Samsun, güzel Samsun, eskiden beri çileli bir şehirdi.
Buğday yetiştirecek tarlaları kıttı. Mısır yetiştirecek suyu yoktu. Doksan üç
savaşında Kırım'dan gelen göçmen Tatarlar, bu şehri ilk kez adamakıllı darlığa
düşürmüştü. Deniz kıyısının gümüş kumsalları üzerine kurulan şerit gibi bir
sıra tahta barakalarda barınan Kırımlılar, halleri vakitleri biraz düzelince
Samsun'un yamaçlarındaki Rum ve Ermeni mahallelerine yakın yerlerde küçük tuğla
evler yapmış, deniz kıyısını boşaltıp gitmişlerdi.
Arkasından Balkan Savaşı çıktı. Samsun, bir kez
daha göçmen kafileleriyle dolup taştı. Bu aç, yoksul, kırmızı kuşaklı, yeldirmeli,
sarışın Avrupalı kardeşler, yoksul Samsun'un güzel görünüşüyle bir türlü
doyamadılar. Tatar kardeşlerinin boşaltıp kaçtığı evlerde açlıktan ve
hastalıktan kırılıp giderken Birinci Dünya Savaşı çıktı. İşte, o zaman çileli
Samsun, en korkunç günlerini yaşamaya başladı.
Rus ordularının eline geçen Trabzon bölgesi
insanları, göçmen olup yollara düştüler. Tifüsten, koleradan, veremden ve
sıtmadan kırıla kırıla Samsun'a vardılar. Öldürücü hastalıklar, açlıktan bir
deri bir kemik kalmış Samsunluları sinekler gibi kırıp geçirmeye başladı.
Rumlar ve Ermeniler, Samsun'un bu mutlu ve zengin insanları, daha önce itilâf
hükümetlerince kötü yollarda Türkiye aleyhine kullanılmak istendiklerinden
yerlerinden oynatılmışlardı. Şehrin nüfusu çoğalır gibi oluyorsa da, her gün yüzlerce
ölü taşıyıp kazılmış çukurlara atan çöp arabaları, bunların sayısını azaltıp
duruyordu. Yeni doğmuş yavrular, sütsüzlükten çabucak dönülmez yolculuğa
çıkıyor, erkekleri cephelerde can veren ev kadınları, ölü çocuklarını, bahçelerinde,
ya da sahipsiz topraklarda kazdıkları çukurlara gömüyorlardı. Takatsiz mezar
işçileri, derin çukurlar kazamadığından ölüler aç köpeklerin pençeleriyle
çıkarılıp parçalanıyor ve iştahla yeniyordu. Issız mezarlıklarda sahipleri
kaybolmuş sürülerle köpek, karanlık geceleri korkunç ulumalarıyla dolduruyor,
mezbahanın dolaylarında yuvalanmış serseri köpekler, kudurarak hem
birbirlerini, hem de oradan geçen yolcuları parçalıyorlardı. Ormanlarda da kudurmuş
kurt, çakal ve tilkiler dolaşıyor, yolları şehre uğrayınca köpeklerle bir ölüm dirim
savaşına tutuşuyorlardı.
Samsun Belediyesi, kuduzun önüne geçmek için on yaşındaki
çocukların eline zehirli et parçaları veriyor, her yanda zehirlenmiş köpekler,
kıvranıp duruyor, kuduz salgınının ve köpek ulumalarının ardı arkası bir türlü
kesilmiyordu.
Bu da yetmiyormuş gibi Rus savaş gemileri, çileli Samsun'u
kaç kez topa tutmuş, birçok canlara kıymış ve yoksul halkın yüreğini ağzına
getirmişti.
Birinci Dünya Savaşı'nın sonlarına doğru
Samsunlular, tam anlamıyla bitkin bir haldeydiler. Rusya'da patlayan Bolşeviklik
ihtilâli, Trabzon bölgesinden Rus ordusunun çekilip gitmesini sağlamış ve
oradan gelmiş olan göçmenlerin sağ kalanları memleketlerine dönmüşlerdi. Yalnız,
dağlarda Pontosçu Rum çeteleri kuvvetlenmeye başlamış, şehri çepeçevre
çevirmişlerdi. Suyu, Murat ırmağının kaynaklarına yakın yerlerden kapalı
harklar yoluyla gelen Samsun halkı, yeni bir korkuyla karşı karşıya gelmeye
başlamıştı. Halk, aç olduğu gibi susuz da kalmaya mahkûm olmanın yolu
üzerindeydi. Her gün, halkın
ağzında dolaşan söylentilere göre Rum ve Ermeni
çetelerinin suları zehirleyeceğinden korkuluyor, bu yüzden birçok günler halk,
susuz kalmak pahasına çeşmelerden su doldurmaktan çekiniyor, şurdaki burdaki su
sızıntılarından yararlanarak su gereksinimini gidermeye çalışıyordu.
