Bir Zamanlar Ordu
“Karadeniz sahilinde tekerlekli araçlar için yol
yoktu. Kuzeydoğu cephesine askeri malzeme sevk etmek için kayıklardan
faydalanmak düşünüldü ve örgütlenildi. Her kayıkta bir reisle iki tayfa,
askerliğini bu görevde yapacaktı. Bu küçük tekneler Samsun-Trabzon-Rize
arasında iyi çalıştılar ve görevlerini yaptılar.
Böylece Rus torpidolarıyla bizim kayıklar arasında
yıllarca süren bir kedi-fare oyunu başladı. Sahilden açılmak kayıklar için
büyük tedbirsizlikti. Gecenin karanlığında heyula gibi beliriveriyorlardı. O
zaman yapacak iki şey kalıyordu; ya kayığı batırıp intihar etmek ya da teslim
olmak.” (s.12-13)
Muhacirlik şimdi büktü belumi
Hayın Urus yaktı yıktı evumi
Dünya Savaşı sırasında Rus orduları Doğu Anadolu ve
Doğu Karadeniz kıyılarını işgal ettiler. 14 Nisan 1916’ da Trabzon’a Rus
ordularının girmesiyle birlikte, binlerce aile batıya doğru büyük bir göç
başlattı. Ordu’dan Kastamonu’ya kadar, hemen hemen her yerleşim birimine
dağılan Doğukaradenizli göçmenlerin büyük bölümü 24 Nisan 1918 tarihli
Brest-Litovsk anlaşması sonucu Rus Ordularının çekilmesiyle birlikte yurtlarına
döndüler. Göçmenlerin bir bölümü ise yurtlarına dönmeyip göç ettikleri yerlere
yerleştiler.
Bu, Ruslara tutsak olmaktan kaçan yüz binlerin
göçüydü. İzlediği yollarda çaresizlik, hastalık, açlık ve ölüm vardı bu
bozgunun. Gölonsa’nın önünde kıçları kuma çekili otuz altışar karış boyundaki
iki kayıkla kol kuvveti, rüzgâr yardımı ve Tanrı’nın inayetiyle uzun ve yorucu
bir yolculuğa hazırlanılıyordu.
Yola çıkacak aileler yanlarına yalnızca en gerekli
eşyalarını almak zorundaydılar; yatak, çamaşır ve birkaç kap kacak. Bizim bir
yatak dengi, bir çamaşır sandığı, iki sepet ve bir de ayı postumuz vardı
götürecek. Av çiftesini de ben elimle yerleştirdim dengin içine.
Ağabeyim Ali Sait Bey, Donanma dergilerini bir
güzel yaktı bahçede. Ruslara askeri bilgi olabilirmiş bunlar! O, bizimle gelemiyordu. Kaymakamlıkça
Göneşera nahiye merkezindeki erzak ambarını koruma görevi verilmişti. Anneme
yol harçlığı olarak birer liralık iki altın be birer liralık iki banknot verdi.
“Önce banknotları harcayın” demeyi de unutmadı. Ben şaşırdım; ilk kez gördüğüm
bu banknotlar cicili bicili, yepyeni kâğıtlardı ve üzerlerinde altı ay sonra
altın lira ile değiştirilebileceği yazılıydı. Altını da zamanın Maliye bakanı
Cavit Bey imzalamıştı. Neden inanmıyorlardı buna? Oysa zaman ağabeyimi haklı
çıkardı ve bu banknotların altınla değiştirilmesi hiçbir zaman mümkün olmadı.
Evet, bir güz sabahı düştük yollara. Büyük göç
bizimle başladı Karadeniz kıyısında. Tarih Eylül 1915.
Eskilerin “sümbüli” dedikleri kapalı ve sıkıcı bir
hava vardı o güz sabahı. Denizin yüzü gülmüyordu ama hiç değilse uslu
duruyordu. İlk hedef Ordu’ydu. Ondan sonra bakalım Tanrı ne gösterirdi.
Yolculuk günlerce sürecekti. Rus gemileri yüzünden
kıyıya yakın gitmek, geceyi de karada geçirmek gerekiyordu. Mevsim de
ilerlemişti kışa doğru; fırtınalar da hesaba katılmalıydı. Kayıkların kıç
üstlerine kilimler serilmiş, minder ve yastıklar atılmıştı. Ve kayıklar denize
itildi; tayfalar ve reisler yerlerini aldılar. Teknelerin başı batıya döndü,
kısmet bu kadarmış. Sürmene!
Yorumlananların hepsi geldi başımıza. Rus
gemilerinden mi kaçmadık, fırtınaya mı tutulmadık, yağmur altında uzun yollar
mı tepmedik… Vakfıkebir’e doğru karayel esti, yağmur başladı. Bizi kayıklardan
çıkardılar. Onlar bata çıka denizden, biz karadan, yorgun ve sırılsıklam
ulaştık kasabaya. Tirebolu yakınlarında gemilerden zorlukla kaçıp gizlendik.
Bütün bunlar bana eğlenceli geliyordu. Uykumuz gelince annemin bir dizine
Samiye, ötekine de ben koyuyorduk başımızı; oh! mışıl mışıl uyuyorduk, kayığın
kıç üstünde. Sonunda bir gün Ordu’yu bulduk.
Ordu’da birkaç gün Vahap Süreyya Bucak’ın evinde
konuk olduk. Sonra İbrahim Reisler’in evlerinden birini tuttular bize. Bu ev o
zamanlar Fidangör’den Hüküme Konağı’na giden yolun üzerinde tek başınaydı. Bu
evde çok az kaldık (on bir gün.) Mahallenin Rum çocuklarıyla kaydırak ve top
oynuyordum. Geceleri yorgun argın ayı postunun üstüne seriliyordum.
Kısa bir süre sonra ailenin büyükleri ne düşündüler
bilmem, Samsun’a gitmeye karar verildi. Yine kayıklarla düştük yollara.
Vona’da sütlimandı deniz. Buruna vardık, sert bir
karayel fırtınası başladı. Bocaladık. Çeşmeönü’nde karaya çektik kayıkları. Tam
bir hafta denizin düzelmesini bekledik burada. Sahildeki camide yatıp
kalkıyorduk. Arada Vona’ya (Perşembe) gidip geliyorduk yürüyerek. Hava açınca
yeniden düştük yolla. Vona ve Yason burunlarını aşıp Fatsa’ya vardık. Akşam
yakındı. Kayıkları kumluğa baştankara ettiler. Yöre halkı birden başımıza
üşüştü. Muhacirler gelmişti! Evlerine konuk etmek istiyorlardı. Bizim ise Allah
için muhacir denecek bir tarafımız yoktu. Üstümüz başımız, sağlığımız
yerindeydi, hatta neşeliydik de. Bu halimizi yadırgadı biraz Fatsalılar.
Biz ailecek, Topaloğlu Ali Bey’in evine konuk
olduk. Evde sofralar kuruldu hemen. Yemekler bol ve güzeldi ama o akşam yediğim
karalâhana diblesinin tadını yıllarca unutamadım. Kalın ve yumuşacık yataklar
serildi altımıza. Ertesi sabah yine açıldık denize. Ünye, Çaltı burnu ve
Samsun...” (s.17-18-19)
Samsun
Günleri
(…)
“Samsun, kış mevsimiyle birlikte kalabalıklaştı.
Meydanlar, sokaklar, mahalle araları Rize, Sürmene, Trabzon şivesiyle
konuşanlarla doldu. Saathane Meydanı günün her saatinde mahşeri andırıyordu.
Pazar kuruluyordu orada. Neler alınıp satılmıyordu ki; eski elbiseler, ev
eşyaları, giyecekler. Kağıt paranın da değeri git gide düşüyordu. Bir gün,
anımsıyorum, belediye tellalları bağıra bağıra dolaştılar mahalleleri: “Osmanlı
lirasının (kağıt para) değeri 108 kuruştan 100 kuruşa düşmüştür, duyduk
duymadık demeyin…” (s.21)
Pahalılık her gün artıyor, yiyecek maddeleri de
bulunmaz oluyordu. Hükümet bir süre sonra muhacirlere parasız “vesika ekmeği”
dağıtmaya başladı. Her gün ekmeğin dağıtıldığı fırının önünde toplaşır,
kepenklerin açılmasının beklerdik. Fırıncı tek tek adlarımızı okurdu;
Cennetkuşuzade Melek Hanım… Osmanefendizade Fevzi Efendi… Zade… Zade..
zadegandan (soylu) meydana gelen bir muhacir topluluğu idik! Bu biraz gülünç
oluyordu.
Besin darlığı çekiyordu halk. Karaborsaya para
dayanmıyordu. Çocuklar şiş karınlı ve sıskaydılar. Bahar gelince herkes kırlara
yayıldı. Ellerinde kör bıçaklar, yenebilecek yeşillik arıyorlardı; kazayağı,
karahindiba vb…
Samsun Divanı Harbi, asker kaçaklarını idama mahkûm
ediyordu. Ölüm cezası o kadar çoğalmıştı ki, Saathane Meydanı’nın deniz
yönündeki caminin (Büyük Cami) taş duvarları önünde sık sık darağaçları
sıralanıyordu. İpe çekilenler göğüslerinde yaftaları, akşama dek asılı
kalıyordu. Ama bu yıldırma gösterisi istenilen etkiyi yaratmaktan uzaktı.
Dağlar asker kaçaklarıyla doluydu.
Ağabeyim bahara doğru Samsun’a geldi. Yaşadıklarını
uzun uzun anlattı. Rus ordusunun öncüleri Göneşera’ya yaklaştıklarında emir
gereği ambarı ateşe vermiş ağabeyim ama halk yanmadan yağmalayıvermiş
yiyecekleri. “Yağmacılar haklıydı” diyor ağabeyim, ambarda yığın yığın peksimet
çuvalları, kavurma tenekeleri, şeker, zeytin stokları vardı. Asker de halk da
açtı.”
Ağabeyim göç kafileleriyle günlerce yol yürümüştü.
Gördüklerini, yaşadıklarını anlattı: “Yorgunluk, açlık ve hastalık eziyor,
kırıyordu insanları. Yürümek, barınacak, beslenecek bir yer bulmak çok
zorundaydılar. Bunun için de önceki kafileleri geçmek gerekiyordu. Çoğu yalınayaktılar.
Geceleri açıkta titreşerek birbirine sokulanlar vardı.”
Göç, sahil boyu durmadan akan bir sel gibi devam
etmiş. Bu akışın yoğun günlerinde öyle acıklı olaylar olmuş ki söylemeye dilim
varmaz, yürek dayanmaz. Ağabeyim, “Birbirini yitirenlerin seslerini,
sızlanışlarını duyuyorduk” diyordu. Bağrışıyorlarmış avaz avaz: “Haticeee, kiz
Haticeee, nereysun?” Bir kadın rast geldiğine sorup duruyormuş: “Uşağumu
gördünüz mü? Aha şuncacık Ali’mi he! Haburadaydı demincek? Sonra dört bir yana
sesleniyormuş: “Aliii, Aliii.” Bu kaybolan ya da bırakılan çocukları sonradan
Trabzon Valiliği topladı ve açtığı Yetimler Evine (Dar-ul Eytam) yerleştirdi.
Orada barındılar, okudular ya da sanatkâr oldular. Birçoğu da yollarda öldü
tabi.
“Ve göçmenler yorgun, soluk soluğa, ter içinde
yürüdüler, yürüdüler. Arkalarında Ruslar, ağır ağır izledi bu yürüyüşü. Bu
Harşit Irmağı (Trabzon- Giresun sınırı)’na dek sürdü. Bu arada çetin savunmalar
yaptı Osmanlı Ordusu. Of’taki savunma ise bir başka oldu. Oflular, kadını kızı,
ihtiyarı genci, yurtlarını haftalarca savundular. Karşılarında çok üstün kara
kuvvetleri vardı. Üstelik Rus Kruvazörleri denizden toplarıyla vuruyorlardı.
Kahramanca dayandı Oflular ama sonunda yenildiler. Ölen öldü, kaçan kaçtı,
kaçamayan tutsak oldu ve bir türkü dolaşır oldu dilden dile: “Muhacirlik şimdi
büktü belumi…” Ağabeyim böyle anlatıyordu.
Bahar geçti,
yaz geldi Samsun’da.
Ufak para darlığı günden güne artıyordu. Banknot
lira bozdurmak ancak esnaftan paranın dörtte üçü tutarında mal satın almakla
mümkün olabiliyordu. Daha küçük değerde kağıt paralar henüz basılmamıştı. Sorun
önemliydi. Aile büyükleri düşündüler ve şöyle bir çare buldular; Banknotun
tümüyle bir şeyler alıp, ufak para karşılığında satmak! Zararına da olsa sonuç
yararlı olacaktı, ufak para elde edilmiş olacaktı en azından, kâr edilirse de
ne âlâ!
İş Sedat’la benim sırtıma yüklendi. Önce ekmek alıp
sattık Saathane Meydanı’nda. Sonra hıyar ticaretine döktük işi! Sepetin birer
kulpundan tutarak mahallelerde dolaşıyorduk:
“Hıyaarrr…
Salatalık hıyarlaaarrr!.”
Akşama dek yorgunluktan iflahımız kesiliyordu.
Satılan satılıyor, satılmayan evlere bölüştürülüyordu. İlk günler eğlenceli
bulduk işi ama kısa zamanda tadı kaçtı. Bununla beraber bu angarya işini biraz
daha sürdürdük. Derken Samsun’u kırıp geçiren sıtma bizim yakamıza da yapıştı.
Kinin azdı ya da bulabilen de kullanmayı mı bilemiyordu nedir, kurtulamıyordu
kolay kolay bu afetin elinden.
Biz evcek, birimiz kalkar sıtma nöbetinden, üçümüz
serilirdik yatağa… Kimimiz iki üç yorgan altında tir tir titrerken, kimimiz kan
ter içinde kıvranırdı. Bir dert ki düşman başına. Samsun denildi mi, bu sıtmayı
hatırlar, ürperirim.” (s.22-24)
Yeniden
Ordu’ya
Güz geldi dayandı. Bir düşüncedir aldı aileyi, bu
kışı da mı Samsun’da geçirecektik? Devlet, ağabeyimin aylığını ödüyordu ama bu
geçim sıkıntısını aşmamıza yetmiyordu. Uygun bir yere tayin edilebilse her şey
yoluna girerdi herhalde. 1916 yılının Eylül ayında bir gün ağabeyim müjdeyi
verdi: Ordu ilçesi (Ordu ilimiz o yıllarda Canik Sancağının bir ilçesiydi.)
tapu memurluğuna atanmıştı. “Hemen hazırlanalım, kayığı bile tuttum” dedi.
Hazırlanmanın lafı mı olur, kuş ol uç, deseler,
uçacağız sevinçten. Eşya diye de ne vardı ki ortada; iki saat bile sürmedi
toplanmamız. Tutulan kayık, askeri nakliyatta çalışan, Oedu’nun Kirazlimanı
mahallesinden Parmaksız Ali Reis’in idi.
Bir ikindi üzeri Samsun geride kaldı… Yüzlerimiz
gülüyor, mutlu ve gelecekten umutluyuz. Denize güle oynaya açıldık ama Çaltı’ya
doğru rüzgâr sertleşti. Akşam karanlığıyla dalgalar büyüdü. Reis tekneyi karaya
çekmeye karar verdi. Sığ bir yerden yanaştık karaya. Kayığın karnı kumlara
değince, Şükrü Çavuş bizleri sırtında taşıdı karaya. Sonra kayığı çektik
elbirliğiyle. Bunu tam zamanında yapmışız, karayel fırtınası olanca hızıyla
patladı. Karanlıklar içinde deniz uğulduyordu. Tekne feleklerin üzerine alındı,
serenin üstüne tente gerildi. Serenin ortasına asılan denizci feneri ışıtmaya
başladı içeriyi. Biz yolcular, kıç üstüne yerleştik. Gemiciler ambardaki
yerlerini aldılar. Denizi, rüzgârı ve tentedeki yağmur tıpırtısını dinleyerek
uyuduk bir güzelce.
Sabahleyin ortalığı gözden geçirdim. Ortalama beş
yüz metre genişliğinde bir kumsal uzanıp gidiyordu iki yöne. Yer yer küçük
göller vardı. Arkamızı sık bir orman kaplamıştı. Görünürde ne köy vardı ne de
ekili bir yer. İn cin top oynuyordu ortalıkta. Biz bu ıssızlıkta bir küçük
kayığa sığınmış, başımıza gelecekleri bekliyorduk. Orman hiç de güven
vermiyordu insana. O zamanlar Çaltı ormanları Rum çetecilere sığınak olmuştu.
Onlardan insaf ummak da budalalık olurdu. Tek silahımız da Şükrü Çavuş’un
içinde altı fişeği bulunan tabancasıydı. Çavuş, ilk günün sabahı kayığın
bordasına yaslanıp güzelce sildi, yağladı onu.
Çaltı’daki üçüncü günümüzde uzakta bir kağnı
göründü. Ağır ağır yanımıza yaklaştı, içinde köylüler vardı. Kağnıdaki bir
kadınla annem Çerkesçe konuşmaya başladı birden. Yüzleri güldü, bakışları
parladı hatunların! Bizi şaşırtan, annem ve kadının anlaşmalarındaki gizdi. Bu
nasıl bir duyguydu, birbirlerinin Çerkes olduklarını kokularından mı
anlamışlardı? Bizim çözemediğimiz bu gizem, iki taraf arsında candan bir
yakınlık yarattı hemen. Kadının yaşlı kocası tütün kesesini uzattı bizimkilere.
Bir süre de Türkçe sohbet ettiler. Ertesi sabah aynı kağnı yine gıcırtılarla
geldi yanımıza. Hediyeler getirmişlerdi. Tavuk, yumurta, peynir, yoğurt ve bal.
İki de büyük taze ekmek verdiler. Ağabeyim hemen kesesine davrandı. Önlediler,
satılık değildi bunlar; hediye idi. Hem biz onlardan değil miydik?
Ayrılırken annemin ve Çerkes kadının gözleri
yaşardı, kucaklaştılar.
Çaltı’daki beşinci günümüzün sabahında, uzaktan
doludizgin koşan atlılar gördük; tozu dumana katarak geliyorlardı. Korkulu
gözlerle izlemekten ve dua etmekten başka bir şey yapamıyorduk: “Ey ulu Tanrım,
sana sığındık!” Ancak atlılar bizi görmediler, önlerindeki yılkıyı
kovalıyorlardı sanırım. Kendilerini yılkı avına öylesine kaptırmışlardı ki
bizim görmeden geçip gittiler. Başımıza bir hal gelmeden uzaklaşmalıydık
buradan. Dalgalar yine köpüklüydü ama hava açılmıştı biraz. Az sonra apar topar
açıldık denize. Rus gemilerinin korkusundan kıyı kıyı yol aldık. Ertesi gün
Ordu’daydık.” (s.25-26)
KAYNAK: Fevzi GÜVEMLİ, Bir Zamanlar Ordu (Anılar),
Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1999.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder