ESERİNDE SAMSUN VE BAĞDAT YOLU
İZLENİMLERİ
/Dilek TAŞ
Araştırma Görevlisi, Ondokuz Mayıs Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Tarih Anabilim Dalı
KAYNAK: https://www.ktu.edu.tr/dosyalar/karen_3a1ed.pdf
Giriş
Seyahatnameler çok eski
zamanlardan günümüze kadar değerini koruyan, içerdiği bilgi ve tasvirlerle
günümüz araştırmacılarına ışık tutan değerli kaynaklardır. Kadim zamanlardan
günümüze değin, daha çok üst düzey ordu mensupları, tüccarlar, din görevlileri,
elçiler şeklinde örneklendirebileceğimiz, eğitimli, ufuk sahibi ve belirli bir
amaç doğrultusunda yaşamını sürdüren kişiler, seyahatlerini kaleme alarak
ölümsüzleştirmişlerdir. Yeni dünya düzeninin kurulmaya çalışıldığı 19. ve 20.
yüzyılda, bilhassa sömürgeleştirme gayretlerine hizmet edecek şekilde, askeri
personelin görevlendirildiği ve farklı coğrafyalar hakkında seyahatname adı
altında kayıtların tutulduğu anlaşılmaktadır. Bu çalışmaların bazıları tam
anlamıyla resmi rapor niteliğindedir, bir kısmı ise genel okuyucuya hitap
edecek şekilde kaleme alınmıştır. Çalışmamızda incelenecek olan William John
Childs’ın “Across Asia Minor on Foot” isimli kitabı, Samsun’dan İskenderun’a
yolculuğu esnasındaki gözlemlerini ihtiva eden, seyahatname kapsamında değerlendirilebilecek
ikinci gruba giren bir eserdir.
Childs, kitabının önsözünde
yolculuğunun yaklaşık 2000 km (1300 mil)’lik bir mesafeyi kapsadığını, tamamını
yürüyerek kat ettiğini, bunun beş ay gibi bir süre içerisinde
gerçekleştirildiğini ancak bu sürenin 54 gününde aktif olarak yolda olduğunu
belirtmektedir. Samsun’dan yola çıkan Childs’ın güzergahı ana hatlarıyla
Merzifon, Amasya, Tokat, Sivas, Kayseri, Nevşehir, Karaman, Konya, Mersin,
Adana, Maraş, Gaziantep, Kilis, Halep şeklinde ilerleyerek İskenderun’da son
bulmuştur. Güzergahın tren, bisiklet hatta motorlu araçlar olmak üzere farklı
taşıtlarla ulaşım imkanına sahip kısımları olmasına rağmen Childs, daha detaylı
inceleme yapmak ve deneyim kazanmak için kendisinin yürümeyi tercih ettiğini
vurgulamaktadır. Çoğunluğunu kendisinin çektiği çok sayıda fotoğraf, eserdeki
tasvirleri tamamlar nitelikte ve kayıtlı görseller olarak ayrıca bir değer
taşımaktadır.
Resim 1. Childs’ın Seyahat
Güzergâhını Gösteren Harita
Kitap, 1917 yılında Edinburg
ve Londra’da basılmıştır. Eserin Amasya ile ilgili olan bölümleri, Ali Tuzcu
tarafından “Seyahatnamelerde Amasya” isimli eserinde çevrilmiştir.1 Eserin
tamamı ise Füsun Tayanç, Tunç Tayanç tarafından çevrilerek 2017 yılında
yayınlanmıştır2. Eser, 2013 yılında araştırma amacı ile ziyaret edilen
Londra’daki Royal Society for Asian Affairs kütüphanesinde incelenmiş ve daha
sonra bir çalışmada kullanılması niyeti ile Samsun’un bahsedildiği bölümün
kopyası alınmıştır.
Çalışmamızda bu orijinal nüsha
kullanılacaktır3 ve dipnotlar orijinal nüshadan verilecektir ancak
karşılaştırma sağlanabilmesi açısından çeviri eserdeki bölüm sayfaları ilgili
kısımlar dipnotta belirtilecektir.
Çeviri kitabın arka kapağında,
yazarın Britanya Amirallik Dairesi’nde bir istihbarat subayı olduğu bahsedilmektedir
ancak İngiltere Ulusal Arşiv katalogları taranmış, bu bilgiyi destekleyen bir
resmi evraka ulaşılamamıştır.
Eserde seyahatin ne zaman
gerçekleştiği konusunda bir tarih verilmemektedir. Sadece önsözde, “İtalya
Savaşı zamanıydı” yazmaktadır. Kütüphane nüshasına eklenen bir mektupta
seyahatin 1911 sonbaharı ile 1912 ilkbaharı arasında yapıldığı
belirtilmektedir. Çalışmamızda bu eserin ilk bölümlerini teşkil eden Samsun,
Çakallı, Havza ve Merzifon bölümleri incelenecek, 1911 sonbaharında tasvir edilen
yolculuk hatıraları değerlendirilecektir. Yazar eserinde, bazı kelimeleri
italik olarak Türkçe kullanımları ile yazmıştır. Bunları belirtmek için bu
kelimeler çalışmamız içerisinde tırnak içerisinde veya italik yazılmıştır.
Seyahati süresince “Handbook for Travellers in Asia Minor”5 isimli eseri pusula
gibi kullandığını ve eserde sunulan bilgilerin hiç hata barındırmadığını ifade
etmektedir.
Samsun’a Varış
ve İlk İzlenimler
Ekim ayının ortasında,
İstanbul’dan iki günlük yolculuk ile Samsun’a ulaşan Childs, deniz yolculuğunu
Avusturya Llyod firmasının posta gemisi ile gerçekleştirmişti. Sert poyraz ve
Rusya steplerinden gelen soğuk hava koşulları ile zor bir yolculuk olmuştu.6
Samsun’a vardıklarında kıyıya yaklaşmak için beklerken, arkalarında bulunan
Jamaika ve Avonmouth7 arasında muz taşıyan bir Türk şilebinden bahsetmektedir.
Geminin güvertesinde kaptan ile yaptığı konuşmanın bir kesitinde, gemide
seyahat eden tek İngiliz olarak kaptanın kendisine “İngilizlerin yaptığı yeni
liman için Trabzon’a gidip gitmediğini sorduğunu” ve ‘Samsun’ cevabını
aldığında “Samsun’a da yeni liman yaptıklarını” belirtip, “Limanları yapıyorlar
ardından Güney Afrika’daki altın madenleri gibi ‘Bunlar bizim’ diyorlar”
açıklamasını eklemekteydi.8 Gemi kaptanı, Childs’ın bir İngiliz olarak sadece
heves için böyle bir yolculuk yapmasına inanmadığını “Siz bir İngiliz’siniz.
Tamamen kendi hevesiniz için gidiyorsunuz?” şeklindeki imalı sorusu ile
belirtmişti. Ardından “Lord Bill adında başka bir İngiliz’in, İran’dan
Trabzon’a kadar at üstünde seyahat ederek daha yeni geldiğini, buradan, buharlı
bir geminin onu İstanbul’a götürdüğünü ve oradan Calais’e9 kadar yine at
üstünde gittiğinden” bahsederek, “Paris, Berlin ve Viyana heves için olabilir;
ama bu ülke asla!” şeklindeki uyarısını ekledi. Ancak Childs, kaptanın emeklisi
yaklaşmış biri olarak bu görüşlerinin önyargılı olduğunu vurgulamaktaydı.10
Yazar, Türkçe yer isimlerinin tarihi olarak bilgilendirici olmadığını
bahsetmekte, örneğin Dört Yöl kelimesinin sadece dört yolun kesişme noktasını
ifade ettiğini açıklamaktadır.11 Bununla birlikte, haritasının da yardımıyla
Onbinlerin Dönüşü’ne kadar geriye giden tarihi izleri araması, bu dönemde
bölgede yaşayan Rum halkın özleminin tersine entelektüel bir inceleme gibi
kabul edilebilir.
Childs, Akdeniz ve Ege’deki
yerleşimleri Avrupa’nın kıyı şeridinde yer alan şehirlerle coğrafi olarak
karşılaştırdığı uzun tasvirlerin ardından, dağların kıyılara çok yakın olmasını
vurguladığı şu açıklamayı yapmaktadır: “Yunanistan, İtalya ve Norveç sahillerinde
ya da diğer herhangi dağlık bölgelerde, dağların kendileri daha içerde gibi
görünmektedir. Fakat muhteşem Küçük Asya yarımadasının üç tarafını seyahat
ediyorsunuz ve duvarlarla çevrili gibi hissediyorsunuz.”12 İç bölgelerin
yeterince bilinmediğini, dağların arasından sahile gelen yollarla
ulaşılabildiğini detaylı bahsetmektedir. Amanos Dağları’ndan Belen Geçidi ile
Akdeniz’e inen yolun, Kastamonu’dan İnebolu ormanları ile Karadeniz’e ulaşan
yol ile çok benzediğin değinen yazar, Sinop’un eskiden önemli bir Yunan kenti
olduğunu ve Karadeniz’den içeriye doğru bir yola sahip olduğunu aktarmaktadır.
Ancak tüm bu yolların Samsun’dan içeriye doğru giden Bağdat Yolu kadar büyük
olmadığını vurgulamaktadır.
Güverteden Samsun’a doğru
bakarak bu yolu şu şekilde tasvir etmektedir:
“İstanbul’un -yaklaşık- 640 km
(400 mil) doğusunda, dağlardan aşağıya doğru kıvrılarak inmektedir. … Mısır ve
tütün tarlalarının arasından bir görünüp bir kaybolmakta, kıvrıla kıvrıla
inmekteydi. Yoldaki trafiğin tozları görünmekteydi. Daha sonra zeytinliklere
doğru inmekte ve en sonunda sahildeki taş döşeli, kenarlarında ağaçların
sıralandığı Samsun’un ana caddesi ile buluşmaktaydı, Doğu trafiğinin
karmaşasını şehre taşıyordu. Küçük Asya’nın en yoğun anayolu idi. Samsun’dan
itibaren -yaklaşık- 1600 km’lik (1000 mil) yol boyunca Sivas, Malatya,
Diyarbakır, Musul şehirlerinden geçen ve en sonunda Harun Reşid’in halifelik
yaptığı, Denizci Sinbad’ın memleketi Bağdat’a varan, en albenili isme sahip
Bağdat Yolu.”14
Childs, Anadolu’da bir yıl
geçirdiğini ve bu süre zarfında kuzeydeki bu bölgede birçok kez seyahat
ettiğini bahsederek eklemektedir: “Demiryollarından yoksun geniş bir doğu
ülkesinin otoyol yaşamını görmüştüm; garip tekerlekli araçlar, kervanlar,
köylüler, dilenciler, çingeneler, kaçakçılar, askerler, dervişler, zincirlenmiş
mahkumlar.” Bu deneyimlerinin kendisinde bıraktığı etki ile daha fazlasını
yapmayı isteyerek bu yolculuğa çıkmaya karar vermişti.15
“Samsun yollarında 24 saat
geçirdikten sonra, denizin sakinleşmesini beklerken yolcular kayık yardımıyla
sahile taşındılar. Teknemiz beklenen şekilde karaya çıkış yapamadı ve
dalgaların bıraktığı yere gitti; gümrük memurları, polisler ve seyirciler
aceleyle bizi yakalamak için geldiler. Eski bir Yunan şehri olan Amisos’un 1,60
km (1 mil) kadar doğusuna çıktık. … Bir zamanlar Sinop’tan fazla öneme sahip
Amisos’dan geriye, bomboş yamaçta küçük kırık bir duvar şeklinde, limanının
kalıntıları haricinde hiçbir şey kalmamıştır – hatta adı bile yörede neredeyse
tamamen unutulmuştur.”16
Samsun’da
“Samsun birkaç kilometre sarı
bir kumsal boyunca uzanır ve banliyöleri, eteklerinde dağınık beyaz evlerin
bulunduğu arkadaki tepelerin yamaçlarına kadar uzanmaktadır. Denize bakan
meydan veya marina yoktur. Ofisler, depolar ve kıyılar dalgaların izin verdiği
kadarıyla arkaları kıyıya yaslanmıştır ve önleri, deniz kenarı ile paralel
uzanan caddeler ile dar yollara bakmaktadır. Şehir ticarete odaklanmıştır ve
hoş vakit geçirmeye dair hiçbir istekleri yoktur. Bu şehir, refahın istisna
tutulduğu bir ülkede, buna sahip olmakla gurur duymakta ve daha iyisi için
çabalamaktadır. Ancak ne bir limanı17 ne de bir demiryolu vardır.”18
“Türklerin ilgisizliğine
rağmen yaklaşık 400,000 kişi19 ile günümüzde büyüyen bir şehir. Arkalarında
geniş ve verimli bölgeleri olmayan, iç bölgeleri ile erişimi, zorlu yüksek
geçitlerle sağlayan Sinop ve Trabzon gibi olası rakiplerine rağmen Samsun,
dünyada eşi bulunmayan mısır tarlalarının yer aldığı, Küçük Asya’daki en
değerli tütün bölgesi olan ve aynı zamanda büyük kömür rezervlerinin bulunduğu,
İngiltere kadar muhteşem zengin bir bölgenin erişilebilir bir limanıdır.
Bölgenin fiziki özellikleri de Samsun’un bir liman olmasına uygundur. Büyük
vadilerin genel eğilimi, kapı gibi geçitlerin düzenli yerleşimi, geçitlerin alçak
olması, bunların hepsi liman ve arkada kalan bölgeyi birbirine bağlayan rotayı
diğerlerine kıyasla kolay yapmaktadır. Limanın ve elverişli demiryollarının
inşasından sonra Samsun, Rusların kaçınılmaz etkisinde kalacak, Karadeniz’in
güneydeki Odesa’sı olacaktı.” 20
“Bu arada şehir, bugünkü
zenginlik derecesine esas olarak Bağdat Yolu nedeniyle erişmiştir. Bu chaussee
[şose] üzerinde, Türkiye’de ve Asya’da en uzun ve en önemli yoldur; bütün
ticari metalar liman ve iç bölge arasında gider, gelir. Fakat Doğunun
anayolundaki bu trafik, yavaş, hantal ve olağanüstü derecede resmedilmeye değer
ve ihracat sezonunun yükseldiği dönemde, Samsun’da, başka bir yerde benzerini
bulmanın oldukça zor olduğu sahneler yaratmaktadır. Kağnılar, vagonlar,
develer, yük atları ve eşekleri, saat 11’de varmaya başlarlar. Gün ortasından
sonra yüzlerce araç ve binlerce hayvan, açık alanları ve caddeleri doldururlar.
Bazıları depoları ararken, diğerleri yüklerini boşaltmakta ya da kendi
sıralarını beklemektedirler; erken gelenler, boşaltıp hanlardan [khans]
çıkmakta ya da hayvanlar, yolların kenarındaki ağaçların gölgesinde
dinlenmektedirler. Bunların arasında kirli beyaz deve sürücüleri, eşek
sahipleri, at sürücüleri, tepelerdeki ve sahildeki köylerden yürüyerek gelen
köylüler, sırma işlemeli kırmızı ve maviler içindeki muhteşem atlılar ve şehrin
kendi insanları, -yaklaşık- 500 km (300 mil) içerisindeki her sınıftan insanı
temsil ediyorlardı ve her renkte, tarzda giysiler giymekteydiler.
Bağırış-çağırışlar, eşeklerin arka kısımları üzerinde ağır çubukların çıkardığı
pat sesleri, eşek çanlarının durmaksızın çınlaması, deve çanlarının derin ve
yavaşça tıngırdaması, öküz kağnısının tekerleklerinin gıcırtısı ve inlemesi.
Tüm bunların hepsinin birlikte kızgın güneşin altında hareket etmesi, durması,
dinlenmesi ve develerin, insanların terleri ve hayvanların, yemek dükkanların
dan, tütün, sarımsak ve deniz kokusu birleşerek dar sokaklarda, cennete
çevirircesine kokmaktaydılar. Bu yol ile Trieste ve Marsilya için buğday, arpa,
un, yumurta kutuları, İstanbul için, tiftik [kumaş] balyaları, yün, tütün,
canlı kümes hayvanlarının kafesleri ve tonlarca ceviz gelmektedir.”21
“İthal ürünlerin taşınması
aynı görüntüyü sergilememektedir; gerçekten de Samsun’da bir ay geçiren bir
kişi, ithalatı fark edemeyebilir. Her şey aynı yoldan gitmektedir ancak iç
bölgelere yolculuk için hepsi erken kalkmak zorundadır. Vagonlar ve gıcırdayan
arabalar, boyunlarında çanlar asılı eşek ve develer, bütün insanlar sıralı bir
şekilde erken şafak vaktinde yola çıkarlar, Samsun’da gün başladığında, yolun
yükseldiği dağın bu yamacında oldukça yükselmiş olurlardı. Bunlar kürek
yığınlarını, demir çubukları ve boruları, dikiş makinesi kutularını, kumaş
balyalarını, Manchester ipliğini ve oldukça çok sayıda gazyağı teneke kutularını
taşırlar. Hatta öküz kağnılarında, dağların üzerinden iç kesimlere doğru
Marsilya’dan çatı kaplama kiremitleri, çelik kirişler, dökme demir su boruları
yavaşça çekilerek götürülmektedir.” 22
Samsun Tütünü
“Yoğun bir liman olmasına
ilave olarak, Samsun benzeri az olan bir tütün şehridir. Denize doğru inen bir
şerit, vadiler ve delta ovaları, bu yörede toplamda hepsi 90-100 km (60-70 mil)
uzunluğunda, eğer olarak sadece Ege’deki Kavala’nın tütünlerine eşit, Bafra ve
Samsun’un ünlü tütün tarlalarını barındırmaktadır. Güneş, toprak ve nemli deniz
havasının bu hassas kombinasyonu, bu sınırlı ayrıcalıklı bölgenin haricinde
bulunamayacak kalitesi ve niteliği ile Samsun tütününü ortaya çıkarmaktadır –
ki bu Bafra’nınkinden bile daha kaliteli kabul edilmektedir. Bu tütünü
üretebilmek için başka yerlerde girişimlerde bulunuldu ki Amerika bunlardan
biriydi. Hatta bu tütünü orada yetiştirebilmek için oldukça büyük miktarda
Samsun toprağı da gönderildi. Fakat yaprakların buraya has özgün yapısı,
Anadolu sahilinin bu birkaç yüz mil karelik alanının dışında asla elde
edilemedi. Bu özel durumundan dolayı tütün, bölgenin başlıca ürünü haline
geldi. Bafra ve Samsun’un bu mahsulden yıllık kazandığı bugün için milyonlarca
sterline ulaşmaktadır. Şehirdeki köylü üreticiler, toptancı depolarından
herhangi bir zamanda yapraklar getirip karşılığında altın alabilmektedir.
İngiliz ve Amerikan alıcıların birlikte yer aldığı ofiste, büyük miktardaki
alımlarının bir kısmını sık sık bu şekilde parlak sarı liralarla günlük 5000
sterlin değerinde ödeme yaparak alırlardı. Ayrıca büyük üreticiler, yetişen
ürünleri karşılığında avans altın alabilirlerdi. Sonsuz kâr ve köylü
çiftçilerin memnuniyeti için yaprak ve altın, mevcut para olarak en kolay
değiştirilebilir şeylerdi.”23
Yunan Propagandası
Childs, bir Türk şehrinde ya
da benzer Türk topraklarında Osmanlı İmparatorluğu’nu kuşatan etnik farklılık
sorunları ile karşılaşmadan yol alınamayacağını belirterek buna bir örnek
vermektedir. “Kıyıya çıktıktan birkaç saat sonra bir kafede otururken, para
toplama kutusu taşıyan bir çocuk gülümseyerek, utangaç ama belli bir davaya
destek isteyen tavırla yanıma doğru geldi. Yunan donanmasına yardım için bağış
yapıp yapamayacağımı sordu ve ‘bütün Yunan halkının donanması için’ diye
ekledi. Samsun’un doğrudan eski Yunan Amisos’tan günümüze kadar geldiği
söylenemez ancak halkının çoğu Osmanlı Rumudur ve şehrin ticaret ve
zenginliğinin çoğu bunların elindedir. Yabancı ülkelerdeki tüm Yunanlılar gibi,
Yunanistan’ı umuyorlar ve Konstantiniyye’nin başkenti olduğu Yunan
İmparatorluğu’nun kuruluşu için belirsiz bir biçimde umut ederek, özellikle
Yunan donanması için cömertlikle para topluyorlardı. Bir yıl veya daha erken
bir zaman içinde donanma için £12,000 katkı göndermişlerdi ve şimdi başka bir
katkı için hazırlanıyorlardı.”24
Kolera Salgını
Childs, Samsun’da koleranın
yaz başında görüldüğünü ve insanların yolda yürürken sanki vurulmuş gibi aniden
yere yığıldıklarını anlatmaktadır. “Ne olduğu anlaşılana kadar salgın hızla
yayılmış ve karantina uygulamaları başlatılmıştı. Samsun’a gelirken dağ yolunda
yer alan son geçitte, bariyerler ile Bağdat Yolu trafiğe kapatıldı ve gemiler
limandan uzakta, açıkta bekletildi. Şehir sakinleri köylere doğru kaçmak
istediler ancak ateşli silahlarla köylüler buna engel oldular; ‘Samsun, diğer
yerler gibi kendi kolerasına dayanmak zorundaydı.’ Karantina koşullarından en
fazla ticaret etkilenince, Samsun’da ticaretle meşgul olanlar yani yabancılar,
Rumlar ve Ermeniler, hastalıkla savaşmak zorunda kaldılar. Hristiyanlar daha
fazla korkmasına rağmen, ellerinden geleni yaparlarken, Müslümanlar Allah’ın
takdirine ve Muhammed’in koruyuculuğuna sığınarak bir şey yapmıyorlardı. Bu
nedenle ticaret erbabı, önlemler için yetkililerden onay ve bazı bağnaz
ayaklanmalara karşı askeri destek sözü aldılar. Tedbirlerin maliyeti için oluşturulan
fona büyük bir bağış yaptılar. Hastalığın görüldüğü her ev, kişilerin eşyaları
ve giysileri ile yakıldı. Malların bedelleri fondan karşılandı. Benzer diğer
önlemlerle hastalık kontrol altına alınarak, Samsun diğer şehirlere göre daha
az etkilenmiş oldu. Ancak her şehirde böyle önlem alınmadı. Samsun’dan çok daha
küçük bir şehir olan, tam bir Müslüman değil de fanatik Müslümanlardan oluşan
nüfusuyla Çorum’da, Kolera şehre geldiği zaman, insanlar onu Allah’ın Takdiri
gibi tevekkülle kabul ettiler; hastalığa kurban gidenleri yıkadılar, kendi
ritüelleri ile yatırdılar, cesedin etrafında çevrelenen aile, yaslarını
tuttular. Çok kısa bir süre içerisinde binden fazla kişi öldü ve bela ancak,
kendi kendini tükettiğinde kesildi.” 25
Yolculuk için Son Hazırlıklar
Childs’ın hayalindeki
yolculuk, yüklerinin taşındığı bir at ve bir yardımcı ile yürüyerek, kervanlar
eşliğinde ilerlemekti. Bu şekilde istediğinde anayoldan çıkarak, yakındaki
köylere veya tarihi harabelere gidebilecek, bir derviş gibi gönlünce özgür
hareket edebilecekti. Ancak bunu yapabilmek için geç kalmıştı. Kış yaklaştığı
için, güzergahındaki çok kar yağan bölgeleri kar bastırmadan aşması
gerekiyordu. Dahası, önceden anlaştığı genç Türk, kolera nedeniyle
Şebinkarahisar’a kendi evine gitmişti. Hem yeni bir yardımcı bulması hem de
hızlı ilerlemesi için araba ayarlaması gerekiyordu. Bu tarz bir yolculuk için
bir Rum veya Ermeni yardımcının uygun olmayacağını düşünerek, Müslüman bir
sürücü bulmaya karar verdi. Bütün yolları bilen, atları ve arabası iyi olan,
hemen yarın yola çıkmaya hazır Ahmet ile anlaştı. Bu gibi kişilere nereden ve
nasıl ulaşıldığı konusunda detaylı bilgi vermeyen yazar, Ahmet ile otelde
karşılaştığını ve kendisinin teklifte bulunduğunu belirtmekte, deneyimli ve iş
bilen, sakin tavırlarının kendisini ikna ettiğini yazmaktadır. Merzifon’a kadar
üç günlük yol için anlaştıklarını ifade eden Childs, eğer memnun kalırsa yolun
kalanını da onunla devam edebileceğini açıklamaktadır. Ertesi sabah saat yedide
yola çıktılar.26
Resim 2. Ahmet ve Atlarla
Arabası
Yolculuğun İlk Günü
Şehir içindeki Arnavut
kaldırımı döşeli yollardan geçtikten kısa bir süre sonra zeytinliklere
ulaşıldı. Zeytinlikler hakkında; şehrin bu bahçelere çok zarar verdiğini,
buradakilerin sadece geriye kalanlar olduğunu anlatmaktadır. Ancak bahçelerin
büyüklüğü hakkında herhangi bir bilgi paylaşmamaktadır.27
Resim 3. Bağdat Yolu, Samsun
Tepeleri
Yol arkadaşları İstanbul’dan
Samsun’a birlikte geldikleri, Merzifon’daki Amerikan misyonerlerine katılmak
için yola çıkan, beş kişilik bir Amerikan grubuydu. Childs, bu kişilerin hızına
ayak uydurmak niyetinde değildi. Yolculuğu daha sakin sürdürmek istiyordu. Bir
yerden sonra yola, tek başına seyahat eden Amerikan kız ile devam etti. Bağdat
Yolu’nda tek başına seyahat eden bir kadın, bir İngiliz için bile şaşılacak bir
manzaraydı. Onun hakkında; “Kolejli olduğunu düşünüyorum (Wellesley sanırım);
kolejde kürek çekmişti, İngiltere’nin çam ormanlarında yaz boyunca yürüyüş
yapmış, kamp kurmuştu. Ve şimdi Doğuya has bir trafiğin yaşandığı, hayvanların
çanlarıyla titreşen, diğer ucunda Bağdat’ın olduğu bir dağ yolunda ilerliyordu
ve köşeden dönünce, Kudüs’e, Taberiye Gölü’ne veya Şeria Nehri’ne
ulaşılabileceğini anlatıyordu. Her şeyde bir heyecan buluyordu.” şeklinde
bahsetmektedir.28
Yazımızın giriş bölümünde
bahsedilen mektupta, kadın yolcu hakkında detaylı bilgi verilmektedir. Luther
R. Fowle, 1965 yılında yazdığı mektupta, Childs ile 1912-1913 yıllarında
tanıştığını ve onu çok iyi tanıdığını belirtmektedir. Childs’ın isim vermeden bahsettiği
Amerikan bayanın, bu tarihten bir yıl sonra İstanbul’da, kendisinin eşi olacak
Helen Curtis olduğunu yazmaktadır ve Merzifon’daki Misyoner Kız Okulunda
öğretmenlik görevi için gittiğini belirtmektedir. Ayrıca Fowle, mektubun
muhatabı olan kişiye Anadolu’daki seyahatin güvenilir olduğunu şöyle
aktarmaktadır; “Tek başına bir erkeğin ‘böylesine tehlikeli bir yolculuğa nasıl
çıktığını soruyorsun. Neden tehlikeli olsun ki? 1909 yılında, tek başıma
Samsun’dan Harput’a, Toros Dağları’ndan Maraş, Adana ve Mersin’e, sonra kuzeye
Kayseri ve İstanbul’a gittim. Daha sonra 1912 yılında, Antep Amerikan Kolejinin
Mali İşler Sorumlusu olarak görevlendirildim ve Samsun,Gürün, Elbistan ve Maraş
üzerinden Antep’e gittim. Zevkli bir yolculuktu. Childs’ın güvenlikle ilgili
herhangi bir endişesi olduğunu düşünmüyorum. O, Merzifon Amerikan Hastanesi’nin
inşaatı ile sorumlu İngiliz firmasının mimarları ile bağlantıdaydı.
İstanbul’daki anılarımdan hatırladığım kadarıyla Childs, yollarla, mesafelerle,
özellikle Anadolu’nun yollarında karşılaştığı içme suyu kaynaklarıyla ve diğer
sularla çok ilgiliydi. Yolun çoğunu yürüyerek kat etti ve bütün gözlemlerini
not etti.”
Yazar yol üzerinde
karşılaştığı insanları ve kendisine farklı gelen durumları anlatmaktadır.
Yüzleri uzun süre seyahat etmekten güneşte yanmış, bacakları çamura batmış
adamlar; yol kenarında ölmüş bir devenin derisini yüzen, elleri kolları kana
bulanmış iki kişi; eşeğin üstünde güçlü iri yarı bir erkek ve yanında hem
eşeğin düzgün gitmesi için güden hem de iki çocuğuyla birlikte yürümeye çalışan
yokuştan aşağı doğru inen küçük grup, bunlara örnektir.29 Bunların yanı sıra,
manzarayı da coğrafi önemini vurgulayarak aktarmaktadır. Doğuda görünen
Yeşilırmak (Iris) ve Çürüksu (Lycus) deltası bunun ilk kısmıydı ve anlatımlarını
Amazonlarla buluşturmaktaydı. “Yolumuz Mert Irmağı’nın büyük vadisi boyunca
kilometrelerce tırmandı. Öyle derin ve yamaçları öyle dik buluşan bir vadi ki
ölgün ışıkta aşağıdaki nehir karşıdaki yamaçtan daha uzak görünüyordu.”30
“Geçitte hava oldukça açıktı
ve bütün karayı ve denizi geniş bir açıyla görmeye izin vermekteydi. Sahil,
Yeşilırmak deltasından Kızılırmak (Halis) deltasına kadar 110-120 km boyunca
uzanmaktaydı ve Türk ili Djannik’in [Canik Sancağı] çoğunu kaplayan, Bafra ve
Samsun’un zengin tütün alanları bulunmaktaydı. Bu, verimli sahil ovalarının,
vadilerin, özellikle verimli dağ eteklerinin bulunduğu bir ildir. Ürünlerin
olgunlaşma döneminde, genellikle çiftçiliğin imkânsız gibi göründüğü çok dik
uzak yamaçlar, gelişi güzel sarı karelerle, dikkatsiz yapıştırılmış posta
pulları gibi görünmektedir.”31
Rusya’nın Karadeniz
Bölgesindeki Etkisi Rusya Karadeniz'in Türkiye kıyısında ve onunla bağlantılı
derin iç bölgesi üzerinde bir anlaşmadan kaynaklanan önemli haklara sahiptir.
Osmanlı hükümeti, Rusya'nın onayı olmadan demiryolu ya da liman yapımı,
madencilik, petrol yatakları vb. için hiçbir yabancıya, Ruslar dışında, imtiyaz
veremez. Bölgede az sayıda Rus uyruklu vardır ve Rusya ile ticaret önemsizdir;
yine de Osmanlı İmparatorluğu’ndan Kafkas eyaletleri ile Karadeniz'in kuzey
kıyılarını almış olan ve ilerlemesi karşı konulmaz bir yazgı gibi görünen o
gücün gölgesi hissedilir. Anadolu'daki Müslüman halk, Rusya'nın dışında başka
bir düşman tanımaz ve Rus saldırısının kaçınılmaz olduğunu görür. Gerçekten
Kuzey Anadolu'da yaşayan çeşitli halklar, her birinin farklı bir bakış
açısından değerlendirdiği Rusya'nın ilhak beklentisiyle yaşarlar. Müslümanlar
kendi dinlerinin kaderciliği ile karamsarlık içinde, Ermeniler kurtuluş
getireceği için ümitle, Rumlar ise her iki tarafa çekilen duygularla ilhakı
düşünürler. Bölgedeki Rumlar, Rus egemenliğinden yararlanacaklarını yeterince
iyi bilmelerine karşın çoğunun bir Yunan İmparatorluğu düşünden kamçılanan
çekinceleri vardır. Rumlar, kıyının kadim Helen dünyasının bir parçası olduğunu
gerek kıyının gerek iç kesimlerin, Türklerin eline geçen ortaçağ Yunan
İmparatorluğu’na ait olduğunu anımsamakta, bundan ötürü Rusları ilkini izleyen
ikinci bir saldırgan olarak görmektedirler. Bu gergin siyasal değişim bekleyişinin
barış zamanında bile nasıl ortaya çıktığı, ilginçtir. Siyasal ufukta hiç bulut
gözükmezken dahil kıyı boyunca söylentiler çıkar, gittikçe çoğalarak, garip
ayrıntılar eklenerek, bütün yollarda uçuşur. Böylece Rus donanmasının,
Trabzon’a doğru yola çıktığını, tıka basa dolu Rus nakliye gemilerinin,
geceleyin ya da siste, Samsun ya da Sinop açıklarında, beklediğinin
görüldüğünü, Rus ordularının Kafkas sınırında, şurada burada toplandığını, en
iç kesim de duyar. Benim de iki kez duyduğum gibi bir Rus kuvvetinin, Samsun'u
ele geçirdiğini bile duyabilirler. Eğer Anadolu'da bir süre geçirdiyseniz ve
Karadeniz'e yolculuk yaptıysanız hele hele bu denizin, Rusya için önemini
dikkate alırsanız, ayrıntıları dışında bu öyküler çok da inanılmayacak gibi
görünmemektedir. Rusya'nın er ya da geç, boğazları ve “Arzulanan Kenti” ele
geçireceği veya sadece güçlü silahlara sahip bir “gücün” onu buradan uzak
tutabileceği inancı yaygındır. Yakın dönem Doğu Alman siyaseti bu zorlayıcı
gücü oluşturabilecekti ancak Alman emellerinin başarısız olmasıyla, Ruslara yol
açıldı ve kaçınılmaz oldu. Rusya boğazlara sahip olacaktı ama uzun dönemde
Boğazlar ve ona eklenmiş, bölgeden oluşan bir parça, Rusya'yı tatmin
etmeyecekti. O kesintisiz bir toprağa ihtiyaç duyuyordu ve bu koridora Avrupa’da
sahip olamayacağından bunu fazlasıyla Asya'da elde edecek, trenlerini
Kafkasya'dan İstanbul Boğazı'na değin kendi topraklarında işletecekti.”32
Çakallı Han
“Samsun’dan 40 km (25 mil)
sonra, kıyı dizilerinin ardında kalan derin vadide ‘Çakallı’ köyü (Çakalların
Yeri) bulunmaktadır. Amerikalılar gitti ancak ben burada gece kaldım. Bağdat
Yolu’ndaki ilk günüm umduğumdan daha güzel geçmişti. Anayol üstündeki hanın
düzeni bir ölçüde atlı arabalar için yapılan, eski İngiliz hanlarına benziyor.
Bina iki katlıdır ve yola karşı yer almaktadır. Araçların avluya ve arkadaki
ahıra rahatça erişebilmesi için yeterli büyüklükte olan bir kemere sahiptir.
Girişin yanında ortak bir salon var, burada sürücüler uyurlar, yemek yerler,
sigara içerler ve kahve satışı için bir tezgâh bulunmaktadır. Avludan engebeli
dış merdivenler üst kattaki odaların açıldığı revaklara çıkılır. Çakallı’da
kaldığım böyle bir handır. Tek benzerlik binaları değildir. Han sahibi, oldukça
özenli ve misafirperver bir tavırla ve asalete sahip bir kişinin duruşu ile
benimle tanışmak için geldi. Bagajların
idare edilmesi için hiçbir şey
yapmayacaktı. Bu, ben ayrılırken bahşiş bekleyen ve kazandıkları bahşişlerin
getirileri, üstlerinin müdahalesi ile azalmaması gereken astların işiydi –
belki de oğullarının. Bu arada, diğer bir ast, şüphe götürmez bir şekilde bir
seyis havasında, kocaman bol pantolonuna ve terlikli ayaklarına rağmen, koşum
takımını çıkarmak için Ahmet’e yardım etti. İsmi Ali idi, ince görünümlü ve
esmerdi. Onun belirgin kişilikte ve işinin ehli bir adam olduğu ilk bakışta
anlaşılıyordu. Gevşek bir düğümle her birine uzun hareket mesafesi bıraktı, her
bir hayvana dingilinden başlayarak kaburgasında dostça bir vuruş yaptı ve
anlamsız yumuşak bir ıslık eşliğinde arabanın atlarının sabit durmasını
sağladı. Ahmet, dikkatli bir sahip olarak atlara masaj yaptı ve onlara arpa
verdi. Avluya geri döndü ve arabayı iterek, diğer araçlara yer bırakacak
şekilde uygun bir yere getirdi.
Son görev olarak direği çözdü
ve tekerlerin arasındaki zemine yerleştirdi. Artık girişin yanındaki
taburesinde oturmaya, bir sigara sarıp, sade kahvesini içmeye hazırdı.
Aşağıda bu sahneler
yaşanırken, bagajlar üst kata taşınıyordu, genç bir odabashi ya da oda
görevlisi beni odaya götürdü. Büyük anahtarlardan oluşan bir deste çıkardı,
havalı bir hareketle kapıyı açtı, bunun için “otelin en iyi odası” dedi ve
dahası kemerli girişin üstünde olduğundan en hatırı sayılır kimselere
ayrılıyordu. Zemin, duvarlar ve tavan boyasız tahtadandı. Güneşlik olarak
pencerelere yukarıdan çivilerle tutturulmuş uzun, kirli beyaz pamuklu kumaşlar
asılmıştı. Kırmızı toprak işi testinin haricinde odadaki tek detay, yerde ve
köhne masada ince bir tabaka halinde bulunan tozdu. Duvarda kan lekeleri vardı,
doymuş ve uyuşuk tahkta bitis[leri] – İngiliz ev hanımlarını korkutan böcek –
ellerin ya da kanın öfkeli sahiplerinin terlikleri altında mahvolmuştu. Ancak
burada çivilerle oluşturulmuş üzerine nesnelerin asılabileceği çıkıntılar vardı
ve bu, benim tecrübelerime göre, bir han için kötü bir çözüm değildi.”33
“Belki de Çakallı, Bağdat Yolu
üzerinde bulunan en kalabalık konaklama yeri idi. Hızlı arabaları hariç
tutarak, Samsun’a giren ya da çıkan neredeyse her şey seyahatinin ilk ya da son
gecesini bu küçük köyde geçirirdi. Öğleden sonra gelirken, her iki yönden de
akarak, çeşitli hanlar ve kamp yerlerine ulaşan kervanlar ile araçlar,
tıngırdayan çanların sesiyle, sızlanan hayvanlar ve gıcırdayan tekerlekler ve
her tür renk ile gelirlerdi, tabii ki oldukça fazla çamur ve toz ile. Bu
saatlerde, çağıldayan Merd Su’yunun üzerinden geçen taş köprü geleneklerin
Doğu’suna ait şeyleri duymaya ve görmeye bir ışık oluyordu ve ayrıca Orta Çağ’a
da.
Ve ardından karanlıktan sonra,
bu sahne tamamıyla değişir ve bu yer artık aynı şekilde görünmez. Yol beyaz ve
boştu, her iki yandan da kasvetle uzamaktaydı. Etrafınızda düzinelerce kamp
ateşi parlamakta ve havada odun dumanının kokusu vardı. Sesler, tam olarak
görülmeyen adamların ve hayvanların bir seviyedeki mırıltısı, ayaklara bağlı
zincirlerin şıngırtısı, dağda uluyan bir çakalın ulumasıydı.
Akşamleyin, sürücülerin
kullandığı ortak salona baktım, çeşitli sakinlerin olduğu bir oda, bütün
hanlarda bitmeyen bir ilgi kaynağıdır. Tek bir lambanın aydınlattığı tütün
dumanının isi içerisinde belirsiz bir biçimde görünen, kara yağız insanların
bir arada oluşturduğu gruptu. Bazıları çoktan uzanmıştı, sahip oldukları en
değerli şey gibi, siyah tüylü mantolarına sarılarak ve koşum takımlarını yastık
yaparak; ancak birçoğu bağdaş kurup oturmuş, birbirlerine haberleri anlatıyorlardı.
Basının olmadığı bölgeler için, uzak mesafelerden gelen insanların bu gibi
akşam toplanma yerleri, haberlerin
karşılıklı paylaşıldığı,
dedikoduların doğru mekanıydı. Ama ne dedikodular vardı! Aslında haberler gibi
değil, heyecan uyandıran ve etkili bir biçimde işlenen öyküler, daha çok yaşam
koşullarını, umutlarını, korkularını ve etnik nefretlerini yansıtmaktaydı; yol
üstündeki bu ortak salonların şaşırtıcı hayal güçleri çok hoştu.”34
Yolculuk için Taşınan Lüzumlu
Gereçler
“Bir Türk hanı, oda, ışık, su,
ekstra ücretli ateşten başka şey sunmaz, kalan her şeyi yolcular yanında taşır.
Bu nedenle Küçük Asya’da seyahat ederken iyi hazırlanmış bir bagaj gereklidir,
buranın yerlileri için bile durum böyle. Bana gelince, bir yaya olmama rağmen
ve dolayısıyla yüksüz gitmem gerekirken, açtığımız zaman, bir harem içim
yeterli görünecek kadar gereçlerim vardı. Defalarca denememe rağmen daha fazla
azaltamamıştım. Katlanan yatağım, yuvarlanmış bir şilte, battaniyeler, uyku
tulumu ve yastık, çok fazla değildi ve tek bir kanvas/çadır bezine
paketlenmişti. Taşıdığım yiyecekler ve pişirme için gerekli aletler – bir tür
ışıltılı seyahat mutfağı – hayret verici bir görüntüyü ortaya koymakta ve her
konak yerinde, paketin açılması, monte edilmesi ve tekrar paketlenmesi oldukça
zaman gerektirmekteydi. Kolera hala bu bölgedeydi ve buna karşı önlemler
gerekiyordu. Bu nedenle kesin bir çözüm olarak her şeyi kendim pişirmeyi,
hiçbir şeyi kaynatmadan ya da kaynadığını görmeden içmemeyi; yediğim her dilim
ekmeği alazlamadan yememeyi ve kendi bulaşığımı yıkamayı planladım. Bu
amaçlarla iki ocağım vardı, biri gaz yağı ile yanmaktaydı diğeri mavi ispirto
ile Pişirme eşyalarının, tabakların, fincanların ve benzeri şeylerin ve tabii
ki lambanın yanı sıra yiyecekleri tutmak, onları günlük kullanım için depolamak
ve bunları bulaşmadan korumak için kapaklı alüminyum teneke kaplarla ve çeşitli
ebatlarda kutular vardı. Önlemler ve bu donanım ile, sadece koleradan değil,
-Küçük Asya’nın vebası, daha çok iç bölgelerde seyahat eden herkesin er ya da
geç yakalanacağının söylendiği, tifodan da kaçmayı umuyordum.
Bu gibi ev gereçlerine rağmen,
yiyecek problemi basit bir sorun değildi. Ekmek, yumurtalar, patatesler, meyve
ve yoghourt yöreden edindiklerimdi; kalanlarını taşıyordum ve bu birkaç
haftalık kaynak bir hayli yer kaplıyordu. Bazıları seyahatetmeyi, yöresel
yemekleri yemeyi sever ve bununla yolculuklarına ayrı bir zevk katarlardı.
Benim zevklerim böyle değildi. Sadece kahve ve ekmek veya ekmeksiz kahve, bir
güne başlangıç için yeterli değildi; bütün gün için niyetlendiğim iyi bir
İngiliz kahvaltısıydı. Bu yüzden, domuz pastırması,Cambridge sosisleri, sığır
eti, çorbalar, reçeller, tereyağı, süt ve peynir ki hepsi teneke kutuda, ayrıca
kakao ve çay, tüm bunları kaynak olarak edinmiştim. Ve İngiliz tütününden
de 3 pound (~1,35 kg)
sağlamıştım. Her zaman birkaç hafta yetecek erzak stokunun olduğunu, istediğim
yerde istediğim zaman yemek yapabileceğimi ve yiyebileceğimi bilmenin verdiği
bağımsızlık duygusunun yanında katlandığım zahmetin hiçbir önemi yoktu. Ayrıca
iki yüz mermi ile güçlü bir Browning ve köpeklere karşı kullanmak için çelik
uçlu ağır çubuk vardı. Bu donanımla halde, her yere gitmeye hazırdım; güven ve
beklenti ile dağ yollarında, patikalarda ve ıssız yerlerde olmayı iple çekiyordum.”