Şehrin bütün işe yarar erkekleri Enver Paşa'nın
Allahüekber dağlarından aşırmaya çalıştığı o yüz bin kişilik «meşhur» ordu ile
kar fırtınaları içinde, ya da Muş'ta, İran, Ermenistan sınırlarında ve karlı
buzlu Erzurum yaylalarının korkunç soğuğu altında donmuş, yeryüzü güneşinin tatlı
ışıklarından ve yeşil köylerinin mutlu güzelliklerinden yoksun bir karanlığa
gömülüp gitmişlerdi. Şehrin bedel verebilen varlıklı birkaç bin kişisinden
gayrı her ev, erkeklerinin en yiğitlerini o sonsuz karanlığa yolcu etmiş, şimdi
de kimsesiz ve umarsız, açlığın, hastalıkların, zehirlenmek, dağda bayırda
tutulup öldürülmek korkusunun elinde yardımsız kalmış inleyip duruyorlardı.
Cephelerde, ancak çoluk çocuklarını felâketlere
emanet edebilmek için can veren yiğit Samsun erkeklerinin çocukları,
sokaklardan toplanarak Ermeni mahallesinin boş okul ve evlerinde kurulan
Darüleytam adlı öksüz yurtlarına doldurulmuş, bu kez de orada açlık ve yoksulluktan
öldürülmek üzere yüzüstü bırakılmışlardı. Ayrı ayrı iki Darüleytam'da kız ve
erkek olarak iki bin çocuk kapatılmış, sadece umutla yaşatılmaya çalışılıyordu.
Açlıktan ne yapacağını şaşırmış bu çocukların en güçlüleri, en acar ve afacanları
duvarlardan atlayarak hırsızlıkla karnını doyurmak için şehre dağılıyor,
tutularak yeniden getiriliyor, ya da açlık şehitlerinin çocukları
Darüleytamların sayısını arttırmak üzere toplanıp buraya depo ediliyordu. Bin
öksüz kızın sayısı son günlerde hızla azalmaya başlamıştı.
Şehrin paralı erkekleri için bunlar ucuz birer zevk
matahı haline geldiğinden bol bol evlâtlık alınıyordu. Gözü açık kimi kadın ve
erkek kişilerin elinde bir gelir kaynağı haline getiriliyorlardı. Savaş bitip
de hükümet büyükleri sınır dışına kaçtıktan sonra, Darüleytamlar birdenbire bir
maden ocağı gibi çökmüştü. Bin kızdan kala kala yirmi otuz kişi, erkek
öksüzlerden de yüze yakın çocuk kalmıştı. Ancak, Darüleytamları besleyen
tahsisat birdenbire kesilmiş, İstanbul'dan, Rusya'dan ve dağ başlarından dönen Rumlar
ve Ermeniler, eski evlerine, kiliselerine, okullarına sahip çıkmaya, Türk
öksüzlerini kapı dışarı ederek buralara Rum ve Ermeni öksüzlerini yerleştirmeye
başlamışlardı. En son kalan kırk elli kişilik bir çocuk grubunu açlıktan
kurtarmak üzere Samsunlu tüccarlar davranmış, onların başlarına Cevat adlı genç
bir adam koymuş, yiyecek ve içeceklerini vererek onları ölümden kurtarmaya çalışmışlardı.
İşte. Mustafa Kemal, Samsun'a ayak bastığında, dört
korkunç savaş yılında can veren sayısız Türk askerinin öksüzlerinden arta kalan
birkaç kız ve erkek çocuk, belediyenin karşısındaki medreseye kapatılmış
durumdaydı.
KAYNAK: Kutsal İsyan-II, Hasan İzzettin
Dinamo, Tekin Yayınevi 1986, Sayfa:58-61
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder