toprağın üstteki kabarık tabakası
kaldırılabiliyor ancak. Bizdeki gibi tırmık hiç kullanılmıyor. Onun yerine
toprağın daha fazla kalkması için özel bir gereçten yararlanıyorlar. Buna
«talpam» diyorlar ve ters «L» harfi gibi birleştirilmiş iki tahta sırıktan
oluşuyor. Toprak kırmızı kumlu kil ve
çok taşlı. İşlemenin ilkelliğine rağmen ürün iyi. Bire 10, 12, 15, hattâ daha
yüksek veriyor. Bizim kızılordu mensupları özellikle şuna çok şaşırdılar:
Türkler bu toprağı ekiyorlar ve iyi ürün alıyorlar. Oysa kendileri Rus ve
Ukrayna ölçülerine göre hesaplayarak «düşük» bulmuşlardı bu toprağı.
Birkaç köye uğradık. Bu köylerden
birinin Kürt köyü olduğu görülüyordu. Hepsi de son derece yoksulluk içinde.
Erkekleri gitmiş ve korkunç bir sefalet hüküm sürüyor. Ama yine de her yerde
ekmek var. Gerçi bol değil, ama yine de var. Binaların yapılışı bizim
Türkistan’daki Kırgız kışlaklarına benziyor. Yalnız Türkistan’ın özelliği olan
üstü açık hayvan ağılı yerine evlerin çoğunda üstü kapalı ağıllar var. Tüm köylü
evlerinin ön kısmını oluşturuyor bu. Böylece, eve girmeden ilkin ağıla giriyorsunuz.
Bu bölgedeki köylü evleri tek katli;
taştan ve kilden yapılmış. Çoğu hemen toprak yarı kazılarak inşa edilmiş. Hemen
her evde iki bölüm var: Erkekler ve kadınlar bölmesi. Döşeme de yok evlerde.
Duvarın dibinde çamurdan bir yükselti var. Bu yüksek yerde minder, keçe ve
palassı (yuvarlak oldukça sert bir yastık) bulunuyor. Duvarlardan birinde ocak
oluyor. Hemen hemen hiç mutfak eşyaları yok.
Topraklarının az oluşuna köylüler
üzülmüyorlar. Toprak yeterli olsa bile onun hakkından gelemezler nasıl olsa. Büyük
bir gevşeklik seziliyor. Bunda, aralıksız süren, köylüyü toprağa kesinlikle
bağlayan, sakin, sessiz emeğin varlığına olan inancı öldüren savaşın, etkisi
olduğu söyleniyor. Zaten savaşta erkek işçilerini yitiren tüm ailelerde aynı
yoksulluk gözden kaçmıyor. Bu ailelerin sayıları da pek çok. Kadın emeği her
yerde en başta geliyor. Kadınlar köylerde oldukça serbestler. Aynı köyde olanlar
birbirlerinden kaçınıp örtünmüyorlar. Yabancılarla karşılaşınca yüzlerinin alt
kısımlarını bile örtüyle örtüyorlar, ilk anda görgü kuralı olarak... Hepsinin
de giysileri çok kötü.
Beni şaşırtan bir şey de şuydu Hemen
hemen tüm köylüler, ülkedeki işlerin durumu hakkında oldukça doğru düşüncelere
sahipler. Rusya hakkında da bir şeyler biliyorlardı. Hepsi de şimdi Rusya'nın
onların dostu olduğunu biliyor ve bundan hoşnut gözüküyorlardı. Sık sık onlara
yardım için Kızıl Ordu’yu getirip getirmediğimi soruyorlardı. Savaştan herkes
yorulmuş, bitkin düşmüştü. Herkes dert yanıyor, bir an önce barış olmasını
istiyorlardı. Ama aynı zamanda çoğunda kurban olarak gitmenin gerekliliği bilinci
vardı. Yenilmiş Rumlarla bir arada kalamazlardı. Bütün bunlar, şu anda
Anadolu’da süren savaşı düşündüğümüzde daha iyi anlaşılır. Savaş, sözcüğün
anlamındaki gibi değildir. İki halkın umutsuzca ölüm kalım için dövüşmesidir.
Birbirlerini tümüyle imha etmeyi amaçlar. Sağlık koşullarının elverişsizliğine,
tüm tıbbi yardımın yokluğuna rağmen köylüler görünüşe göre pek hastalığa yakalanmıyorlar.
Türk köylülerinin beden yapısının çok sağlam ve dayanıklı olduğu anlaşılıyor.
Bu son yıllarda salgın hastalıklara da rastlanmamış. Yalnız bazı çukur
bölgelerde sıtma salgını baş göstermiş. Orta Anadolu Bölgesinin çoğu kesimleri
deniz seviyesinden oldukça yüksek olduğundan ve dağsal karakter gösterdiğinden
sağlam bir iklimi var. (Sayfa: 45 - 60)
(…)
Çağdaş Türkiye’nin içinde bulunduğu
durumu az bilen Türkiye'de birbirine düşman iki hükümetin, başında Padişahın
olduğu İstanbul Hükümeti (3C) ile Ankara Hükümetinin bulunduğunu bilen bir kişi
için bir İstanbul memurunun Anadolu'ya «görevle» gelişi tuhaf gelebilir.
Başlangıçta bana da biraz tuhaf gelmişti. Gerçekte ise bir Türk için bunda
kuşkulanacak, ya da yadırganacak hiç bir şey yok. Gerçek olan şu: İstanbul
Hükümetinin etkinliği kalmamış. İstanbul’da bile gücü azalmış. Memurlarının büyük
çoğunluğu artık onu değil, Ankara Hükümetinin sözünü dinliyor. Hattâ İstanbul
Hükümetinin kadrosunda Ankara’ya bağlı memurlar bile var. İşte ancak bunlar bilindikten
sonra anlaşılabilir burada tanıştığımız, İstanbul'daki Türk Genel Kurmay’ının
ikmal kısım amiri olan Şevket Paşa'nın T.B.M.M. Hükümetinin egemenliğindeki Anadolu'ya
gelişi, kendine bağlı birlikleri ve onların işlerini denetlemesi. Tabiî yine
Ankara Hükümeti adına yapılıyor bu denetim, kuşkusuz. Zaten hemen her konuda böyle
oluyor. Ve İngilizler İstanbul'daki Türk devlet dairelerindeki baskılarını
artırdıkları oranda. Ankara Hükümetinin sözü daha da geçerli oluyor. Örneğin
İstanbul Askeri okulları ve subaylar, Mustafa Kemal'in ordusuna katılıyor,
İngilizler bununla vahşice savaşıyorlar, ama… İngilizler ne denli uyanık
olurlarsa olsunlar, bunu tam izleyip engel olamazlar. İstanbul'daki durum da
gitgide her yönüyle çatırdıyor.
Bu arada Türkiye’nin her kesimindeki
halktan, İngilizlere karşı duydukları öfkeyi işitmek mümkün... (Sayfa:64)
(Bölüm Sonu)