Çakallı Han’da Bahşiş Vermek
Childs, ertesi sabah saat
altıda pencereden dışarıya baktığında bütün yolun sonbahar sisi ile kaplı
olduğunu ve Ahmet’in hazırlanmış onu beklediğini görmüştü. Han çoktan
boşalmıştı. Saat sekizde, handaki yardımcılar bagajları arabaya taşıdılar,
midilliler arabaya koşuldu, yola çıkmaya hazırdı. Hancıya ödemesini yaptıktan
sonra dışarı çıkan Childs, bahşiş ritüelini özetle şöyle anlatmaktaydı; “Ahmet,
atları kaçırmamak için koşumlarını tutarken, han yardımcıları meşgul
görünmekteydiler, ancak hepsinin vücut hareketlerinden ve gözlerinden, bahşiş
bekledikleri anlaşılıyordu. Bu Osmanlılar, taktik becerileri konusunda diğer
ülkelerdeki kardeşlerinden eksik bir yanları yoktu. Akla gelebilecek tüm
masumiyet havasıyla, kendilerini benimle kapı arasına yerleştirmeyi
başarmışlardı ve ben onlara seslenene kadar pozisyonlarını korudular. Ahmet ise
verilen bahşişten rahatsızdı, gerek olmadığını düşünmekteydi.”36
Yolculuğun İkinci Günü
Childs romantik bir tarzda yol
izlenimlerini tasvir etmekteydi. Bodur meşe ve kayınların oluşturduğu ormanlar,
bu ormanlardaki ağaçların düşüncesizce kesilmesi ve bunun yağmur yağışını
azaltması, buna rağmen ormanın kendini yeniliyor olması, dağların arasından kıvrılarak
yükselen yollar, her birinin sayıları yaklaşık yüze ulaşan sürülerdeki,
çobanlarının ve çoban köpeklerinin güttüğü binlerce keçi gibi hususlar, yazarın
uzun uzun yazdığı konulardı. Yokuş yukarı yayalar, arabalara göre daha hızlı
gitmekteydi. Kara Dağ’ın tepesinde bir noktada, yolcuların dinlenmesi için
kahve vardı. Yazar, araba ile Ahmet’in gelişini beklerken burada bir kahve
içti. Yola devam eden kervan, yolun kenarında bir dilenci
gördü. Childs, bu ilginç
görünümlü dilencinin fotoğrafını çekmişti. Dilenciye 3 kuruş vermesi,
yardımcısı Ahmet’in tepkisine neden olmuş, yazarı adamın zengin olduğu,
zahmetsiz kazanç için bu işi
yaptığı konusunda uyarmıştı.
Ancak yazar, çalışkan bir kişiliğe sahip Ahmet’in abarttığını düşünmekteydi.
Resim 5. Bağdat Yolu
Kenarındaki Dilenci
Kara Dağ – Ak Dağ
“Samsun’dan Kara Dağ geçidine
kadar, üç dağ sırası ve iki derin vadiden oluşan yaklaşık 65 km’lik (40 mil)
zikzaklı bir yol vardı. Kara Dağ’da, denizden 750 ile 1200 metre yükseklikte,
muhteşem bir yayla vardı. Kara Dağ’ın güney cephesinde, 16 km (10 mil) kadar
uzakta, Ak Dağ’ın 2150 m’lik (7000 fit) dağ silsilesi görülmekteydi. Dorukları
karlı, etekleri engebeli ve ormanlıktı. Ladik’ten yukarıya doğru, kömür dumanı
yükselmekteydi. Ak Dağ, beyaz dağ anlamına gelmektedir ve üzerindeki karlardan
dolayı bu adı almaktadır. Kara Dağ ise siyah dağ anlamına gelir ve geçidin
üzerindeki zirveler boyunca yer alan çam ormanlarından dolayı bu isme sahip
olmuştur. Kara Dağ kötü bir isim değil, taşıdığı bir itibarı vardır. Buraya
yakın yerlerde güzel bir hava varken burada yağmura ve doluya
yakalanabilirsiniz. Deniz kenarına yakın bölgelerde kar daha hafif iken, kışın
buradaki kar daha yoğundur. Eskiden Kara Dağ’ın bu geçidi, silahlı gruplar
tarafından hırsızlık yapılan, iki kat kötü şöhrete sahip bir yerdi. Bölgeye
dadanan son grubun, Türk subayına cesaret edene kadar işleri yolunda gitmişti.
Şimdiye kadar kimi seçerlerse seçsinler hemen hemen hiç ceza almaksızın soygun
yapmışlardı; kendi amaçlarına uygun olmak üzere insanları öldürmüşlerdi; yol
kenarında düzenli sıralarla yerleştirilmiş üç ölü Ermeni yolcuyu bıraktıkları
bilinmekteydi; fakat bu sefer çok ileri gitmişler, kendilerini beğenmiş bir
şekilde, bir Türk binbaşıyı bacağından vurmuşlardı. Bir askeri ya da
“zaptiyeyi” vurmak, bu ülke için affedilmez bir günahtı. Acımasız bir av
başladı ve birkaç saatlik süren çarpışmada, Kara Dağ’daki geniş çam
ormanlarında çete yok edildi.”38 Childs’ın Roma İmparatorluğu döneminden, hatta
daha önceki dönemlerden kalan tarihi yerlere entelektüel bir merakı
bulunmaktaydı ve gördüğü en küçük bir kalıntıyı dahi detaylı olarak tasvir
etmekteydi. Geçidin zirvesinde bulunan bir Roma yolu kalıntısı ile bu dönemlere
gidebilmekte, yol üzerinde gördüğü yöre sakini bir Rum’u, biçimli vücut
yapısına hayran kalarak Herkül’e benzetebilmekteydi.
Havza ve Gece Konaklama
“Geçitten aşağıya doğru,
güneşten kavrulmuş yol kıvrılarak inmekte ve iki saatten fazla bir süre sonra
Havza Kasabası’na ulaşmaktaydı. Havza’nın doğal su kaynağının ünü, Anadolu’dan
çok uzaklara yayılmıştır. Tıbbi banyolarının [kaplıca] şöhreti, Roma zamanına
kadar geriye gider; o günden bugüne değin birçok kişi su almak için gelirken,
daha da fazlası bu sularda banyo yapmak için gelmiştir. Kaplıcalar, büyük derme
çatma hanlar ve birkaç aşevi, şehrin misafirlerine sunduklarıdır. Geri kalanı
pis ve önemsizdi; kazlar, kümes hayvanları ve köpekler tamamen sokaklarda
dolaşmaktaydılar, görünürde neredeyse hiç yeşil ağaç yoktu. Ancak bir zamanlar
gösterişli bir yer olduğu anlaşılmaktadır. Ahmet’in beni, en iyisi olduğu için
götürdüğü han, büyük, derme çatma ve eskiydi. İç kısmında, ahşap direklerle
desteklenen revakları ile iki katı vardı. Çürük, köhne ve haraptı. Tahtaları ve
pencereleri kırıktı, duvardaki sıvaları dökülüyordu, delikler gazyağı kutularının
parçalarıyla kapatılmıştı, avlusu ise atları, köpekleri ve kümes hayvanları ile
çiftlik avlusu görüntüsüne sahipti. Ancak bir han olarak bina temiz kabul
edilebilir ve çok sayıda ziyaretçi kendi beklentileri çerçevesinde burayı güzel
bulacaktır. Revaktaki yarı açık kapılardan, odaların içini görmüştüm; yatak
örtüleri, pişirme gereçleri, yiyecek, kıyafet parçaları ile kaplıydı ve
kadınlarla çocukların seslerini duydum. Görünüşe göre, sağlığın peşinde
kaplıcalara gelen aileler, dört veya beş ailenin birlikte bir odada
toplanmasında bir mahsur görmemekteydiler. Odama girdikten kısa bir süre sonra,
sürahinin boş olduğunu gördüm ve bu nedenle balkondan su için yüksek sesle
seslendim ancak han görevlisi cevap vermedi. Revakta, bu kattaki odalar için,
gaz yağı tenekesinden yapılma küçük su sarnıcından doldurmak istedim fakat
bunda da çok az su vardı. Avluya inerek su testimi orada doldurdum. Bu süreçte
handa kalan Müslüman kadınlarlakarşılaştım. Beni görünce yüzlerini, başlarını
kapattıkları beyaz örtülerle sakladılar.”39
Resim 6. Havza Yakınlarında
Bağdat Yolu Trafiği
Handa Kahve Hazırlanması
“Ertesi sabah arabanın hazır
olmasını beklerken hanın ortak salonunda oturmaktaydım. Bir hizmetkar, sakin
sakin kahve kavurup dövüyordu. Kahve çekirdekleri, dörtgen mangal içinde
yavaşça yanan kömür ateşi üzerine yerleştirilmiş ince sac levha üzerine
dağıtılmıştı. Ara ara taneler inceleyerek, kavrulanları almakta, yerine
yenilerini koymaktaydı. Büyük bir avucu dolduracak kadar kavrulmuş çekirdeği,
ağır, eski görünümlü, kalıbı iyi dökülmüş pirinç bir havana koyarak, havan
tokmağı ile dövüyordu; gözümü alamadan son derece ilgiyle izledim. Bu dövme işi
yavaş bir işlem gerektirir, kahve
yapımındaki bu Türk uzmanlar,
kahve değirmeni tarafından üretilen kum gibi incelikten memnun olmazlar.
İsterler ki çekirdek, undan bile daha ince, ele gelemeyecek bir toz haline
gelene kadar dağılsın. Ayrıca demlenmesi de ayrı bir ritüeldiki bu olmadan bir
Türk, kahveyi sevdiği gibi içmiş olamazdı. Bu yüzden şimdi, kahve istediğim
zaman, küçük bir pirinç jezveh – uzun bir tutacağı olan kupa gibi bir kap-
içine, iki yumurta fincanı kadar su koydu ve bir çay kaşığı dolusu kahve tozu
ile bir topak şeker ekledi. Sonra jezvehi korun kenarına koydu ve yakından
takip etti. İçeriği köpürerek yükseldiği zaman kabı ateşten geri çekti. Üç defa
yavaşça jezvehi çok az yanan kora sürdü ve köpük yükselirken geri çekti. Üçüncü
köpürmeden sonra kahve hazırdı. Paris’in kahvesinin en iyisi olduğunu
düşünebilirsiniz ya da aynı şekilde Viyana kahvesinin, ancak Türkiye’de daha
iyisini bulacaksınız ve ister
sade alın ister sütlü
pişirilmiş (cafe' au Lait) olsun, tercih edilen çeşide göre, ilan edeceksiniz
ki bu kahvedir, diğerleri değil.”40
Kadın İzlenimleri
“Kadınların kendilerini mümkün
olduğunca çok gözden uzakta tutmaları bir gelenek halini almıştır. Sadece
Müslüman kadınlar değil, Hristiyan kadınlar da buna dikkat etmektedirler.
Erkeklerin bulunduğu bir ülkeden geçiyorsunuz, yemekleriniz erkekler tarafından
pişiriliyor, dükkanlarda size daime erkekler servis yapıyor. Aslında bazen
kadınları görürsünüz, ancak bunlar çekingen geçerler, peçelerini örterler ya da
başları eşarpları ile örtülüdür. Tarlalarda çalışan köylü kadınlar bile bir tür
örtü kapatmaktaydılar, siz yaklaşık 1 metre [otuz veya kırk yard] uzakta
olsanız bile yanlarından biri geçerken örtülerini yüzlerine tutmaktalar ya da
başlarını diğer tarafa çevirmekteydiler. Bir kadını sadece Hristiyanların
evlerine girdiğiniz zaman görürsünüz veya Müslüman bir köylü sizi gece kalmak
üzere evinde misafir ettiyse eğer görebilirsiniz.” 41
Yolculuğun Üçüncü Günü
“Kervanlardaki develer yedişer
veya sekizer, semerden yulara bağlanarak giderler. At kılından yapılan yularlar
çok sağlamdır; ama hayvanlar birbirlerine, hafifçe gerildiğinde çözülebilecek
bir iple bağlanırlar. Bir devenin aniden başını yukarı savurduğunu, yularını
önündeki devenin semerine bağlayan bu yün ipi ısırdığını görebilirsiniz. Gevşek
ip bunun içindir; deveci, hemen gelir, ipi eski haline getirir. Eğer ip hiçbir
biçimde çözülmezse, hayvanın delireceği, ileri fırlamaya ve bağırmaya
başlayacağı, bunun kaçınılmaz sonucu olarak da bütün takımın aynı şeyi yaparak
bacaklarını ve boyunlarını kıracaklarını anlatırlar. Ancak kendisini bunaltan
ip çözüldüğünde, hayvan hemen rahatlar, duraklamadan yalpalaya yalpalaya
yürümeye devam eder.”42
“Havza’dan birkaç saat ötede
anayol, Merzifon ovasına açılan bir geçitte bölündü. Solda Bağdat Yolu, tek
kemerli yüksek eğimli eski bir Taşköprü ile nehri geçmekteydi ve Amasya’ya
doğru dağ yamacı boyunca ilerlemekteydi; diğer yol ise Merzifon’un şehrine
ulaşmak için, sağdaki alçak dağ koluna tırmanmaktaydı. Bu şehri ziyaret etmek
istedim, güney-batıda on mil uzakta bulunmaktaydı, böylece Bağdat Yolu’ndan bir
kez için ayrılmış oldum.”43
Merzifon44
“Merzifon’u çevreleyen, üzüm
bağları, meyve bahçeleri ve diğer bahçeler çok yakın kurulmuştu ve
bereketliydi; her tarafa sulama ile su getirilmekteydi. Şehrin kenarındaki
mezar yerlerine geldik. Müslüman ve Hristiyanlar ayrı idi, çok sayıda kolera
kurbanının yeni defnedilmiş mezarları bulunmaktaydı ve gevşek taşların büyük
hazinli yığını, bu kıyımın45 Ermeni kurbanları üzerinde yığılmıştı. Yolun
devamında evlerin arasında, alçakça bir tepeye tırmanarak, burada yer alan Amerika
Elçiliğinin duvarla çevrili bahçesine ulaştım.”46
“Merzifon, Küçük Asya’daki
tarihsel önemi olmayan çok az şehirden bir tanesidir ya da en azından, bazı
bilinen antik şehirlerin üzerine kurulmamıştır. Kendi kendine hiçbir önemi
yoktu. Orduların büyük rotaları üzerinde değildi, burada hiçbir zaman bir kale
olmamıştı, eski zamanlarda burayı değerli kılan, buraya uygun bir doğal
özelliği yoktu. Burası daima, çiftçilerin bölgesinde sadece bir pazar şehri
olmuştu. Şehir ve bölge, bir tür Osmanlı Boeotia’sı47 veya daha kötüsü olarak,
Türkler arasında bir üne sahiptir; “Bir Merzifonlu gibi” deyimi bir tür yergi
şeklidir ki aptallık ya da hödüklük veya kötü tavırlar anlamına gelebilir.”48
Resim 7. Merzifon Caddesinden
Bir Görünüm
“Merzifon 20 bin nüfuslu, surlarla
çevrilmiş bir kasaba gibi daracık yollardan ve sıkışık mahallelerden oluşur.
Yapıların çoğu, kerpiçten olmasına rağmen, dışları kireçle badanalandığı için,
uzaktan kırmızı-kahverengi çatıları ile beyaz bir şehir etkisi ile göze hoş
görünmektedir. Geleneksel olarak her evin, kasabanın hemen yanında işlenmesi
için bir parça toprağı vardı. Yazlık kulübelerin yer aldığı üzüm bağları,
meyvelikler ve bahçeler, bir kilometre uzaklıkta, şehrin arkasına doğru
yükselen tepelerde bulunmaktaydı. Bölgenin çiftçileri ve üreticileri,
çoğunlukla buğday, arpa, sebze ile üzüm, elma, şeftali, kavun ve kiraz
meyvelerini üretmektedirler. Buğday, tahta bir pullukla, toprak yüzeyi
kazıldıktan sonra ekilir ve haziranda olgunlaşan başaklar, sert, uzun taneli
buğdaylar verir. Daha aşağı bölgelerde bölgenin en kârlı ürünü haşhaş49, afyon
için yetiştirilir. Burası, az bir sulama ile her şeyin yetiştirilebileceği
bereketli topraklara sahiptir.”50
Tarla Sulama
“Her bahçenin belirli bir
ücret karşılığında sulama hakkı vardır ve suyun aktığı süre hesaplanarak
ölçülür. Sırası gelen yetiştirici, suyu değerlendirmeli ve sıkı çalışmalıdır ya
da zarara katlanmalıdır. Suyu tarlaya dağıtmak için arklara çevirmek, set
çekmek, olabildiğince su yolu açmak için hızlı çalışması gereken birkaç saati
vardır. Tabii ki hakkını aramak içinde. Örneğin Ali, kendi sulama sırası
geldiğinde, ortak kanalda su bulamayabilir. Suyun gelişine doğru öfkeyle
tırmanır. Bu tarz durumlarla daha önce karşılaşmış ve baş etmiştir. Abdül
adından bir kişi suyun yolunu kesmiş kendi tarlasına akıtmaktadır. Vakit
kaybetmemek için Ali, Abdül’ün çamur ve ottan yapılma setini bozar ve suyu
alır. Sonraki aşamada Ali ve Abdül silah taşıdıkları için, atışmaları esnasında
öfkeyle, birbirlerine ateş ederler ve Amerikan Hastanesi’ne ikisi birlikte
getirilir. Bu tarz durumlar sulama döneminde sık sık yaşanmaktadır.
Şehir Tasviri
“Şehirde yaklaşık 300 yıllık
birkaç taş yapı vardır. Bu binalar, insanların kendilerine özgü şehir yaratmada
başarılı olduklarını göstermektedir. Buradaki Müslümanların, sanayileşmek ve
enerji kullanımı hususlarında küçük bir motivasyon artışı ile, belki de dini
inançlarında ufak bir iki değişiklikten fazlası gerekmeyecek şekilde, dönemin
diğer şehirleri ile boy ölçüşebilecek şehirler inşa edebileceğinin farkına
varırsınız.”
Şehir anlatımına Taş Han ile
devam eden Childs, hanı çok detaylı tasvir etmiştir. 100 kadar tüccarın
dükkanının olduğunu belirten yazar, hanın duvarlarının ve kapısının çok sağlam
olduğunu, bir kez kapatıldığında ancak patlayıcı ile açılabileceğini
söylemektedir. Yazar bu durumu Han’ın, kavgaların, baskınların çokça olduğu
dönemlerde yapılmasına bağlamaktadır. Alçak loş odalardan oluşan dükkanların
birinde kilo ile havlu satan bir Ermeni ile anısını aktarır. Havluların
Manchester’dan ithal edilen iplikten elle dokunduğunu İngilizce olarak anlatan
Ermeni dükkancı, bunların yanı sıra Ermenilerle Türkler arasında yaşanan
sorunları kendi lehlerine anlatmıştır. Ermenilerin katledildiği, son saldırıda
Ermenilerin bu Taş Han’a sığınarak kurtulduğu, üst üste depremlerin yaşandığı,
anlatımın detaylarıydı. Bu iletişimi aktaran yazar, diğer gözlemleri ile
harmanlayarak şu açıklamaları yapmaktadır:
“Ermenilerin, kendilerini alçakça kullanan Türklere karşı davranışları, ırklarının tuhaflığı ile açıklanabilir. Batı Avrupa’da Ermeniler, zararsız, barışçıl, ılımlı konuşan, savaşçı ruhu ve baskılara karşı direnme gücü olmayan insanlar olarak tanınmaktadır. Bu düşünce, bu halk için büyük bir haksızlıktır. Bu durum kasabada yaşayan ve köylerde ikamet eden Ermeniler için bile geçerli değildir. Ermenilerin hepsi, Yahudilerden daha fazla kazanmayı severler, -mültezimler, tefeciler, dükkân sahipleri [gibi]- yerleşik sakinler, her gün küçümsenmeyecek fiziksel cesaret gerektiren tehlikelerle yaşarlar ve inatçı, kararından dönmez bir yapıdadırlar. Köylüleri oldukça aksidir ve bazı bölgelerdekiler, Küçük Asya’daki kimseden aşağıda kalmayacak şekilde mücadele etmektedirler.
Ermeniler, ortalamadan daha
iyi mücadelecidir. Onlar, Rumlara karşı asla korku duymamışlar, tarihlerinde de
böyle bir durum söz konusu olmamıştır. Bir Ermeni, bir Rum ile münakaşa
yaşadığında yeterince sert ve cesur hatta ahlaki üstünlüğünün bilincinde
görünmektedir. Fakat bir Müslümanla karşılaştığında, onun kendinden emin
ruhunun yerini hemen bir çeşit öfkeli bir umutsuzluk alır; bu iki kişi arasında
buna sebep olacak hiçbir şey olmadığını görürsünüz. Ortalama bir Ermeni,
kendisine bir Avrupalı eşlik ettiğinde, Müslümanlara karşı davranışlarında
arsızlık derecesine varana kadar agresifleşebilirler ve en ciddi problemlerin
risklerini bile göze alabilirler. Bana bir yolculuğumda ‘araba’-sürücüsü olarak
hizmet eden, böyle bir Ermeni, meydan okuyan bir tarzda onları ürküterek
kaçırmak için, yanımızdan geçen kervanın develerini kamçıladı. Ve bir Amerikan
misyoner doktorun, aynı Ermeni davranışlarından bahsederken bana, bir seferinde
Ermeni yardımcısının arabayı, bomboş olan bir şosede, yol kenarında oturan
Müslümanların ayakları arasında kasıtlı olarak sürdüğünü ve canını kurtarmak
için koşarak kaçtığını anlattı.
Bu çalışkan ve barışçı olmayan
insanların, bu denli umutsuzca Türklerin insafını kabullenmiş olmaları, başlıca
yapılarının tek bir kusurundan dolayıdır. Kendi aralarında birbirlerine düşmeye
meyillidirler ve iyi bir nefret sahibi olarak, ortak düşmanlarına karşı birlik
içerisinde davranmak için olabildiğince ağırdan alırlar. Geçimsizlik için böyle
bir mutsuz kabiliyet ile, bir araya getirdikleri bir veya iki vasıfları daha
vardır ki Türklere karşı direnç oluşturmayı neredeyse imkânsız hale
getirmekteydi.
Geçen yüzyılın sonundaki
katliamlardan beri, Ermeniler kendilerini savunmak için silahlandılar. Bu doğru
bir adımdı ve birlik ve bilgelik derecesinde mantıklı bir sonuca
ulaşabilselerdi, katliamların sonunu getirebilirlerdi. Silahlanmak, bununla
övünmek ve bundan sonra ne yapacağı hususunda da övünmek ve sonrasında
övündüklerini ortaya koymada yetersiz olduklarını kanıtlamak, tam bir
vahametti. Ermenilerin garip biçimde tutarsız yapısını herkesten daha iyi bilen
Müslümanlar, övünmelerini hatırlayarak, savunma hazırlıklarına güldüler.
Bunların hepsi ‘saman alevi’ gibidir dediler.” 52
Yazar “Merzifon’da yaşadığım
bir olaydan sonra istemeyerek de olsa bende bu şekilde düşünmeye başladım”
demekte ve olayı aktarmaktadır. Childs, satışı yasak olan mavzerden, mümkünse
Merzifon’da gizlice satın almak istediğinde kendisini bir Ermeni tüccarın
aradığını, kendisinde Mavzer olmadığını, beş sterline daha iyi bir silah olan
Mannlicher’ı verebileceğini anlatmaktaydı. Yazarın belirttiği gibi bu da yasak
bir silahtı ve “Tüccarın bu silahı övmek için Mavzerden daha az bozulduğunu, bu
nedenle Ermeniler arasında daha aygın olduğunu, Merzifon’da yaşayan
Ermenilerden en az beş yüzünde bu silahtan olduğunu, isterse deneyebileceğini
belirttiğini” yazmaktaydı. Childs, birkaç atışla silahı denedi ancak 3-5
seferde tutukluk yaptığını, temizlemesine ve yağlamasına rağmen sorunu
gideremediğini görünce silahı tüccara geri götürdü.
Daha önce bu tarz bir
şikâyetin hiç gelmediğini üzülerek belirten tüccar, kendisine, Sivas’ta
tabancalar konusunda uzman ve aynı zamanda devrimci Ermeni topluluklardan
birine silah yapan bir ustanın adresini vereceğini, bunun silahlardaki
arızaları hemen giderebileceğini temin etmekteydi. Mannlicher’ı satamayan
tüccar, yeleğinin altındaki aynı marka piştovu teklif etti. Bunu da emanet
alarak deneyen yazar, tüccarın tüm övgülerinin satış hamleleri olduğunu,
tüccarın kendilerini korumak için bulundurduğunu söylese de aslında hemen hemen
hiç silah kullanmadığını anlamıştı. Yazar tüccara, kendisini korumak için hemen
talimatlara başlaması tavsiyesi üzerine, tüccardan mermilerin çok pahalı olduğu
yanıtını almıştı.
“Soydaşlarına silahlanma
zorunlu hale getirilince, o ve diğerleri, güçleri yetecek kadar, 5-6 sterline
otomatik bir piştov ve alışverişin parçası olarak 100 mermi satın almışlardı.
Bu silahları, kaliteli olduklarını düşünerek, pahalı koruyucu araçlar olarak
görmekteydiler. Silahların gerçekten kullanımı için harcanacak bir iki sterlin,
bu alıcıların prensiplerine ve yaratılışlarına zıt bir fikirdi.”
Yazar, silahların bu alıcılara
bilinçsizce satıldığını belirtmektedir.53 II. Viyana Kuşatmasında ordu komutanı
olan Kara Mustafa Paşa54, Merzifonludur ve yazar, hem paşanın hayatını,
eğitimini, sadaret makamına gelişini hem de kuşatma sürecini detaylı bir
şekilde tasvir etmektedir. Amerikan Misyonerlik Topluluğu “Yüz yılı aşkın
süredir Amerikan Misyonerlik Toplulukları Küçük Asya’da faaliyet
göstermektedirler. Küçük adımlarla başlayan çalışma, günümüzde İran sınırından
İstanbul’a uzanan, büyük ve güçlü bir yapı haline gelmiştir. Bunların en büyüğü
Merzifon’dadır. … Küçük Asya’daki Amerikan misyonerlikleri, Massachusetts
Eyaletinin sunduğu ayrıcalığa sahip bir kurum olan Amerikan Board’a aittir.
Amerikan misyonerliklerinin ve vakıflarının Küçük Asya, Suriye ve İstanbul’daki
mülkiyeti, milyonlarca dolar değerindedir, hatta milyonlarca sterlin ve sürekli
artmaktadır. İstanbul’daki Amerikan Büyükelçiliği’nin normalde başlıca
görevlerinin, Amerikan vatandaşlarının çıkarlarını korumak ve misyonerliğe
bağlı mülkleri korumak olduğu belirlidir.
Merzifon misyonerliği, sahil kesiminde bulunan ve daha çok tercih edilen misyonerlikler gibi mirasların ve bağışların sağladığı güzel imkanlara sahip olabilecekleri bir konumda olmamalarından şikâyet etmektedirler. Merzifon’a buharlı gemiyle, demiryoluyla ya da motorlu bir araçla ulaşılamamaktadır. Zengin insanlar ‘araba’ ile yolculuk yapan ve güzel hanlarda kalan kimselerdi. Varlıklı kişiler, sahil kesiminde kalır, tarihi yerler üzerinde bulunan, Amerikan bayrağının dalgalandığı büyük misyonerlikleri görürler ve ardından mirasları ile bağışlarını buralara yaparlar. Merzifon misyonerliği, bu sebeplerle, daha erişilebilir bir noktada olsalardı, sonuçlarının kendileri için oldukça farklı olacağından hayıflanmaktaydılar. (…) Samsun’daki büyük tüccarlar gibi, Merzifon misyonerliği de umutla demiryolunu beklemekteydiler.”56
Merzifon’daki misyonerler her
ne kadar durumlarından şikâyet etseler de yazarın belirttiğine göre, daha iç
kesimlerdeki misyonerlikler de onları ayrıcalıklı bulmakta hem parasal
kaynakları hem de misyonerleri kendilerine çektikleri için, “zengin
misyonerlik” olarak adlandırmaktaydılar. Childs son olarak kararı okuyucuya
bırakmaktadır.57
Resim 10. Merzifon Amerikan
Misyonerlik Binası58
Merzifon Misyonerlik Kampüsü59
Childs, merzifon’da geçirdiği
süre zarfında misyonerlik kampüsünde kaldığı için, eserinin bu kısmını kendi
gözlemleri ile kaleme almıştır ve kampüs hakkında anlattıkları özetle şu
şekildedir. Misyonerliğe ait etrafı duvarla çevrili yaklaşık 80 dönümlük bir
arazi bulunmaktadır. Etrafında da yine Merzifon’un daracık sokakları, bitişik
evleri, dağlara uzanan tarlaları bulunmaktadır. Burada, Anadolu Koleji, kız
lisesi, sağırlar okulu, 60-70 yataklı bir hastane ve erkek öğrenciler için yurt
bulunmaktadır. Ayrıca, zanaat eğitimi için atölyeler bulunmakta, kolej
öğrencileri kendi eğitim masraflarını buradaki çalışmalarından kazandıkları ile
karşılamaktaydılar. 4000 kişinin ihtiyacını karşılayabilecek bir un değirmeni,
fırın, baskı makinesi ile kitap-ciltevi, Amerikalıların evleri ve bir Türk
hamamı yer almaktaydı. Hastalar da dahil olmak üzere kampüste toplamda 700 kişi
vardı ve alanın sınırlı olması nedeniyle yerel öğretmenler ve çalışanlar,
yerleşkenin dışında kalmaktaydılar. Binalar ihtiyaç duyuldukça yapıldığı için,
kampüs yerleşimi planlı değil, dağınık bir görünüme sahipti. Burada çalışan
yabancı görevliler, İngiliz bahçelerini kampüste oluşturmaya çalışmışlardı. Süs
havuzu, çimenlik alanlar, çiçekler, ağaçlar altında yürüyüş yolları bunlardan
bazılarıdır. Bunlar ortama ılımlı bir hava kattığı için, tedaviye gelen
hastalar, döndüklerinde buradan bahsetmeleri, kampüsün ününü artırmıştı. Ayrıca
yöre halkı üzerinde farklı bir etkisi de bulunmaktaydı; duvarlarla çevrili bu
alan başka bir milletin, Amerikalıların köyüydü. Şehir yönünde ana kapısı, batı
ile kuzey kapıları vardı ve bunların hepsinde bekçi görev yapmaktaydı. Evlerin
arasında telefon bağlantısı vardı ancak elektrik yoktu. Çalışan sayısı
yetersizdi ama bunu artırmak işlerin de artması anlamına gelecekti. Hayat her
gün saat yedide kahvaltı ile başlamakta, sekizde işbaşı yapılıp, akşam ona
kadar hiç durmadan devam etmekteydi. Misyonerlik bazı işlerin vaizlerle,
öğretmenlerle ve doktorlarla yapılamayacağını fark edince, Merzifon
Misyonerliğinin resmi işlerinin takibi için işletme yöneticisi, veznedar ve
kâtip göndermişti. 60
Misyonerlik Yerleşkesinde
Eğitim Alan Öğrenciler61
Yazarın bu bölümdeki
tasvirlerini yine özetle şu şekilde aktarabiliriz. Anadolu Koleji,
misyonerliğin başlıca çalışması olarak, Anadolu’da kurulmuş bir Amerikan
okuludur. Bir düzineden fazla, farklı ırktan öğrencileri görmek mümkündür;
Dalmaçya, Arnavutluk, Ege Adaları, çeşitli Balkan ülkeleri, Avrupa Türkiyesi,
Küçük Asya ve belki de en az umulacak Rusya. Rusya’dan gelen öğrencilerin
neredeyse tamamı Kafkasya’dandı ve 1878 savaşından sonra buraya yerleşen
askerlerin oğullarıydı. Yetişkinlerde fark edilemeyecek bazı ırksal özellikler,
çocuklarda çok rahatlıkla gözlemlenebilmekteydi. “Rum ve Ermeni öğrenciler,
okulun dörtte üçümü oluşturmaktaydılar. Rus öğrenciler yirmiden biraz fazlaydı
ancak bunlar gözü pek, girişken bir yapıdaydılar. Açık yürekli, samimi, açık
sözlü, umursamaz ve diğer öğrencilerin içinde bildikleri gibi davranırlardı. Bu
okula geliş nedenleri olan İngilizceyi çok çabuk öğrenseler de öğrenci olarak
iyi bir itibara sahip değillerdi. Her şeyden öte onlar bir Rus vatanseverdi.
Rusların yeni eline geçen uzak şehirlerden gelenler bile kendilerini
imparatorluğun kalbinden gelmiş tam bir Rus kabul ediyorlardı. Bu durum aynı
zamanda Rusya’nın asimilasyon gücünü de göstermekteydi çünkü konuştuğum
öğrencilerden biri Rum soyundan olduğunu, diğeri ise Ermeni olduğunu
söylemelerine rağmen her ikisi de üstün bir Rus vatandaşlığı bilincine
sahipti.”
Kolej yetkilileri, Rusların
sergilediği kişilik ve bağımsızlık özellikleriyle diğer öğrencilere örnek
olması beklentisiyle, bunların gelmesini memnuniyetle kabul etmişlerdi. Ermeni
öğrencilerin tavırları net değildi. Yeni gelen Rus öğrencileri ve Rum
öğrencilerin sayısının artmasını, kolej sanki kendi tekellerindeymiş gibi,
kıskançlıkla karşılamışlardı. Ruhsuz bir savunma davranışı sergilemekteydiler
ancak gerektiğinde cesaret gösterebildiklerini birçok kez kanıtlamışlardı.
Kolej kurallarına göre hiçbir öğrenci devrimci bir gruba üye olamaz ve ateşli
silah bulunduramazdı. Her iki kuralın uygulanması da o kadar başarılı değildi.
İhtilalci Ermeni Topluluklarının aktif oldukları dönemde, kolejdeki Ermeni
öğrencilerden bir taban oluşturdular ve onlu yaşlarda olan bu genç öğrenciler,
beceremez denilecek bir cesaret ve gizlilikle hizmet ettiler. Bunların
yaptıklarıyla ilgili, çok eski olmayan dedektif hikayelerine benzer anlatımlar
vardır. Devletin sürekli takip ettiği bir yabancı kolej, dikkatli olmalı ve
öğrencilerinin doğru davranış sergilemesini sağlamalıydı.
Ancak uzun zamandır polisin peşinde olduğu çaresiz Ermeni devrimciler Merzifon’a geldiklerinde ortadan kayboldular; kolejdeki yurttaşları onları saklamış ve beslemişlerdi, hem de diğer öğrencilerin ruhu bile duymadan. Bunlar tesadüfen fark edildi ve şehre kaçtılar. Aynı gün zaptiyeler bunları kuşattı ve çatışmada vurularak hayatlarını kaybettiler. Diğer bir örnek ise okulun baskı makinesi ile ilgiliydi. Kolay saklanacak ve gizlice çalıştırılacak bir makine olmamasına rağmen kolej ihtilalcilere ait bir makineyi saklamakla suçlandılar. Misyonerlik bunu reddetti ve yapılan aramalarda da bulunamadı. Türk Vali ısrarla baskı makinesinin olduğunu, yerleşkede ihtilalcilere ait kağıtların ve broşürlerin basıldığını belirtmekteydi. Bu sefer kendi memurları ile gelip arama yaptı ancak yine bulunamadı.
“Çok sonra yerleşkede bir
baskı makinesi olduğu, ihtilalci yazılar basılarak dağıtıldığı ortaya çıktı.
Ancak baskı makinesi o kadar kurnazca saklanmıştı ve basan kişiler öyle
sadakatle gizlenmişlerdi ki en sıkı arama bile onları ortaya çıkarmaya yeterli
olamamıştı.”62 Yazarın Yunan halkına olan hayranlığı ve pozitif anlatımı,
kolejde eğitim gören Rum öğrencilerin tasvirinde de gözlemlenmektedir. “Anadolu
Koleji’ndeki Rum öğrencilerin sayısı diğer öğrencilerden fazladır ve Avrupa’dan
veya Asya’dan fark etmeksizin tüm Yunanlar gibi, zekâları, kavrama çabukluğu,
bilgiyi öğrenme yetileri öne çıkmaktadır; bu durum birbirlerine zıt
düştüklerinde ve en ufak bir sorunu dağ gibi büyütmelerinde de görülebilir. Bir
gözlemci, bunların geleneksel Yunan karakterini barındırdığını ve yirmi yüzyıl
önceki Yunan ile bugünkü Küçük Asya Rumları arasında çok az bir değişimin
olduğunu fark edecektir. Bir araya toplandıklarında, bir tartışma esnasında
hepsi çok akıllıdır, kelimeler akar gider, her sorunun elli farklı yönünü
görürler ve birden elli farklı yöne ayrılabilirler. Çözümden çok kendi
becerilerini aktarmaya çalışırlar.
“Bu durum, Yunan şehir
devletlerinin neden Perslerle birlik olup Yunanlara karşı savaştıklarının,
olanaklarını en üst seviyeden değerlendirememelerinin, Küçük Asya’nın kıyı
şeridi ve deniz yolu ticareti ellerinde iken neden iç kesimlere
yayılamadıklarının, bu güzel ülkenin tamamını kendi ırklarının ebedi mirası
olmasını sağlayamadıklarının kanıtıdır.” Yunanların Küçük Asya’yı tamamen almak
için istekli olduğu düşünülebilir ki kıyı şeridinde bunu başarmışlardı ancak
bir araya geldiklerinde, her birinin ‘balkon’ merakı ve dinleyicileri etkileme
hevesi, Yunanların başarısızlığında çok etkisi vardır.63
Merzifon Misyonerlik Hastanesi
Childs, kampüste bulunan ve
herkese hizmet veren hastane hakkında eserinde bir bölüm ayırmıştır. Özetle,
hastane diğer misyonerlik faaliyetlerinden çok farklı olarak, her ırktan insana
ulaşmış ve onların güvenini kazanmıştı. Müslümanlar kolejleri ve okulları
Hristiyanlara bırakır, bunlardan uzak dururlardı ancak hastanelere rahatlıkla
gelirler ve doktorlara karşı olumsuz bir his beslemezler, aksine saygı
duyarlardı. Örneğin, bir doktor, yolda karşılaştığı bir grup insan tarafından
“Korkma, efendi! Biz sadece hırsızız.” diye uyarılmış, doktor onları tanımadığı
halde, onlar doktoru tanıyarak, hiç zarar vermeden serbestçe gidip dönmesine
müsaade etmişlerdi.64 Hastanenin kadrosu iki Amerikalı ile bir yerli olmak
üzere üç doktor ve bir İngiliz, bir Amerikalı ile altı veya sekiz yerli hemşire
olarak belirlenmişti. Ancak bu sayı genellikle doldurulamıyordu. Çevredeki
bölgelerde ihtiyaç duyulduğunda, doktor ya da hemşire buradan karşılanıyordu.
“Örneğin ben orada iken, Amerikalı doktor bu şekilde göreve gitti ve yerli
doktor askere alındı. İhtiyacın oluşturduğu baskıdan dolayı benden bile medet
umdular; kandan etkilenmediğim için anestezist olabilir hatta biraz eğitim
verilerek acil ameliyatları yapabilirdim. Neyse ki şehirden talep edilen yerli
doktor geldi ve sınanmak zorunda kalmadım.” Kolejin müdürü, doktor veya en genç
çalışanı, hepsi aynı ücreti alır ve bu yaşam gereksinimlerini karşılayacak
düşük bir miktardır. Amerikalı doktor günde beş veya altı büyük operasyon
gerçekleştirir, bunun sınırını boş yataklar ve doktorun dayanıklılığı
belirlemektedir.65
Şu anki hastane eski
hastanedir, barakalardan oluşmakta ve hastane sistemine pek uymamaktadır. 150
yataklı yeni bir hastane yapılmaktadır. Teçhizatlar eski, koşulları pek iyi
değildir ancak hasat mevsiminden sonra rahatsızlıklarını düşünme fırsatı bulan
ve tedavi için gerekli vakti olan yöre halkı hastaneyi haddinden fazla, adeta
bir depo gibi doldurur. Tüm bu koşullara rağmen ölüm oranı çok düşüktür66.
İlginç örneklerin biri şöyledir; Tütün Rejisinde çalışan bir memur, aynı
zamanda ünlü bir tütün kaçakçısıdır ve kaçakçılık işinin de başındadır. Herkes
bu durumu bilmekte ama bir türlü suçüstü yapılamamaktadır. Yakalanması için
planlanan her operasyonda bir şekilde hasta oluyor, hastanede kalıyordu ve
yakalanması imkansızlaşıyordu. En sonunda bu kişiye aylık teklif ederek emekli
olmasını sağladılar. Bu en karlı yoldu fakat bu sefer oğlu işlerin başına
geçmişti.
Sonuç
1911-1912 yılları, yaklaşık on
yıl sürecek ve Anadolu Türklüğünde önemli bir dönemi oluşturacak savaş
yıllarının arifesine denk gelmektedir. Eser, her ne kadar genel okuyucu
kitlesini hedef alarak kaleme alınmış olsa da hem ihtiva ettiği fotoğraflarla
hem de detaylı coğrafi, kültürel, ekonomik tasvirleri ile önemli bilgiler
sunmaktadır. Osmanlı’nın son dönemindeki toplum yapısını, şehir ortamlarını,
ticareti, kültürel havayı aktarmakta, bizlere savaş dönemi sonrası Türkiye
Cumhuriyeti koşulları ile kıyas yapabilme imkânı sunmaktadır. Coğrafi yerlerin,
Türk kültürüne özgü eşyaların, kültürel deyimlerin Türkçelerini kullanmakta,
açıklamasını İngilizce olarak yapmaktadır ve bu durum, bir nevi karşılaştırma
yapmayı sağlayan sözlük vazifesi görmektedir. Türk kahvesinin yapımının tasviri
bu duruma en güzel örnektir. Yolculuğu süresince gördüğü her detaya aynı önemi
atfederek kaleme almaya çalışması, birçok gezginden öte daha fazla bilgi
sunmasını sağlamaktadır. Objektif yazmaya çalıştığı fark edilse de Yunan
kültürüne beslediği entelektüel hayranlık ve onlardan kalma tarihi eserlere
özel merakı, ulaşabildiği her izde bariz ortaya çıkmaktadır. Merzifon
Misyonerlik faaliyetleri hakkında sunduğu bilgiler, özellikle katliam olarak
yansıtılan olayların, gerçekte öyle olmadığını kanıtlar niteliktedir. Bununla
birlikte eğitimli bir kalemden çıktığı anlaşılan bu eserin, bilhassa ulaşımla
ilgili bölümlerinde, ticaretle detaylı bir şekilde ilişkilendirilerek, ulaşımın
öneminin vurgulanmakta, şehir ve bölge gelişiminin en temel unsurlarından
olmasının altı çizilmektedir.
Kaynaklar
1. Kitaplar
Alan, Gülbadi, Merzifon Amerikan
Koleji ve Anadolu’daki Etkileri,
Erciyes Üniversitesi, Sosyal
Bilimler Enstitüsü, Doktora Tezi,
Kayseri, 2002.
Childs, William John, Across
Asia Minor on Foot, William
Blackwood and Sons, Edinburg
and London, 1917.
________, Yürüyerek Anadolu
Samsun-Halep 1911-1912, çev. Füsun
Tayanç, Tunç Tayanç, Kitap
Yayınevi, İstanbul, 2017.
Genç, Sabit Merzifon Kazasının
İdari, Sosyal ve Ekonomik Tarihi
(1839-1914), Bolu Abant İzzet
Baysal Üniversitesi, Sosyal Bilimler
Enstitüsü, Yayımlanmamış
Doktora Tezi, Bolu, 2019.
Gül, Oğuz, Amerikan Board
Misyonerliği ve 1892-1893 Merzifon Ermeni
İsyanına Etkileri, Batman
Üniversitesi, Sosyal Bilimler
Enstitüsü, Yayımlanmamış
Yüksek Lisans Tezi, Batman,
2012.
Saatçi, Büşra, Merzifon
Amerikan Board Misyoner Yerleşkesinde Yer
Alan Yapıların Değişim Analiz
ve Değerlendirmesi, Eskişehir
Teknik Üniversitesi, Fen
Bilimleri Enstitüsü, Yayımlanmamış
Yüksek Lisans Tezi, Eskişehir,
2019.
Tuzcu Ali, Seyahatnamelerde
Amasya, Amasya Belediyesi Kültür Yayınları,
1. Baskı, Kayseri, 2007.
Wilson, Sir Charles, Handbook
for Travellers in Asia Minor, Transcaucasia,
Persia, etc, John Murray,
London, 1895.
Yeşil, Abdulbâki,
Merzifon-Kara Mustafa Paşa Külliyesi, Ankara
Üniversitesi, Sosyal Bilimler
Enstitüsü, Yayımlanmamış Yüksek
Lisans Tezi, Ankara, 1992.
Yılmaz, Cevdet-Zeybek, Halil
İbrahim, Samsun Coğrafyası, Canik
Belediyesi Kültür Yayınları
No.11, Samsun, 2016.
2. İnternet Kaynakları
Sozluk.gov.tr
Seslisozluk.net
Tureng.com.tr
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder